Merhabalar, Anadolu'nun İslamlaşma sürecinde önemli bir tarihsel aralığa tekabül eden ve İslam'ın ikinci koşusu olarak adlandırılan 11. ve 13. yüzyıl arasındaki dönemde cereyan eden olaylara dair okuma notlarını paylaştığımız blogumuza hoşgeldiniz.

30 Mart 2017 Perşembe

Türk Yükselişi: Küçük Asya'dan Balkanlara - FERNAND BRAUDEL

15:37 Posted by Bedri Münir , No comments
Okuma grubumuzun konusuna ve alanına giren bir pasajı paylaşmak istiyoruz. Büyük tarihçi Braudel özellikle Osmanlının yükselişi ve Balkanlara doğru akınlarını aşağıdaki ifadelerle aktarmıştır. Pasajın konunun ilgilileri için hayli anlamlı olduğunu düşünmekteyiz. Buyrunuz.

Türk yükselişi: Küçük Asya'dan Balkanlara

Türk yükselişinin kökeninde, üç yüzyıllık ısrarlı çabaları, uzun mücadeleleri, mucizeleri saymak gerekmektedir. XVI, XVII. ve XVIII. yüzyıl batılı tarihçileri sıklıkla bu "mucizevi" yan üzerine dikkatlerini yoğunlaştırmışlardır. Gerçekten de, macera ve dinsel tutkunun buluşma yeri olan Küçük Asya'nın belirsiz sınırlarında kavgaların rastlantısı içinde büyüyen şu Osmanlılar ailesinin öyküsü ne kadar da olağanüstüdür!
Çünkü, Küçük Asya en mükemmelinden bir dinsel heyecan alanıdır: savaş ve din burada kolkola bulunmakta, savaşçı esnaf birlikleri burada kaynamakta ve bilindiği üzere yeniçeriler güçlü Ahi, sonra da Bektaşi tarikatlarına bağlı olmaktadırlar. Osmanlı devleti ilk atılımlarını, temellerini, heyecanlarını bu kökenlere borçludur. Mucize küçük devletin, coğrafi konumuna içkin olan karmaşa ve arızalara rağmen ayakta kalabilmiş olmasındadır.
Osmanlı devleti ayakta kalıp, yaşamını sürdürürken Anadolu ülkesinin yavaş dönüşümlerini kendi lehine kullanmıştır. Osmanlıların talihi, derinliklerine inildiğinde, Türkistan halklarını batıya sürükleyen, çoğu zaman sessiz güçlü istila hareketlerine bağlanmaktadır. Osmanlı talihi XIll. yüzyılda Rum ve Ortodoks olup, tekrarlanan sızmaların ve kesin toplumsal kopuşların sonucunda, ama aynı zamanda bazıları devrimci, "Babalılar[1], Ahiler, Abdallar gibi komünist; diğer bazıları da Konya'daki Mevleviler gibi daha barışçı mistikler olan" Müslüman dinsel tarikatlarının şaşırtıcı dinsel propagandaları sonucunda Türk ve Müslüman olan Küçük Asya'nın bir iç dönüşümünün ürünüdür. G. Huart'a göre, Köprülüzade[2] bunların din yayma faaliyetlerini yakında açığa çıkartmıştır. Bunların şiiri -propagandaları- Batı Türk edebiyatının şafağını belirlemiştir.[3]
Boğazların öte yanındaki Türk fethi koşullar tarafından geniş ölçüde kolaylaştırılmıştır. Balkan yarımadası fakir olmanın uzağındadır, hatta XIV. ve XV. Yüzyıllarda oldukça zengindir. Fakat bölünmüştür: Bizanslılar, Sırplar, Bulgarlar, Arnavutlar, Venedikliler, Cenevizliler burada birbirleriyle boğuşmaktadırlar. Dinsel olarak Ortodokslar ve Latinler mücadele halindedirler; nihayet toplumsal olarak Balkan dünyası aşırı bir narinlik içindedir -gerçek bir iskambil şatosu-. Bütün bunları akılda tutmak gerekmektedir: Balkanlardaki Türk fethi şaşırtıcı bir toplumsal devrimden yararlanmıştır. Senyörlük[4] rejimine tabi, köylüler için sert bir toplum darbe karşısında şaşkına dönmüş ve kendiliğinden çökmüştür. Topraklan üzerinde mutlak egemenler olan büyük maliklerin sonu olan fetih, bazı bakış açılarında "sefillerin kurtuluşu" olmuştur. Küçük Asya, yüzyıllar süren çabalarla sabırla ve yavaş yavaş fethedilmiştir; Balkan yarımadası istilacıya direnmemişe benzemektedir. Türklerin çok hızlı ilerledikleri Bulgaristan'da, ülke onların gelmelerinden çok önceleri şiddetli kırsal karışıklıklar nedeniyle böylesine bir duruma hazırlanmıştır. Yunanistan'da bile toplumsal devrim meydana gelmiştir. Sırbistan'da ulusal senyörler yok olmuş, Sırp köylerinin bir kısmı vakıflara bağlanmış veya sipahilere dağıtılmıştır. Öte yandan, bu askerler ve senyörlükleri yaşanılan boyu süren bu sipahiler başlangıçta nakdi ödentiler talep etmişlerdir, angarya değil. Köylülerin durumlarının tekrar güç hale gelmesi için zaman geçmesi gerekecektir. Üstelik Bosna'da, Saraybosna civarında, kısmen Bogomillerin canlı sapkınlıklarıyla bağlantılı olan, kitlesel din değiştirmeler meydana gelmiştir. Durum Arnavutluk'ta daha da karmaşıktır. Buradaki toprak malikleri kendilerine Venedik presidiolarında[5] sığınak bulmuşlardır; 1501 'e kadar Signoria'ya bağımlı olmaya devam eden Durazzo'nun (Draç) durumu böyledir. Bu kaleler düşünce, Arnavut soyluluğu ardıllarının bazen bugüne kadar sürebildikleri İtalya'ya sığın􀒧ıştır. Ancak bu, 1600'de Napoli'de sönen Musachi ailesinin durumu değildir. Fakat bu aile hakkında, 1510'da Giovanni Musachi tarafından yayınlanan ve bir sülalenin kaderini aydınlatan değerli bir Historia deila Case Musachi'ye sahibiz. Bu eski ailenin adı, bu ailenin eskiden muazzam malikanelere sahip olduğu, Arnavutluk'ta Muzekieler ülkesi denilen bölgede muhafaza edilmiştir. Bu sürgünlerin ve yeni ülkelere uyum sağlamalarının tarihi şaşırtıcıdır. Ancak bu tarih, Balkanların tüm senyör ve toprak sahipleri için geçerli değildir. Fakat sonları ne olursa olsun ve hatta kendilerini inkar ederek anlık olarak kurtulmuş olsalar bile, sorunun bütünü aynı olarak kalmaktadır: Türklerin karşısında toplumsal bir dünya çökmüştür; bu çöküş kısmen kendiliğinden olmuştur ve Albert Grenier'nin şu düşüncesinin istisnasız doğru olduğunu bir kez daha düşünmek gerekmektedir: "ancak bunu isteyen toplumlar fethedilebilirler".
Bu toplumsal gerçek, istilacıların tahribat ve başarılarını açıklamaktadır. Çabucak ve çok uzaklara ilerleyen süvarileri; yolları keserek, hasatları mahvederek, ekonomik hayatın örgütlenmesini bozarak, ordunun ağırlıklı kısmına kolay fetihler hazırlamaktaydılar. Sadece dağlık kesimler, yaklaşan yenilmez istilacıya karşı bir süre korunabilmişlerdir. Bu istilacı Balkan coğrafyasının gerçeklerine bağlı olarak önce büyük nehir çukurları boyunca uzanan ve Tuna'ya ulaşan büyük yollara egemen olmuştur: Meriç, Vardar, Drina, Morava. Türkler 1371'de Meriç üzerinde Cernomen' de; 13 89' da Vardar, Drina ve Morava'nın birbirlerinden uzaklaştıkları. Kosova'da zafer kazanmışlardır. 1459'da bu kez Demirkapı'nın ötesinde Smeredevo'da, "Morava'nın Tuna'ya kavuştuğu ve aynı zamanda Belgrad'ın Macar ovasının ön kısımlarına komuta ettiği noktada" başarılı olmuşlardır.
Türkler doğudaki geniş ova mekanında da çok çabuk zafer kazanmışlardır. 1365'te başkentlerini Edirne'ye taşımışlar, 1386'da Bulgaristan'ın tümü, sonra da Teselya'nın tamamı fethedilmiştir, Fetih dağlık batıda daha yavaş ve çoğu zaman da, gerçek olmaktan çok, görünüşte olmuştur. Yunanistan'da Atina 1456'da, Mora 1460'ta ele geçmiş, Bosna 1462-1466'da, Hersek 1481 'de bazı "dağ krallıkları"nın direnmesine rağmen fethedilmiştir. Bizzat Venedik, Türklerin Adriyatiğe çıkmalarına uzun süre engel olamamıştır: İşkodra 1479'da, Draç 1501 'de onlardan alınmıştır. Geriye tabii ki daha yavaş olan şu öbür fethi kaydetmek kalmaktadır: yol, müstahkem mevkiler yapımı, deve kervanlarının oluşturulması, çoğu zaman Bulgar artçılara (voynuk MAK) emanet edilen koskoca bir iaşe ve taşıma sisteminin hareketi, nihayet ve özellikle Türklerin egemen oldukları veya inşa ettikleri veya tahkim ettikleri kentler aracılığıyla örgütlenen şu fetih. Bu kentler Türk uygarlığının gerçek ışıma odaklan olmuşlardır: bunlar, sürekli şiddet rejiminin hüküm sürdüğünün düşünülmemesi gereken yenik ülkelerde, en azından bu ülkeleri sakinleştirmişler, evcilleştirmişler, terbiye etmişlerdir.
Türk fethi başlangıcında, doğal olarak boyun eğdirilen toplumların aleyhine olmak üzere gelişmiştir. Kosova savaşından sonra binlerce Sırp, Hristiyan alemine kadar uzanan pazarlarda köle olarak satılmış veya paralı asker olarak silah altına alınmış olmalıdırlar; fakat galip işin siyasal cephesini de ihmal etmemiştir. Bu, II. Mehmed'in 1453'ten itibaren İstanbul'a davet ettiği Rumlara tanıdığı ayrıcalıklarda görülmüştür. Türkiye sonunda, Yarımadanın bütün halklarının yerlerini aldıkları, galiple işbirliği yaparak ilginç bir şekilde şurada veya burada Bizans İmparatorluğunun ihtişamını yeniden ortaya çıkardıkları kadroları yaratmıştır. Bu fetih yeniden bir düzen, bir pax turcica kurmuştur. 1528'de "ülke emindir ve hiçbir soygun haberi, ne de yol kesen haydut haberi alınmaktadır" diye yazan şu adı bilinmeyen Fransıza inanalım. Aynı dönemde aynı şeyleri Katalonya veya Calabria için söylemek mümkün müdür? Bu iyimser tablonun içinde bir gerçek payının olması gerekir, çünkü Hristiyanların gözünde Türk İmparatorluğu uzun süre hayranlık verici, anlaşılmaz, düzenliliğinden ötürü şaşırtıcı olarak kalmıştır; çünkü bu imparatorluğun ordusu Batılıları disiplini, sessizliği ile olduğu kadar cesareti, mühimmatının bolluğu ve askerlerinin değer ve dayanıklılığı ile de hayran bırakmıştır. Ancak bu durum, Hristiyanın yukarıdaki duygularının tersine, bu "bütün yaptıkları işlerde köpekten beter olan" kafirlerden nefret etmelerini engellememektedir; bu söz 1526'da söylenmiştir.
Ancak yargılar yav􀄖ş yavaş daha adil hale gelmişlerdir. Türkler kuşkusuz Tanrının yolladığı bir bela idiler; İsviçre'nin Roman bölgesinin ıslahatçısı olan Pierre Viret 1560'ta onlar hakkında "Tanrı eğer, eskiden imanları gevşeyen Yahudileri olduğu gibi bugün Hristiyanları Türklerle cezalandırıyorsa buna şaşmamalıyız ... Çünkü Türkler bugün Hristiyanların Asurluları ve Babillileri ve Tanrının falakası, belası ve öfkesidirler" (34) diye yazmaktadır. Yüzyılın ortasından itibaren Belan du Mans gibi olan başka kimseler onların erdemlerini teslim etmeye başlamışlardır; ve bunun devamında herkes bu garip, tersine ülke hakkında hayal kurmaktan hoşlanmaya başlayacaktır, çünkü bu Batı toplumundan ve zorlamalarından sıyrılmanın bir yolu olmaktadır.
Fakat Türkleri Avrupa'nın hata ve zayıflıklarıyla açıklamak bile bir gelişmedir. Bir Raguza’lı bunu I. Maxmilien'e söylemiştir: Avrupa ülkeleri bölünürlerken, "Türklerin imparatorluğunda bütün yüce otorite tek bir kimsenin ellerindedir, herkes sultana itaat etmekte, o tek başına yönetmektedir; bütün gelirler ona gitmektedir, tek kelimeyle o efendi, diğer herkes onun kölesidir". 1533'te Ferdinando'nun elçilerine, bir Venedikli ile bir kölenin oğlu olan, uzun süre vezir İbrahim Paşanın gözdesi olan şu şaşırtıcı kişi Aloysius Gritti'nin açıkladıkları da özü itibariyle bunlardır. V. Carlos gücünü 1. Süleyman'ınkine karşı rizikoya sokmamaktadır. "Verum esse Caro/um Caesarem potentam sed cui non omnes obediant, exemplo esse Germaniam et lutheranorum pervicaciam".
Türk gücünün, Avrupa zayıflıklarının karmaşasının ortasında gerçek bir mekanik güçle sıkışmış gibi olduğu doğrudur. Avrupa'nın büyük kavgaları, Türklerin Macaristan'a kadar ilerlemelerini teşvik ve tahrik etmişlerdir. Busbec haklı olarak "Kısa zaman içinde basımıza gelen ve ağırlıkları altında hala inlediğimiz bütün bu bir sürü belaya Belgrad'ın zaptı (29 Ağustos 1521) can vermiştir. İşte, Türkler bu kapıdan geçerek Macaristan'a girmişler ve bu durum kral Louis'nin ölümüne, sonra da Buda'nın kaybına ve Transilvanya(Erdel)'nın başka bir dünyaya ait hale gelmesine yol açmıştır. Ve nihayet, eğer Türkler Belgrad'ı almasalardı eskiden Avrupa'nın en gelişkin krallıklarından biri olarak bilinen Macaristan'a asla giremezlerdi" diye yazmaktadır.
Gerçekten de, Belgrad'ın fetih yılı olan 1521, 1. François ile V. Carlos arasındaki büyük çatışmanın başlangıç yılı olmuştur. Bu çatışmanın devamı 1526'da Mohaç'ı; 1529'da Viyana'nın kuşatılmasını davet etmiştir. Öyküler'ini bu büyük olayın ertesinde yazan Bandello, daha da kötüsünü bekleyen, "Hristiyan hükümdarlar arasında her gün büyüyen uyuşmazlıklar nedeniyle, "Avrupa'nın bir kantonu haline gelmiş" bir Hristiyanlık sergilemektedir. Ancak Avrupa Osmanlı ilerlemesini kırmak yerine, tarihçilerin çok önceden fark ettikleri üzere, başka maceraların cazibesine kapılmakta, Atlantik ve geniş dünyanın çağrısına kulak vermektedir. Belki de yanlışlanmış, ama ortadan yok olmamış olan eski açıklamayı terk etmek gerekmektedir, yani büyük keşiflere Türk fethinin yol açtığına dair açıklamayı bir kenara bırakmak gerekmektedir; aslında bunun tersine, Doğu Akdeniz'de daha düşük bir çıkar alanının ortaya çıkmasına ve Türklerin sonradan burada pek fazla zorlukla karşılaşmadan yayılmalarına ve yerleşmelerine yol açan, bal gibi büyük keşiflerdir. Çünkü, her şeye rağmen Türkler 1571 'de Mısır'ı işgal ettiklerinde Vasco da Gama'nın Ümit Burnunu dolaşmayı başarmış olmasının üstünden 20 yıl geçmiş bulunmaktaydı.

Fernand Braudel, Akdeniz ve Akdeniz Dünyası, 2. Cilt, Eren Yayınları, 4-7 sf.

[1] Burada kastedilen “Babailer” olabilir. Yazar okuduğu metinlerdeki çeviri hatası nedeniyle bu şekilde alıntılamış olabilir.
[2] Muhtemelen kastedilen kişinin Fuat Köprülü’dür.
[3] İsmet Özel’in şiir ve Türklük arasında kurduğu ilişkiyi bu bağlamda hatırlayabiliriz.
[4] Ortaçağdaki toprak sahibi derebeyleri üzerinden işleyen mekanizma.
[5] Garnizonlu küçük kale.

0 yorum:

Yorum Gönder