Merhabalar, Anadolu'nun İslamlaşma sürecinde önemli bir tarihsel aralığa tekabül eden ve İslam'ın ikinci koşusu olarak adlandırılan 11. ve 13. yüzyıl arasındaki dönemde cereyan eden olaylara dair okuma notlarını paylaştığımız blogumuza hoşgeldiniz.

14 Temmuz 2015 Salı

Kalın Anadoluculuk - LÜTFİ BERGEN *

01:49 Posted by Bedri Münir , No comments
İsmet Özel’in “Kalın Türk” risalesinde, başlık “Türk” ismine vurgu yapsa da, üç mesele yer alıyor: Türklük, Medeniyet, Anadoluculuk. İsmet Özel, “Anadoluculuk” şeklinde bir kavramı telaffuz etmemekle beraber bu akımın içinde. Makalemizin amacı da bu tezin sağlamasını yapmak.

Türkiye’de İslamcılık düşüncesinin entellektüel zeminde iki kanadı var. Bunlardan biri ulus- devlet tasavvurunu eleştirel zihniyetle ele alan “yeryüzü Müslümanlığı- Ümmetçilik” fikridir. Diğeri de işte yerli düşünce olan Anadoluculuk. Türkiye’de İslamcılık düşüncesinin ilk kanadı, en güzide fikir adamlarının Anadolucu çizgiyi kalınlaştırmasından rahatsız. Oysa bu düşünce eskilerin tabiriyle “nev-i şahsına münhasır”, yenilerin deyişiyle orjinal. Türk denilen şeyin bir kavim olmadığı, Anadolu’da yaşayan ya da Anadolu’dan geçen kavimlerden Müslümanlaşanların oluşturduğu bir “millet” oluşunu ifade ediyor.

Osmanlı’ya Türkçülük fikri Rusya ve Kafkasya’dan geliyor. Yusuf Akçura, Ahmet Ağaoğlu, Hüseyinzade Ali Bey üzerinden. Akçura, dinin Türk Milleti’nin teşekkülünde bir unsur olabileceğini, Türklüğün birleşmesine hizmet edebileceğini, İslam’ın Hristiyanlıktaki gibi, “Milliyetlerin doğmasını kabul edecek şekilde değişmesi” gerektiğini, dinlerin ırkların emrine girmesi gerektiğini teklif ediyor. Türk milliyetçiliğinin kaynaklarının Turan’da değil, Anadolu’da bulunduğunu ileri süren Anadoluculuğun çıkışı Turancılığa bir cevap olmuştur. Hatta Turan fikrini “yabancı ideoloji” sayan Anadoluculuk, Anadolu Türkleri ile sınırlı bir “millet” kavramı üzerinden düşünce üretti. “Millet” yani dini olan toplum. Osmanlı hukuk sisteminde millet, din topluluklarını ifade ediyordu. Bu kapsamda bir Çerkez Osmanlı “millet” değildi. Osmanlı tebaası bir Arap da “millet” değildi. Hepsi tek “millet” sayılmaktaydı.

İsmet Özel’in “Anadoluculuk” düşüncesine bağlı bir fikri ifade ettiğini mukayeseli okuma ile ele alacağız. Necip Fazıl ile Nurettin Topçu’dan bir iki örnek vererek, İsmet Özel’in Türkiye’deki “yerli” İslamcılık düşüncesinin gövdesini kalınlaştırdığını iddia etmekteyiz. Son olarak da Kemal Tahir’e değineceğiz.

Necip Fazıl, “Bâbıâli” adlı eserinde der ki: “Halbuki biz, Türk’ü müslüman olduğu için sevecek ve müslümanlığı nispetinde değerlendirecek bir milliyetçilik anlayışı peşindeydik ve bu anlayışa ‘Anadoluculuk’ adını veriyorduk. Bir konferansımızda, 15 yıl sonra söyleyeceğimiz gibi, ‘Eğer gaye Türklükse mutlaka bilmek lâzımdır ki, Türk müslüman olduktan sonra Türktür!’ tezini güdüyorduk” (KISAKÜREK, 2010a: 340- 1). Necip Fazıl’a göre milliyetçilik, menba istikametinde değil mansap istikametinde, yani kendisini tarih planında teşkil eden ırk ve toprak şartlarını geride bırakmış, her türlü ırk ve toprak yobazlığına düşman; belli başlı bir iman, mukaddesat, tefekkür, tahassüs, hayal, hatıra, meşrep, eda, ve lisan birliğinin ördüğü, tek nüshalı ve şahsiyetli bir ruh necsinden ibarettir; mutlak ve müstakil bir vahit temsil eden bu ruh necsinin zarfı da Anadolu’dur (KISAKÜREK, 2010b: 399- 400).

Necip Fazıl’ın bu söyleminin temelleri  Mehmet Halit Bayrı’nın yazı yayınlamaya başladığı Anadolu Mecmuası’nda ifade edilir. Malazgirt Savaşı (1071) ile yeni bir çığır açıldığı söylenir; Turancılığa karşı, Anadolu Milliyetçiliği fikri işlenir. Anadoluculuk, Hilmi Ziya Ülken, Ziyaettin Fahri Fındıkoğlu, Necmettin Halil Onan, Mükrimin Halil, Hamit Sadi Selen, Muhittin Birgen, Memduh Şevket Esendal, Remzi Oğuz Arık, Nurettin Topçu tarafından seslendirilir. Ancak onun “Anadolu İslamcılığı” şeklinde tasavvur edilmesi Necip Fazıl ile Nurettin Topçu’ya nasip olacaktır. Gerçi Necip Fazıl, Topçu ile “ayrı ve aykırı” düştüğünü yazar. Hatta Yunus Emre’yi “kendi vehmi yolunda gördüğü” için eleştirir. Bir de O’nun İslam Sosyalizmi’ne tahammül edemez (KISAKÜREK, 2010a: 338). Ama ne gam. İşte İsmet Özel de Topçu gibi “İsyan” demiştir ve toplumculuğu mesele etmiştir. 

Nurettin Topçu, Necip Fazıl’ın Anadolu’ya yaptığı vurguyu arttırdı: “Bizim milletimiz, Orta Asya’dan kaynayan Türk ırkından çıkmış ve dokuzyüz yıl önce Anadolu’da kurulmuştur. İlmî adı “Anadolu Türkleri Tarihi” olan bu millet, Türk ırkından ayrılan Oğuz boylarının müslüman olarak Anadolu’ya yerleşmeleri ile başlamış oldu. Göçebe olan Türkmen, Anadolu’da toprağa yerleşti; cenkçi iken çiftçi oldu. Şamanlıktan kurtulup İslam’a sığındı. Eski, geri ve iptidai inançlarını bırakarak sonsuzluğun iradesini kazandı” (TOPÇU, 1978: 50). Topçu, İslamcıları eleştirerek Anadolu’nun millet gerçeğini gösterir: “Bu milletin halkını bu toprak yaratmıştır. Bu hakikatten gafil olan memleket çocuğu, zaman zaman soydan ve vatandan ayrı İslamcılık, yine vatan toprağından kaçan Turancılık gibi bedenden ve kalpten ayrılmış sevdalar peşinde koşmaktan yorulmuş, aldanmış ve memleket mukadderatını her bir devirde aldatmıştır (…) İslamcılar, bu memleket çocuğunu yetiştiren emek ve toprağın hakkını inkar ettiler. Coğrafya ile iktisadın milletin iskeleti olduğunu, İslam’ın da ona hayat verici ruh olduğunu, ruhun bedenden, bedenin ruhtan ayrılamayacağını düşünmediler (…) Turancılığa gelince, bu ülkünün daha hareket noktası çürüktü: Turancılar soyu milletle karıştırıyorlardı (…) Turandan bir çok milletler ayrılmış, Türk kavimlerinin bir çoğu da henüz  millet kurmamışlardı, Osmanlı(cı)lar, belli bir insanlığın haklarını isteyen hukuk ve ahlâk davacılarıydı. Namık Kemal ve arkadaşları sanki insansız bir vatan sevgisi ile milletin mazlum bedeninden uzakta bir hürriyet terennüm ettiler” (TOPÇU, 1978: 42- 3).

İsmet Özel, “Kalın Türk” ile selefi olan iki yazarın vurgusunu genişletmektedir. Tıpkı Topçu gibi “İslamcılığı” eleştirir: “Şimdiki fundamentalist Filistin atkısı sarıp molotof kokteyli atıyor, üç parmakla yemek yemiyor. Bence fundamentalizm üç parmakla yemek yemektir, ama başkalarına gerçekten ‘keşke ben de böyle yemek yesem’ dedirtecek tarzda yemektir” (ÖZEL, 2010: 31) diyor. Anadolu halkının Müslümanlaşarak “Millet”e dönüştüğü hususunda da Necip Fazıl ile Topçu’nun söylemini aşan bir zemine ulaşarak der ki: “Türkiye, bütün diğer halkı Müslüman ülkelerden farklı bir yer. Diğer coğrafyalarda İslam’la birlikte bir Araplaşma vardır. Halk, halk olarak yerinde durur, hak dini benimser. Sadece din değiştirmiştir. Halbuki Türkiye, Müslümanlar buraya geldikleri için vatan olmuş bir ülkedir” (ÖZEL, 2010: 40). Halkın Müslüman olması ve toprağın da vatan olması, biri diğerini sağlayan kimliklerdir. İkisinden biri kaldırılırsa kimlik değişir (ÖZEL, 2010: 42).

İsmet Özel, Necip Fazıl ve Topçu’nun vurgularını üç kanıt ileri sürerek sağlamlaştırır: 1) Türkiye İslamî homojenizasyonunu cumhuriyetle birlikte tesis etti. Mübadele ile Türk Hristiyanlar Yunanistan’a verilip, Türk olmayan Müslümanlar Yunanistan’dan alındı. 2) Balkan ve Kafkasya’dan Müslümanlar buraya gavur olmamak için geldiler. Gelenlerin sayısı 12 milyon kadardır: Çerkezler, Abhazyalılar, Dağıstanlılar, Gürcüler, Çeçenler, Boşnaklar, Pomaklar, Arnavutlar. 3) Türkiye Cumhuriyeti etnik İslamcılık yaptı. Çünkü, devlet kadrolarını emanet edeceği unsurları seçerken sadece Müslüman kökenlileri tercih etti. Bu Türkiye’nin İslamî homojenizasyonunda çok büyük rol oynamıştır (ÖZEL, 2010: 43- 45).

Kitabın bir de Medeniyet tezi var. Teze göre Medeniyetler Savaşı, olmamalı. “Zira, Batı Medeniyeti, tek hakim medeniyet, aynı zamanda tek medeniyet” (ÖZEL, 2010: 31). Özel’e göre, İslam Medeniyeti, Sümer Medeniyeti kadar ölüdür. Birisi canlandırmak istiyorsa, bilmeli ki medeniyet inşası genellikle insanların teorik bir çerçeve kurmaları ile sonuçlanır ve dinin de bu teorik çerçeveye girmesini zorlar (ÖZEL, 2010: 35- 36). Bu düşünce kabul edilir veya edilmez; ancak Türkiye’de yeniden bir millet olma ve birlikte yürümeyi başaracak bir olgunluğa ulaşılacaksa, bu milletin dünyaya bir “medeniyet” göstermesi gerekeceği açıktır.

Kitapla ilgili bir iki küçük ayrıntı daha vermek gerekiyor. İsmet Özel kitabın önsözünde Yunus Emre’ye atıf yapıyor: Bezirgânım, metaım yok/ Alana satmaya geldim. Necip Fazıl’ın da Topçu’nun da Yunus Emre’den çok etkilendiği bilinmektedir. Pir Sultan’a değil de Yunus Emre’ye gitmeleri önemli. 

Özel, Sabahattin Eyüboğlu, Azra Erhat, Cevat Şakir’in savunduğu kültür tezini açıkça eleştiriyor. Hititler gibi eski uygarlıklardanız, demenin Anadolu’yu Hristiyan anavatanı kılacağına işaret ediyor. Türkiye’yi zemini İslamiyet olan bir bütünlük şeklinde kavrayarak Mavi Anadoluculuğu tashih ediyor. Ortaya Türk’ten ziyade, sadece “kalın bir Müslüman Anadolu” çıkıyor.

Şimdi Kemal Tahir’e gelelim. Kemal Tahir Türklük meselesinin kavmi değil de iktisadî (tımarla ilgili) olduğu hususunda vurgular yapmıştır. “Osmanlılığı tabakalaşmaktan alıkoyan onun hiçbir millete dayanmamasıdır. Hiçbir millete dayanmayan Osmanlılar için, hangi millette olursa olsun tabakalaşmak ölüm demekti. (Çünkü Osmanlılık yeni bir ırktı) Ancak, millet olmaya gitmesi imkânsız devşirmelerle beslenen bir kadrodan ibaretti. (..) Osmanlı ile Anadolu Türklüğü ayrı bir kategori olduğuna göre” (TAHİR, 1992: 152). “Anadolu’nun 1070’lerde Türkleşmeye başladığını bilirsiniz. Bu Türkleşme, Türklerin Anadolu’ya ezici çoğunlukla gelmelerinden, eski yerleşik halkları silip süpürmelerinden değil, bu halkların her yeni gelen kuvvete, eğer kendi gerçeklerine uygunsa, buna uymaya yatkınlıkları varsa uymalarından meydana gelen bir Türkleşmedir. Yani, birinin ötekini yutması, silip süpürmesi oluşmamıştır. (...) Bu sebepten Anadolu Türklüğünde fizik bakımından olduğu kadar, moral bakımından da çok daha az karışmış Kafkas, Türkistan ve Ortaasya çeşitli Türk topluluklarından önemli ayrılıklar, aykırılıklar vardır” (TAHİR, 1992: 166). Kemal Tahir’in sözlerinin benzeri İsmet Özel tarafından da yıllar sonra yeniden dillendirildi. İsmet Özel de tıpkı Kemal Tahir gibi ırkçı olmakla itham edildi. Marksistler gibi İslamcıların da meseleye aynı zaviyeden bakmaları, Osmanlı’nın değerlendirilme imkanının ıskalanmasına neden oluyor. “Osmanlı sözü etnik değil, politik bir tabirdir” (TAHİR, 1992: 168) diyen Kemal Tahir, İsmet Özel’in de “Türk” kavramını etnik olmaktan çıkarıp politik kullanmasına öncülük etmiş oluyor. “Osmanlılar bu sebeple, devletlerini çok kolay kurdular, sonradan Anadolu Türklüğünü, bilhassa Oğuz Türkmen Boylarını çevrelerine toplayıp idareleri altında tutabilmek için uydurulan Oğuz şeceresini şuurla unutturarak, Asyalı, bürokrat, despot idareyi kurmak için gerekli kadroları önce Arap, Acem, Selçuk, dönme Rum, hatta Yahudi memurlardan devşirmelerden meydana getirdiler (...) Osmanlılık, ne bir kabile federasyonunun meydana getirdiği bir göçebe akını, ne bir yoğun idareci kadronun bir eski devleti ele geçirişi, ne bir din yapıcılar, silahşör dervişler kurumudur. Osmanlılık, Gibbons’un dediği gibi yeni bir ırktır” (TAHİR, 1992: 188). 

Kemal Tahir’e göre Türklük iktisadî bir olgu idi; Osmanlı iktisadî-siyasi modelinin Anadolu’da kendine zemin bulmasının sonucu idi: “Anadolu Türkçülüğünü, ırkçı-Turancı Türkçülükle karıştırmak, çıkmazda debelenerek ölmüş Osmanlı Türkçülüğü- kısacası Osmanlılık yapmaktır. Anadolu Türkleri, Ortaasyalılıkla bütün ilgilerini- fizyolojik ve psikolojik bütün benzerliklerini- yitirmiş yeni bir ırktır” (TAHİR, 1992: 71). Kemal Tahir Osmanlı’nın kavmiyet asabiyetlerine izin vermediğine iktisadî nizamın sürdürülebilirliği açısından delil getirmişti. Bu çerçevede O’nu “Sünni geleneğe bağlı bir Anadolucu” olarak yorumlamak mümkündür. Sanıldığının aksine sünnilik bir itikadî mezhep değildir sadece, bir iktisadî nizam tesisidir. Haçlılara karşı direniştir. Kapitalizmin, bireysel mülkiyetçiliğin karşısında devlet mülkiyetini koymanın ve bununla şehirleri cemaaat haline getirmenin adıdır Sünnilik.

Türkiye’nin tarım temelli iktisadî biçimlenişine yoğunlaştığınızda başka kavramlara yaslanacağınız muhakkak. İslamcılık ideolojisi, kentleşme ve kalkınma yaklaşımlı tezleriyle “Devlet” ve “Düzen-Nizâm” fikrini eleştiriyor. Ancak Müslümanlığı kollektivist bir yaklaşımla ele alamıyor, bireyci ve mülkiyetçi bir iktisadî hayat öneriyor. Onun hukuku anamalcılığa ses çıkarmamış görünüyor. Reddedilemeyecek bir gerçek şu ki, Anadolu tarım toplumu yüzyıllarca hukuk temelinde adalet tesis etmişti. Kırda tımar üzerinde adalet dışı davranışa izin verilmemişti. Tımara girmeyenler her asırda sorundu. Alevi bile olsa tımarda yaşayanlar ise iktisadî manada Sünnî idi. Aslında Anadolu'da Sünnîlik, Alevilik olmadan anlaşılamayacak olandır.

-        KISAKÜREK Necip Fazıl, Bâbıâli, Büyük Doğu Yayınları, 2010a
-        KISAKÜREK Necip Fazıl, İdeolocya Örgüsü, Büyük Doğu Yayınları, 2010b
-        ÖZEL İsmet, Kalın Türk, Şûle Yayınları, 2010
-        TAHİR Kemal, Notlar: Osmanlılık/Bizans, Bağlam Yayıncılık, 1992
-        TOPÇU Nurettin, Milliyetçiliğimizin Esasları, Dergâh Yayınları, 1978

9 Temmuz 2015 Perşembe

Üryan Geldim Gene Üryan Giderim - İSMET ÖZEL

03:59 Posted by Bedri Münir , , No comments
İsmet Özel'in aşağıdaki konuşmasının dinlenmesini/okunmasını ısrarla öneririz. 
Metnin alındığı kaynak: http://www.istiklalmarsidernegi.org.tr/Yazi.aspx?YID=907&KID=4




Üryan Geldim Gene Üryan Giderim
Genel Başkanımız Şair İsmet Özel'in 28 Eylül 2013 Cumartesi günü Ankara'da yaptığı "Üryan Geldim Gene Üryan Giderim" serlevhalı konuşmanın tam metni:

Selamun Aleyküm
Galiba Ankara’da yaptığımız en kalabalık toplantı bu. Yedi yıl boyunca… 2007 yılında İstiklâl Marşı Derneği kuruldu. Bugüne geldik. Buraya gelirken arabada bulunan insanlara bunu söyledim. Ben beş sene boyunca, yani 2007 yılında İstiklâl Marşı Derneği kurulduktan itibaren hamile bir kadın gibi hareket ettim. Biliyorsunuz, bebek bekleyen kadınlar karınlarındaki çocuğa bir şey olmasın diye sigara içmezler, ordan burdan zıplamazlar. Ben de İstiklâl Marşı Derneği kurulduktan sonra hassasiyetle İstiklâl Marşı Derneği üyelerinin de, İstiklâl Marşı’nın kendisinin de, dernek teşkilatının da bir travmaya maruz kalmaması için elimden gelen her şeyi yaptım. Ama beş seneden sonra bu davranışı gerekli saymadım. Sebebi de bu 5 senenin bir sabır dönemi olmasıydı. Benim sanal ortamda da dönen laflarımdan birisi “Taşmayan sabır, sabır değildir. “ Biliyorsunuz, oruç (savm) için “sabır” da denilir. Ama bu sabır güneş doğmadan önce başlar, güneş battıktan sonra sona erer. İftar vardır. Yani sabır hayırlı bir sonuca varmak için beklediğimiz müddettir. Yoksa tahammül manasına gelmez oruç. Yani oruç bizim kasdî olarak, Allah’tan başka bizim hayatımızı idame ettiren bir şey olmadığını ümmet olarak bütün insanlığa gösterdiğimiz bir harekettir. Bütün ibadetlerimiz zaten küfürle an be an çatışmaya hazır olduğumuzun işaretleridir, Müslümansak eğer. Yani biz İslam’ın beş şartını küfürle uzlaşmadığımızı göstermek üzere yerine getiririz. Ama bunlar arasında orucun çok müstesna bir yeri vardır. Bir Hadis-i Kudsi’de de -çoğunuzun bildiği gibi- orucun sevabını bizzat Allah’ın vereceğine dair haber ulaşmıştır bize. Neden bu böyledir? Çünkü biz sahurdan iftara kadar hiçbir şey yemez ve hiçbir şey içmeyiz. Yani bu bakımdan Müslümanların tuttuğu oruç diğer dinlerde olan oruçtan farklıdır. Yani imsak eden dinler vardır. Budistler bile oruç tutarlar kendilerine göre. Bizim Müslüman olarak oruç tutmamızın sebebi bizi yaratanın, bize hayat verenin Allah olduğunu bütün insanlığa göstermektir. Biz bir şeyler yiyip içtiğimiz için ayakta kalıyor değiliz. Yani açlığa tahammül imtihanı değildir oruç. Oruç şuurlu olarak bir Müslümanın kendisini Allah’ın yarattığını ve hayatta tuttuğunu göstermek üzere Allah’tan başka bir şeye hayatta bulunmak için ve hayatını idame ettirmek için muhtaç olmadığını göstermek üzere tuttuğudur. Onun için cinsî münasebette de bulunulmaz oruç sırasında. Bu da şehevî zevklerden kendimizi alıkoymak için değildir. Bizi ebeveynimizin yaratmadığını, bizi Allah’ın yarattığını göstermek üzere oruçlu olduğumuz sırada cinsî münasebette bulunmayız. Bunlar tabiî ki yaşadığımız çağda Müslümanlığın ne olduğunu anlamak ve anlatmak isteyen insanların problemleri değil ve bu yüzden de bir tereddî yaşanıyor İslam nüfusunun yoğun olduğunu söyledikleri yerlerde.

İki cilt halinde kitaplaşan İstiklâl Yürüyüşleri var, benim İstiklâl Marşı Derneği kurulduktan sonra İstiklâl Marşı Derneği üyelerine aramızda bir karabet, bir yakınlık, bir ünsiyet doğsun diye, işlerin birlikte ele alınabilmesini mümkün kılan bir zihnî zemin ortaya çıksın diye yaptığım konuşmalar var. Şu anda da Bir Akşam Gezintisi Değil Bir İstiklâl Yürüyüşü adıyla neşredildi. Bunlar yapıldığı sırada ben bunların neşredilmesini istemedim. Portalde bile yayınlanmasına razı olmadım. Çünkü benim kanaatime göre bu bizim aramızda, İstiklâl Marşı Derneği üyelerinin arasında olan bir şeydi. Bizim birbirimiz arasında olan bir şeydi. Böyle umuma açmanın bunu bir manası yoktu. Ben de İstiklâl Marşı Derneği üyeleriyle olan münasebetimi devamlı olarak bir dayanışma bir tesanüt lafzı olarak yürüttüm. Fakat böyle şeyler elde edemedik. Yani şimdi burada İsmet Özel’i dinlemek üzere zahmet edip gelmişsiniz, size şükranlarımı sunarım. Sebebi de şu; bu bir mükâfattır. Yani bir konuşmacının alabileceği en büyük mükâfat dinleyici bulmasıdır. Acaba siz beni dinlemeye mi geldiniz? Yoksa bağlı olduğunuz yerlere rapor mu vermeye geldiniz “Adam bunları bunları dedi” diye? Yoksa “Bu herifi neresinden vururum?” diye açık yakalamaya mı geldiniz? Bunları bilmiyorum. Ama ben doğrudan doğruya Türkiye’de bir milletin varlığını bildiğim için, o millete mensup insanlarla kopmaz bağlar tesis etmek üzere konuşuyorum. Türk milletine mensup insanlar arasındaki kopmaz bağları teyit etmek, sağlamlaştırmak üzere konuşuyorum. Yoksa niye konuşayım sizinle? Ben şimdi Karacaoğlan’ın bir şiiri üzerine birkaç söz söyleyeceğim. Ama daha önce ben bu işi Yunus Emre’nin bir şiiri üzerine, ilahi olarak okunan bir şiiri üzerine yapmıştım. “Göçtü kervan kaldık dağlar başında” nakaratıyla söylenen ilahinin bence açılımını ifade eden -üzerinden yirmi yıl geçmiştir herhâlde- bir konuşma yapmıştım ve o konuşmanın akabinde bu konuşmayı yapacaktım. Yani “Üryan Geldim Gene Üryan Giderim” konuşmasını ben yirmi sene önce yapacaktım. Ama o ilk yaptığım konuşmada insanların tepkileri, insanların bakış tarzları bunun gereksiz olduğunu yani bu “Üryan Geldim Gene Üryan Giderim” konuşmasını yapmamın bana manasız olduğunu bana gösterdi. Bugün, “Madem manasız, yirmi sene sonra niye yapıyorsun?” diyeceksiniz. Nöbet yerimi terk etmediğimi göstermek için yapıyorum. Ben başından beri, gençliğimden beri; benim ilk şiirim 1963 yılında neşredildi, o zamandan bu yana ne gayeyle ağzımdan ya da kalemimden bir şeyler sadır olduysa aynı gayeyle şu anda da huzurunuzda bulunuyorum. Şimdi, neymiş bu şiir ona bir bakalım, sonra devam edeceğiz. Üzerinde konuşacağımız şiir neymiş.
Üryan geldim gene üryan giderim
Ölmemeğe elde fermanım mı var
Azrail gelmiş de can talep eyler
Benim can vermeğe dermanım mı var

Dirilirler dirilirler gelirler
Huzur-ı mahşerde divan dururlar
Haramı var diye korku verirler
Benim ipek yüklü kervanım mı var

Er isen erliğin meydana getir
Kadir Mevlâm noksanımı sen yetir
Bana derler gam yükünü sen götür
Benim yük götürür dermanım mı var

Karac'oğlan der ki ismim öğerler
Ağu oldu bildiğimiz şekerler
Güzel sever diye isnad ederler
Benim Hak'tan özge sevdiğim mi var
16. yüzyılda söylenmiş sözler bunlar. Ben daha önce Yunus Emre’nin bir şiiri üzerine konuşma yaptım. Çünkü 13. yüzyılın sonları, 14. yüzyılın başlarında O’nun söyledikleri bizim millet olma yolunda attığımız ilk adımın gereği olan sözlerdi. Karacaoğlan’ın sözleri ise bizim millet olarak ulaştığımız en üst noktada söylenmiş sözlerdir. Birçok problem var. Bu problemler Âdem yaratıldığından beri vardı. Yani problemler hiçbir zaman değişmedi. Ama insan olarak biz bu problemlerin neresinde olduğumuzu anlamak durumundayız. Yani Âdem Aleyhisselâm yaratıldığından bu güne kadar, bu ana kadar problemlerin neden değişmediğini bize sanat eserleri gösterir ve öğretir. Yunus Emre’nin ve Karacaoğlan’ın yazdıkları birer sanat eseridir. Sanat eseri nedir? Ne işe yarar?  Bunları fark etmek için sanatla olan münasebetimizi mi iyi anlamalıyız? Yoksa hilkatle olan münasebetimizi mi iyi anlamalıyız? Sanat eseri tek başına bir önem arz eder mi? Yoksa bu bir kıyaslamayla ancak fark edilen bir şey mi? Wassily Kandinsky’nin  Über das Geistige in der Kunst diye bir metni var. Yani “Sanatta Zihinsellik Üzerine” diye Türkçeye tercüme etmişler. O kitabın ilk cümlesi şudur: “Sanat eserleri çağlarının çocuğudur; aynı zamanda duygularımızın da anasıdır.” Yani Kandinsky’ye inanacak olursak bir sanat eseri bir çağın şartları sebebiyle var olur. Ama biz, o çağda yaşayan insanlar, oradan aldıklarımızla dünyayı bir yere raptederiz. Yani duygularımız sanat eserlerinin bize kazandırdıklarıdır. Buradan tabiî ki eğer Kandinsky’nin sözlerini doğru kabul edersek diyebiliriz ki sanat eserleriyle beslenmemiş bir toplum, insan toplumu değildir. İnsan toplumu sanat eserlerinin kazandırdıklarıyla şekil almış bir toplumdur. O yüzden Yunus’tan Karacaoğlan’a kadar geçen zaman boyunca Türk milletinin doğuşunun hikâyesini anlayabilir ve anlatabiliriz. Ama biz bu topraklarda bir milletin hem varlığını teyit etmesi hem de varlığını olduğundan daha üst bir basamağa çıkarmak için çaba sarf etmesi meselesini tamamen devre dışı bırakmışızdır. Savsaklamış değilizdir. Türk milleti meselesinin, benim ümidime bakarsak, İstiklâl Marşı Derneği’nin kurulmasıyla doğması gerekiyordu. Türk milleti meselesinin İstiklâl Marşı Derneği’nin kurulmasıyla doğması gerekiyordu ama doğmadı. Çünkü Türkiye’nin başına öyle şeyler geldi ki insanlar Türk milletinin doğmaması için yaşar haldeler bu topraklar üzerinde. Üstelik bu toprakların üzerinde yaşadıkları da su götürür. Yani bu toprakları esas sayarak yaşamıyor insanlar. Sizler de öyle. Acınacak bir durumdayız. “-yız” diyerek de biraz sizi kayırıyorum. Yani koskocaman bir ülke! Daha dün olan bir şey… Hâlâ olan bir şey… Kilometre bakımından en uzun sınırımız üzerinden mayınlar temizleniyor. O zaman insanlar haldır huldur, dangalakça şeyler söylediler. Bu mayınların niye döşendiği hiç kimseyi ilgilendirmedi. Ama ondan sonra da bir Suriye meselesi çıktı. İnsanlar “Beşar Esad, halkını öldürüyormuş da…” falan filan gibi manyakça ifadeleri ciddi ifadeler kabul ettiler. Hiç kimse Türkiye’de Suriye meselesi doğmadan önce Türkiye sınırından mayınların neden temizlendiğini sormadı! Bunun Ankara’yı, Şam’ı hiç ilgilendirmeyen; tamamen Amerikan hegemonyasının bir planı olduğunu hiç kimse düşünmeden böyle yaşıyor insanlar. Şimdi bunun Karacaoğlan’la alakasını söyleyeyim size. Karacaoğlan bizim millî varlığımızın senedidir. Thomas Stearns Elliot kendi medeniyetinin kültürel varlığını tasvir etmek için şu cümleyi sarf eder; “Dante ve Shakespeare. Bir üçüncüye yer yok!” Eğer Batı Medeniyeti’yle sidik yarışına girmek isteyen bir Türk varsa o da şöyle diyebilir; “Karacaoğlan. Bir ikincisi yok!” Yani dünyada da yok. Neden bu böyle? Bu meseleleri, benim burada dile getirmeye çalıştığım işleri biz aslında millet olarak yüksek akademik alanlarda münakaşa ediyor olmalıydık. Şimdi burada konuşuyor olmamızda bir mahsur ya da zararlı bir şey yok. Ama eğer biz Cumhuriyet’in ilan edilişinden bu yana Türk Milleti’nin varlığını teyid eden ve aynı zamanda Türk Milleti’nin bulunduğu basamaktan daha üst yerlere çıkması için çaba sarf eden bir hayatı yürütmüş olsaydık bu iş daha esaslı verilerle teçhiz edilmiş olurdu. Bu dünyayı da ilgilendiren bir şey. “Dante ve Shakespeare. Bir üçüncüye yer yok!” diyor ya Elliot; bunu A.B.D.’de doğmuş, sonra Büyük Britanya’da tabiiyet değiştirmiş ve hatta din değiştirmiş bir adam söylüyor. Yani Katolik oldu bunlar: Elliot da, Pound da. Çünkü Türklere karşı Batı Medeniyeti’ni en azından muhafaza eden Vatikan’dı. Buradaki patrikhane değildi. Bu dünya ölçüsünde bir şeydir. Neden? Çünkü “Dante ve Shakespeare. Bir üçüncüye yer yok!” denilmesine sebep olan gelişme Batı Medeniyeti’nin müdafilerine göre Antik Yunan’da başlamış bir gelişmedir. Batıda yazılmış hangi ansiklopediyi, hangi kitabı, hangi tarih eserini ele alırsanız alın batının başlangıcını Antik Yunan’dan başka bir yerde göremezsiniz. Gösterilemez, yoktur böyle bir şey. Bu Antik Yunan dediğimiz şey bizim topraklarımızda yaşanmış bir şeydir ve burada da hala Batı Medeniyeti’nin kendi kendine halledemediği meseleler yığını durmaktadır. “Medeniyyet dediğin tek dişi kalmış canavar” canavarlığına Antik Yunan’da doğru bir istikamet tutturduğu avuntusuyla kendisini teselli etmektedir. Homeros, İlyada ve Odesa, bunlar bir şekilde Batı fikriyatının doğuşundaki temel metinlerdir. Öyle midir acaba? Yoksa hiçbir aslı esası olmayan Batı Medeniyeti ıkına sıkına kendine bir yerlerden kaynak mı üretmiştir, türetmiştir, uydurmuştur? Çünkü eğer okuyanlarınız varsa İlyada ve Odesa’yı, biraz dikkatli bir okuyucuysa yahut kültürlü bir adamsa, kadınsa okuyan; anlar ki aynı kalemden çıkmasına imkân yok bu iki destanın. Ama Homeros! Homeros destanları! İlyada daha da acıklıdır. Çünkü kaç parçanın bir araya getirilmiş olduğu kafayı bulandırır. Yani İlyada destanının hangi bölümü hangi bölümüyle ne kadar alakalı, pek kolayca anlaşılamaz. Daha da önemli bir şey, bu destanlar bir sözlü gelenek ürünüdürler. Bu sözlü gelenek kitabî olan Batı Medeniyeti’nin kaynağı nasıl olur? Çünkü İlyada ve Odesa’yı var eden yapı telaffuzla ancak künhüne varılabilen bir yapıdır. Hâlbuki yazılı metin telaffuzu öne çıkarmadan insanla irtibat kuran metindir.

Bütün bu karmaşıklık içinde Türkler Küçük Asya diye adlandırılan toprakları darü’l-İslam haline getirdikten sonra burada hem kendi itikadları gereğince Âdem Aleyhisselâm’dan beri gelmekte olan bütün sâlih, sahih itikadî verilerin muhassalasını tespit ettiler. Hem de arkaik çağdan beri kültürel yönsemelerin, istikamet tutuşların zübdesini, bir tortusunu -tortu demeyeyim, tortu kötü bir anlam veriyor- bir kesafetini temin ettiler. İşte Karacaoğlan bu çalışmanın en yukarıda vardığı yerdir. Batı Medeniyeti bugün bunun çok altındadır. Ama zaten buna ulaşmak için sanat eserleri üretmiştir bu güne kadar. Dünyada Karacaoğlan’ı olan ikinci bir millet yoktur. Ha, Yunus Emre’si olan var mıdır? O da yoktur. Ama dediğim gibi Yunus Emre bizim millet oluşumuzda çakmağı çakan kişidir. Oradan çıkan kıvılcım ateşi yaktı ve en harlı ateş Karacaoğlan’la ortaya çıktı, hissedildi. İnsanları ısıttığı odur. Yüzyıllar boyunca insanlar Küçük Asya denilen topraklarda hastalandıkları zaman “Bana bir Karacaoğlan oku!” dediler. Tabiî ki ayetten sûreden medet umdular. Ama Karacaoğlan’dan da şifa bulmak için medet umuldu bu topraklarda ve bu da sağlandı. Ama biz artık kendi varlığımızdan feragat etmiş… Bile demeyeceğim. Yani böyle bir şey söz konusu değil. Sahicilik duygusunu kaybetmiş insanlar olarak yaşıyoruz. Bunları hesaba katarak konuşalım.
Türkmenistan’da Karacaoğlan’ın şiirlerini Türkmence’ye tercüme etmişler, bir kitap olarak yayınlamışlar. Şimdi size bu Türkmence tercümesini okuyacağım biraz önce aslını okuduğum şiirin.
PERMANYM BARMY?
Çyplak geldim, ýene çyplak giderin,
Ölmezlige elde permanym barmy?
Ezraýyl geler-de, jan talap eder,
Menin jan bermäge mejalym barmy?
Dirilerler, dälirärler, ýörerler,
Rozy-magşar diwanynda durarlar,
Haramy bar diýip, gorky bererler,
Menin ýüpek ýükli kerwenim barmy?
Är bolsa, ärligin meýdana getir,
Kadyr Möwlam, nogsanymy sen bitir,
Mana diýrler: gam ýüküni sen göter,
Menin ýük götäre mejalym barmy?
Garajaoglan diýer, adym öwerler,
Awy boldy iýdigimiz şekerler,
Gözel söýer diýip töhmet ederler,
Menin Hakdan özge söýenim barmy?

Bu da Türkmencesi. Burada size bilhassa vurgulamak istediğim şey bu topraklar darü’l-İslâm olduktan sonra Türklük bir şekil aldı. Türkçe dediğimiz lisan dolaylı olarak değil doğrudan doğruya Kur’an-ı Kerim’den doğdu. Hem vahyin lafzından hem de o lafzı anlamak için müracaat ettiğimiz lügavî kaidelerden. Yani biz Kur’an-ı Kerim’den sadece kelime devşirmedik, aynı zamanda söz dizimi ve bakış açısı da devşirdik. Bu yüzden Türkçe Arapçadan daha çok bir İslâm dili oldu. Bu size çok acayip gelebilir. Türkçe bir İslâm dili olarak Arapçanın üzerindedir. Çünkü biz sadece itikadımıza bağlı olarak konuşuruz. Araplar ise Hıristiyan Arap olarak Arapça konuşabiliyorlar. Ama biz Müslüman olmadığımız zaman Türkçe konuşamayız.  Onun için bu öz(?) Türkçecilik cart curt, bunların hepsi gâvur işidir. Yanlış olmasını bir tarafa bırakın, bunlar yanlış, eksik, sakat şeyler değildir; bu doğrudan doğruya gayr-i İslâmîdir ve gâvurluğun baş tacı edilmesi için uydurulmuştur şeylerdir. Nifaktır. Mesela “Ne fenâ şeyler söylüyorsun İsmet Özel!” diyebilirsiniz bana. Bununla ne demiş olursunuz? “Fenâ” kelimesini kullanıyorsunuz; Arapça bir kelime. Yani geçicilik demek; kötü demek değil. Müslüman olduğu için Türk fâni olanı fenâ diye adlandırmıştır. Fenâ diyor bu; çok fenâ. Hâlbuki orada İngilizce “bad” denilen şey yok. Onu biz Farsça’dan “bet” olarak almışız. “Evladım” demiş, “gurbet iyi bir şey olsaydı ona gurşen derlerdi.” Bakın Karacaoğlan ne diyor; “Üryan geldim gene üryan giderim.” Türkçesi bu bunun. Ama Türkmen “üryan”dan bir şey anlamıyor, “çıplak” diyor. Ama bizim hiç mektep, medrese görmemiş insanımız da “Adam anadan üryan ağacın altında yatıyor!” der mesela, böyle anlatır. “Anadan üryan” der, hiç öyle “çırılçıplak” demez! Çünkü biz Türkçeyi Kur’an’dan öğrendik. Biz Kur’an okuduğumuz için Türkçe konuşabildik. Kim yapıyordu bunu, kim Kur’an biliyordu? Hocalar, müderrisler, âlimler, tamam! Onların zihnî terbiyeleri diğer insanları terbiye etti. Onlar kendi kafalarını bir olgunluğa erdirdiler. Bu olgunluk temas ettikleri insanlara; karısı, çocukları, komşusu ne olursa olsun, onlara geçti. Böyle bir Türkçe doğdu. Ve bu din üzerinden doğduğu için dünyada şive farklarına rağmen, ağız değişmelerine rağmen insanların birbirini anlayabildiği; hatta Orta Avrupa’dan Altay dağlarına kadar insanların iyi kulak kabarttıkları zaman ne denildiğini anlayabildiği bir dil doğdu. Ama Türkiye Devleti sınırları içerisinde ne kadar farklı ağızlarla ve şive sapmalarıyla konuşulursa konuşulsun neticede insanlar birbirlerini anlayabilecek bir dil konuşurlar. Bu Türkçenin yapı özelliği değildir. Bu Türkçenin Kur’an’dan doğmuş olmasının sonucudur. Tabii gayr-î Müslimler de, bilhassa Ermeniler Ermeniceyi kaybettikleri için Müslümanların konuştuklarına benzer bir dil tekellüm ettiler. Ama onlar hiçbir zaman bu bütünlüğün bir parçası olmadılar. Ona kenetlenemediler. Sanat eseri, tek başına bizim duygularımızın anası olsaydı biz de Yunus okur, Karacaoğlan okur işimize devam ederdik. Yolumuza devam ederdik, ama sanat eserleri güç aldıkları kaynağın canlı kalması halinde insanlara tesir edebilen şeylerdir. O yüzden Osmanlı klasik düzeni ortadan kalktıktan sonra Divan Edebiyatı’nda dişe dokunur ürün verilememeye başlandı. Ve Şeyh Galip Hüsn-ü Aşk’ı bu şikâyetler üzerine yazdı. Yani “Artık kimse yazamıyor böyle şeyler” denildi. “Ben yazacağım” diye iddia etti Şeyh Galip. Böylece Türk Edebiyatı’nda son klasik, ilk modern metin doğmuş oldu. Şeyh Galip’in Hüsn-ü Aşk’ı yüzyıllar boyunca devam eden Divan Edebiyatı geleneğinin bir timsali değildir, bir iradî savunmadır. Ama aynı zamanda bir İslâm Hümanizması başlatma girişimidir. “Çaldımsa da mîrî malı çaldım, ilhamımı Mesnevî’den aldım!” diyor Hüsn-ü Aşk için Şeyh Galip. Yani Farsça yazılmış bir eserden bahsediyor. Ama ortada dediğim gibi ilk modern edebiyat metni Türkçe bakımından ve son klasik edebiyat metni var. Şimdi “Bizi bunlarla mı oyalıyorsun” diyeceksiniz, “Biz buraya ‘Üryan Geldim Gene Üryan Giderim’ şiirini dinlemeye geldik!” Bunlarla meşgul edeceğim sizi. Birincisi, birinci mısrada “Üryan geldim gene üryan giderim” derken ilk anlayacağımız şeyin Türkçe’nin Kur’an’dan doğduğudur. “Üryan geldim gene üryan giderim” sözü, tabii şairâne bir söz. Büyük bir hayal çerçevesi çiziyor. Ama halkımız “Üryan geldim gene üryan giderim” demiyor. Bunu sanat eseri söylüyor. Biz “Üryan geldim gene üryan giderim” mısraıyla karşılaştığımız zaman yeryüzündeki hayatımızın neye değdiği konusunda tefekküre çağrılıyoruz. Üryan geldim gene üryan giderim! Türk Milleti kurnazlık gösterip kestirmeden bir laf söylemiş; “Kefenin cebi yok!” demiş. “Üryan geldim gene üryan giderim” sözü artistik bir söz ama “Kefenin cebi yok!” sanat sözü değil. Yani belli bir yerden bir şeyler geliyor bize doğru. Ama hangi kırılmalarla geliyor onu bilmemiz lazım. Belki şiirin en dikkate değer mısraı ikinci mısraı; “Ölmemeye elde fermanım mı var?” Şimdi padişahın fermanı o kadar kuvvetli bir şey ki, yani “Bu herif ölmeyecek!” diye ferman yazılsa ölmeyecek! Ölmemeye elde fermanım mı var! Bu mutlak otoritenin Osmanlı Devleti’nde ne kadar etkili olduğunu anlatan bir şey. Yani biz daha sonra Dadaloğlu’ndan “Ferman padişahın, dağlar bizimdir!” beytini biliyoruz. Yani orada fermana bir meydan okuyuş var, ferman ne kadar güçlü olursa olsun biz yine de fiziki varlığımızla ona direnebiliriz diyor Dadaloğlu. “Ferman padişahın, dağlar bizimdir!” Ama burada Karacaoğlan bize neyi öğretiyor; “Ölmemeye elde fermanım mı var!” Aslında burada tabiî ki ironi var yani “Sizin gibi salaklar elinizde ferman olsa ölmeyeceğinizi sanırsınız! Öyle bir şey yok!” demek istiyor.
“Azrail gelmiş de can talep eyler
Benim can vermeye dermanım mı var”
Bu ne demek. Oscar Wilde ölümüne yakın öyle bir laf söylemiş: “I can’t even afford to die.” Can vermeye dermanı olmamak, ne demek? Tam tersine dermansız kaldığın için ölürsün değil mi? Burada Karacaoğlan’ın bize öğrettiği şey daha sonra Martin Heidegger’in söylediği şeydir. “Yalnızca insanlar ölür, diğerleri telef olur.” Yani biz dünyaya geldikten sonra, yaşadığımız müddet içinde eğer bizi yaratanın emir ve nehiyleri doğrultusunda, tamamen onlara mutabık değil, doğrultusunda bir hayat sürmediğimiz takdirde insan olarak ölemeyiz. Telef oluruz bitkiler ve hayvanlar gibi. Askerde buna zayiat diyorlar. İnsan olmak demek dünya hayatı boyunca cennete yön tutacak bir çabayı sarf etmiş olmak demek. Başarılı olur, olmaz. İnsan cennete yön tutacak çabayı gösterir ve beceremez cehenneme gider. Ama insan olmak demek bu istikameti tanıyor olmak demektir. İnsan, hesap gününde hataları ağır basar, onun cezasını görür. O ayrı bir şey. Ama en azından hesaba çekilecek bir seviye tutturmuştur. Burada “Benim can vermeye dermanım mı var” derken Karacaoğlan “Ben daha o kadarını yapamadım, cehennemlik olacak kadar bile ağırlık bir tutturamadım. Azrail de gelmiş can talep ediyor. Dur bakalım, dur! İnsan olmanın manası konusunda bir kıvam tutturmuş olsak, tamam. Azrail canımızı almaya gelir biz de veririz. Benim can vermeye dermanım şimdilik yok.” diyor.
“Dirilirler dirilirler gelirler.” Bu bir önceki mısrayla bağlantılı. Türkmence tercümesinde değişik bir şey var. “Dirilirler delirerler yörerler.” demiş. Demek ki başka nüshalarda bunun ifadesi farklı. “Dirilirler…” benim anladığım kadarıyla “derilirler gelirler”. “Bâ’sü ba’del mevt” vuku bulduktan sonra gene de huzur-u mahşerde divan durabilmek için bir derlemeden geçileceği belli. Derleme tabiî ki Osmanlı hayatında da önemli bir şey. Oğlan derlenirdi biliyorsunuz yani Yeniçeriler Hıristiyan çocuklarından devşirilen, derlenen insanlar. Bunun da bu sözlere etkisi var diyorum ben.
“Huzuru mahşerde divan dururlar
Haramı var diye korku verirler
Benim ipek yüklü kervanım mı var”
Ne diyor bu adam? Bu gün hayatımızı birinci dereceden ilgilendiren bir şey söylüyor. “Benim ipek yüklü kervanım mı var?” Biz ilmiye sınıfının başımıza açtığı belâ sebebiyle Müslümanlığımızı… İşte komşunun bahçesindeki eriği çaldın mı, yok efendim, teraziyi ne kadar doğru tarttın… Bunlar önemsiz ya da ihmal edilebilir şeyler değil. Ama itaate icbar için Osmanlı ilmiye sınıfının devlete itaati İslâmiyet olarak benimsetmek üzere ürettiği kalıplar bunlar. Hala insanlar Avrupa’ya gittikleri zaman “zutaten”, bakıyorlar içindekiler acaba helal mi haram mı? Bunlar önemsiz küçümsenecek şeyler değil ama “Haramı var diye korku verirler / Benim ipek yüklü kervanım mı var!” Voltaire ne dedi; “Tanrı yoksa bile icat etmeliyiz. Benim oda hizmetçimin köstekli saatimi çalmaması, vekilharcımın da bana kazık atmaması için bir tanrıya ihtiyaç var.” Osmanlı Devleti’nde de ilmiye sınıfı böyle yaptı. Yani “Devlete itaatte kusur etmek dinden çıkmaktır.” Hâlbuki ipek yüklü kervanı olanla iş değişik. İnsanların helal içinde olması ve haramdan uzak yaşaması tabii ki asil bir hayattır. Fakat bütün hayatının bundan ibaret olduğu, kendi küçük dünyasında çok dürüst davranıp, hiçbir meşru zemini olmayan “devlete itaat”i İslâm sanmak başlı başına bir felakettir. İpek yüklü kervana gelecek olursak bu, dediğim gibi, bugünkü hayatımızı doğrudan doğruya ilgilendiren bir şey. Ticaret, kapitalizmin kendini saydırdığı güne kadar lüks mallar üzerinden yapılmıştır. Dünya ticareti dediğimiz lüks malların ticaretidir. İhtiyaç fazlası harcama yapabilecek insanların finans hareketidir ticaret. Onun için iki büyük ticaret yolu tanırız; birisi ipek yolu, diğeri baharat yolu. Öyle değil mi? Baharat Hint dilinde Hindistan demekmiş. Yani biz baharat deyince karabiberi anlıyoruz tabii ki. Lügatte öyle bir anlamı var baharatın. Mesela  “Çok baharatlı olmuş!” diye yemeği reddedebiliyorsun; ama baharat Hindistan demek. İpek yolu, Hindistan yolu. Hindistan’dan sadece karabiber gelmiyor, Hindistan’dan diğer lüks mallar da geliyor. Mesela Venedik bu topraklarda ticaret yaparken dantel, Venedik tacirlerinin malzemelerinden bir tanesiydi. Dantel, yani bu Küçük Asya’da kadınların ellerinde işledikleri şeyler, dünya ticaretinde bir aracı idi. Kürk ticareti mesela. O sıcak memleketlerde kürk ticareti olurdu. Yani Bağdat’a kürk satmaya gidiyordu birileri. Anlamamız gereken bir nokta bu. Kapitalizm kendini hayat biçimi olarak kabul ettirmeden önce dünya ticareti sadece lüks mallar üzerinden yapılan ticaretti. Bu yüzden de Osmanlı hâkimiyetinin ihdas edilmesi hem ipek yolunun, hem baharat yolunun Türk kontrolü altına geçmesi manasına geliyordu. O yüzden yeni ticaret yolları bulmak da, Müslümanları arkadan çevirmek olduğu kadar Portekizli ve İspanyol gemicileri ilgilendiren bir şeydi. Yeni ticaret yolları bulmak. Bizi bugün “Benim ipek yüklü kervanım mı var” mısraıyla birinci derecede ilgilendiren şey Boğaz Köprüleri dolayısıyladır. Şimdi insanlar, Suriye sınırındaki mayınların temizlenmesinin ne işe yaradığını anlamadıkları gibi, Boğaz Köprülerinin de niye kurulduğunu anlamış değillerdir. Türkiye’de İstanbul Boğazı üzerinde -ki bugünlerde siz de neşriyatta fark etmişsinizdir, Çanakkale Boğazı üzerinde de köprü yapma hazırlıkları var- yapılan köprüler Türkiye’yi ortadan kaldırmak üzere, Türkiye’nin varlığını sıfırlamak üzere yapılan işlerdir. Neden böyledir? Gene dünya ticaret yollarıyla alakalı bir şey. En masumane şekliyle Fransa’dan kalkan bir tır yükünü Çin’de indirebilir. Bunu ancak Boğaz üzerinden köprülerle yapabilir. Diyeceksiniz ki “Bu tır Ukrayna’dan dolaşıp gitse olmaz mı?” Demek ki olmuyor. Ha, oralar hiç kullanılmıyor manasında değil. Demek ki en kârlı iş böyle. Bizim milli bütünlüğümüzü yok eden şey Boğaz üzerinde yapılan köprülerdir. Çünkü biz nasıl bizzat, bizatihi Çanakkale ve İstanbul Boğazları üzerinde kontrol kuramıyorsak; Montrö Sözleşmesi bilmem ne… Bizim kendi topraklarımız üzerinde, boğazlar üzerinde mutlak hâkimiyetimiz yoktur. Uluslararası hukuk geçerlidir oralarda. Bizim boğazları kapatma hakkımız yoktur. Daha doğrusu Türkiye’yi idare edecek olan insanlara, “Bakın bunları kabul etmezseniz, nah size Türkiye’de koltuk veririz!” diyenler bunu sağladı. İnsanlar gâvurların hâkimiyetine imkân verdikçe Türkiye’de yüksek mevkileri işgal edebildiler. Hala böyle! Bugün Amerikan menfaatlerinin birine dokunan bir adam Türkiye’de müdür bile olamaz. “Benim ipek yüklü kervanım mı var?”

Onun için İstiklâl Marşı Derneği Türkiye’de söz sahibi olduğu zaman Boğaz üzerindeki köprüleri yıkacağız. Ama tamamen değil. Oraları kafe olarak kullanacağız, yani iki taraftan deniz manzaralı kafeler olarak. Ama üzerinden vasıta geçmeyecek. O yüksek binaları da İstanbul’da, -Ankara’da da lüzumsuz dünya kadar yüksek bina var ama İstanbul’dakiler çok yüksek- hayvan barınağı yapacağız. Gerçi “Şimdiden öyle!” diyeceksiniz ama…
Türkiye toprakları Karacaoğlan’ı doğuran topraklar, Yunus’u doğuran topraklar. Buralar dünyada insan haysiyetinin fark edilmesi sebebiyle sanat eseri üretilen yerler. Batı’da sanat eserleri insan haysiyetini tanıma çabalarıdır. Bizim Avrupa’yla olan farkımız burada barizdir. Avrupa’da sanat eseri insan haysiyetinin anlaşılabilmesi yönünde bir gayret, bir direnç, inat, sabır, ısrardır. Ama bizim topraklarımızda, Türk topraklarında sanat eseri insan haysiyetinin ne olduğunu bilmiş olmanın tezahürüdür. Bir mahsuldür, bir yayılmadır, bir çiçek açmadır. Bunu, bu şiirden anlamak çok kolay. “Er isen erliğin meydana getir!” Türkiye’de insan olduğunu söylemek, insan olduğunu göstermekle mümkündür. “Er isen erliğini meydana getir!” Bunu insan bütün çabasıyla yapmaya çalışır. “Kadir Mevla’m noksanımı sen yetir!” Yani insan bir mükemmeliyete erişemeyeceğini bildiği ve aynı zamanda elinden gelen her şeyi yapsa bile en doğrusunu yaptığından emin olmadığı için “Kadir Mevla’m noksanımı sen yetir!” diyor. “Bizden sil!” diyor. Ayet-i kerimede dendiği gibi, “Kâfirler güruhuna karşı da bize yardım et.”
“Bana derler gam yükünü sen götür / Benim yük götürür dermanım mı var.” Karacaoğlan intihar etmiştir. Bir mağaraya girmiş ve oradan çıktığını hiç kimse görmemiştir. “Bana derler gam yükünü sen götür.” Bu o gün aktüel ve çağdaş bir meseleydi; bugün de aktüel ve çağdaş bir meseledir. Albert Camus “Je me révolte donc nous sommes” demişti. Rene Descartes ise “Je pense donc je suis / cogito ergo sum” demişti: “Düşünüyorum o halde varım.” Bu söz modern düşüncenin mottosu haline geldi. Yani insan zihni etkinliğiyle ancak varlığını hissedebilir ya da varlığını kanıtlayabilir. Modern çağ dediğimiz şey, Türklerin dünyanın yaşanabilir en elverişli yerlerinde hâkimiyet kurmuş olmaları sebebiyle doğmuş bir çağdır. Yani bu adamlar geldiler, önce Küçük Asya’yı darü’l-İslâm haline getirdiler. Sonra burada bir birlik kurdular. Tebriz’den Viyana’ya kadar o gün dünyada işe yarar ne kadar alan varsa oralar bunların sözünün geçtiği alanlar. Geriye Avrupa’nın toprak bakımından verimsiz, iklim bakımından elverişsiz yerleri kaldı. Bu noksanlığı telafi etmek ve Türklerin bu keyifli, hazıra konmuş hayatını sönük bırakmak, en azından orayı özenilir yer olmaktan çıkarmak üzere bir hareket başladı. Bu hareket, mesela İberik yarımadasında Müslümanları silip süpürdükten sonra tabi ki Müslümanların zamanından daha iyi bir şey yapma mecburiyetini getiriyordu onlara. Hâkim oldukları topraklarda “Ooo geldiniz de ne oldu? Ne işe yarıyor? Niye geldiniz?” dedirtmemek zorundaydılar İberik yarımadasında. Diğer yerlerde de toprak verimsizdi ve iklim müsait değildi yaşamaya, rahat yaşamaya, kolay yaşamaya. Bu yüzden ilk önce Avrupa’da, İtalyan site devletlerinde kapitalizmin temelleri atıldı. Neden burada oldu bu iş? Çünkü Roma İmparatorluğu’nun teknolojik, kültürel, siyasi, ekonomik bütün mirası bu şehirlerde toplanmıştı. Yani Roma İmparatorluğu, Batı Roma çöktükten sonra, sadece Napoli, Floransa, Venedik, Milano gibi şehirlerde ele gelir bir hayat vardı. Roma İmparatorluğu’nun mirası buralarda yaşıyordu ancak diğer yerler vahşi yerlerdi. Roma çekildikten sonra oralarda vahşet, hatta yamyamlık bile söz konusuydu.
Bu gelişme Dünya Sistemi dediğimiz şeyi üretti. Bugün halen yürürlükte olan şey, metropol-periferi farkı. Tabii globalizm bu metropol-periferi farkını sahneden silmiş gibi. Şimdi metropolün sporadik dağılımını ve aynı şekilde periferinin de sporadik dağılımını yaşıyoruz biz gloabalizmle beraber. Dünya Sistemi imtiyazlı alanlar ve o imtiyazlı alanların refah içinde olmaları için soyulan alanlar ikilemiyle doğdu. İtalyan site devletleri metropoldü ve Akdeniz havzası periferiydi. Sonra Hollandalılar navlun yani taşımacılık yoluyla edindikleri sermaye birikimini, bir piyasa yapısı kurmak suretiyle kapitalizmin metropolünü kendi ülkelerine taşıdılar. Hollandalılar sadece taşımacılık yapmadılar ama en çok taşımacılıktan para kazandılar. Başka alanlarda da para kazanıyorlardı, dolayısıyla çok büyük bir sermaye birikimi doğdu o alanda. Aptallık etmediler, bu sermaye birikimini bir piyasa düzeni ihdas etmek için, kurmak için kullandılar. 17. yüzyıl aynı zamanda sanat dalında da Hollanda’nın tavan yaptığı yüzyıldır. Felemenk resmi bilhassa. Konuşmanın başında dediğimiz gibi “duygularımızın anası olan sanat eserleri” o zaman doğdu. Gerçekten, yani insanlar Rembrandt’tan, Brueghel’den çok şey öğrendiler. Ama sermaye birikimi aynı zamanda sermaye birikimini kolaylaştıracak siyasi güç gerektirdiği için Britanya, üzerinde güneş batmayan imparatorluk olarak kapitalizmin metropol tekelci tavrını devraldı. Hepinizin bildiği gibi, 1944’ten sonra da bu merkez Wall Street’e, Amerika Birleşik Devletleri’ne taşındı. Ama 1945’ten sonra geçen zaman boyunca çeşitli sermaye hareketleri Sovyetler Birliği’nin haritadan silinmesiyle beraber bir global kapitalizmle yüz yüze bıraktı hepimizi. Burada Karacaoğlan’ın bize öğrettiği şeyi anlamamızı kolaylaştıracak bir husus var. Yani o zaman da bu adam neden intihar ettiği sorusu, bugün de “Bir insan neden intihar eder?” sorusuyla beraberdir. “Bana derler gam yükünü sen götür.” 1871’de, Almanya’nın birliğini kurmasından itibaren Fransa’yla Almanya arasında, “Batı Medeniyeti’nin öncülüğünü kim yapacak” tartışması vardır. Fransa “Civilisation” kavramıyla, “Avrupa’nın en sivilize insanları bizleriz, Batı Medeniyeti’nin öncülüğünü biz yapmayacağız da kim yapacak?” diyorlardı. Almanlara dönüp “Zaten her şeyi de siz bizden öğrenmediniz mi?” diyorlardı. Almanlar da onlara dönüp “Ama her şeyin ilkini de biz yaptık!” dediler. Fransızcada “culture”, “kültür” diye telaffuz edilen şey “kultur” Almancada. Almancada “civilisation” kelimesi var ama Fransızcadan aktarılmış olarak var. “Kultur” kelimesinin Fransızcadan aktarılmasına gerek yok. Latince “colere” mastarından gelen bir kelime o. Almanya ile Fransa arasındaki “kültür” ve “medeniyet” münakaşası, yani medeniyetin mi insanlığın öncülüğünü yapacağı, kültürün mü insanlığın öncülüğünü yapacağı meselesi 1. ve 2. Dünya Savaşlarında bu iki ülkenin birbirlerine çok düşmanca davranmalarına sebep oldu. Hala bir sonuç alınmış değildir. Ama benim Karacaoğlan’ın intiharına getireceğim nokta şudur: Karacaoğlan dünyada daha büyük bir askeri gücü olmayan, dünyada daha gelişmiş bir organizasyonu, devlet organizasyonu olmayan, dünyada en müreffeh insanların yaşadığı ülkenin vatandaşıydı. Karacaoğlan o çağda yaşadı. Yani 16. yüzyılda dünyada Osmanlı Devleti’nden daha güçlü ordusu olan bir ülke yoktu, Osmanlı Devleti’nin vatandaşlarından daha zengin yaşayan insanlar dünyada yoktu ve Osmanlı Devleti’nin, siciller de dâhil olmak üzere, yapısal üstünlüğünde olan bir devlet yoktu. 17. yüzyılda Fransa medenileşirken, o “Güneş Kral” denilen, hani “Devlet benim!” (l'état, c'est moi) diyen 14. Louis, doğrudan doğruya Osmanlı kuruluşunu örnek alarak faaliyetini yürütmüştür. Yani siyasi kuruluşunu. Onun için Avrupa devletleri içinde en merkezi devlet Fransa’dır. Çünkü merkezî Osmanlı yönetimi taklit edilmiştir. Tabii sadece bu taklit sebebiyle değil. Tabi ki bunun zemini var. Aristokrasinin durumu, toprak mülkiyetinin durumu, Fransa’daki ticari kapitalizminin durumu, vesaire vesaire. Ama Karacaoğlan’ın intiharına sebep olan şeyle Werther’in intiharına sebep olan şey aynıdır. O da şu: 1945 yılında bazı devletler ve ordular mağlup edildi. Bazı devletler ve ordular galip durumdaydılar. Ne  oldu? 2. Dünya Savaşı bittiği zaman galip devletler başta ABD ve onun yanında Büyük Britanya’ydı. Üçüncüsü var mı? Sovyetler Birliği. Dördüncüsü yok. Bu ülkeler savaşın galibi olmalarına rağmen haklı bir zafer elde etmediklerini bilerek hükmettiler. Yani galiptiler hiç şüphesiz. Onlar yenmişlerdi hasımlarını. Ama mesela Amerika Birleşik Devletleri Japonya’yı yendi. Nasıl yendi? İki tane atom bombası kafalarına patlatarak. Şimdi bunun meşru bir tarafı yoktu. Hiç kimsenin “Görüyorsunuz, bombayı patlattık, herifleri teslim aldık!” diyecek hali yoktu. Bu övünülecek bir şey değildi. Bütün alanlarda böyleydi. Mesela Fransa’da galipler arasında sayılıyordu. Almanya’yı işgal eden birliklerin bazıları da Fransız birlikleriydi ama zaten Hitler’in devlet kurdurduğu ülke, bir süre sonra arkalarına Amerikalıları alıp Almanya’yı işgal ettiği zaman “Gördünüz mü? Biz abilerimizin sözünü dinledik, şimdi sizi dövüyoruz!”… Bu söylenemeyecek bir şeydi. 2. Dünya Savaşı’nın galipleri, galibiyetleriyle övünemeyecek insanlardı. Bu insanlığın hangi tavrı takınması gerektiği sorusunu boş bırakıyordu. Bu boşluk da intiharla doldurulabilirdi ancak. Onun için Albert Camus “Felsefenin ilk problemi intihardır” diyerek söze başladı. Yani yaşamak, hayat hayatta kalmak değer mi, değmez mi? Önce buna karar verelim. Çünkü dediğim gibi, müdafaa ettikleri hiçbir şey yoktu. Bütün insanları kandıracak birtakım şeyler uyduruyorlardı. Mesela ne diyorlardı? “Savaşı demokrasiler kazandı totaliter rejimler kaybetti.” Bugün de Türkiye’de bütün mankafaların darbe aleyhtarı olmaları gibi. Bütün mankafalar darbe aleyhtarıdır. “Totaliter rejimler kaybetti” diyorsun; Sovyetler Birliği var burada! Yani savaşın galibi! Hani demokrasiler kazandıydı? “E tabii canım! Demokrasiler kazandı! Görmüyor musun, işte halk demokrasileri var: Romanya Halk Demokrasisi, Macaristan Halk Demokrasisi, Bulgaristan Halk Demokrasisi, Çekoslovakya Halk Demokrasisi. DDR (Deutsche Demokratische Republik) herkes demokrat!” Yani demokrasi kazandı. Ondan sonra ne oldu? 1990 yılında Sovyetler Birliği yıkıldığı zaman, bunlar demokrasiye döndüler! Demokratik cumhuriyetler, demokrat oldu birden bire nasıl olduysa. İşte böyle komiklikler, insanların 2. Dünya Savaşı sonunda, “Yaptığımız hiçbir şey, insan haysiyetine yakışmaz.” diyen insanların, “Benim teklifim intihardır” demelerini gerektirdi. Karacaoğlan da bunu yaptı. Çünkü o öyle bir ülkenin önemli bir kişisiydi. Belki de en önemli kişisiydi ve dünya hâkimiyetinde, ya da dünyanın en muteber yerlerinde hâkimiyet kurmuş olmada haklı bir sebebi olmadığını bilecek kadar mü’min idi. Karacaoğlan imana sahipti. Onun için bunun tek açık yolunun intihar olduğunu biliyordu.
Hazır ol vaktinde Nemçe kralı
Yer götürmez asker ile geliyor
“Yer götürmez”, yani toprak bile taşımıyor o kadar çok askeri var.
Patriklerin inmiş tahttan diyorlar
Bir halife kalmış o da geliyor
Yetmiş bin var siyah postal giyecek
Seksen bin var Allah Allah diyecek
Doksan bin var tatlı cana kıyacak
Yüz bini de Tatar Han’dan geliyor
Gelen Ahmet Paşam kendidir kendi
Altmış bin dal-kılıç küsuru cündi
Kaçma kafir kaçma ölümün şimdi
Hacı Bektaş Veli kalkmış geliyor
Şevketli efendim Sultanım vezir
Altmış bin kılıçlı yanında hazır
Deryalar üstünde boz atlı Hızır
Benli Boza binmiş o da geliyor
Karac’oğlan der ki burda durulmaz
Güler yüze, tatlı cana doyulmaz
Gökteki yıldızdan çoktur sayılmaz
Yedi iklim dört köşeden geliyor
“Burda durulmaz” diyor adam. Yani bu kadar övdüğü, yani kâfirlerin elini kolunu kıpırdatacak hali olmadığını beyan ettikten, sonra bir mü’min olarak… Çünkü çok önemli bir şey. Bizde halk edebiyatı deyince genellikle Alevi-Bektaşi nefesleri, falan filan akla gelir; ama Karacaoğlan Sünni ve de Hanefi bir şairdir. Yani bunu şiirlerini tetkik ettiğiniz zaman anlarsınız. Ama tıpkı 1945 sonrasında galiplerin kendi galibiyetlerine mesnet bulamayışları gibi, o da Osmanlı kültürünün ikiyüzlülüğünden, Osmanlı kültürünün özde çürümüş karakterinden kendini sorumlu tutuyor ve bir mağaraya girip çıkmıyor bir daha.
“Benim yük götürür dermanım mı var” derken, bu işleri insan aklının suiistimaliyle mazerete kavuşturmanın kendisi için bir çıkar yol olmadığını beyan ediyor Karacaoğlan.
Bana derler gam yükünü sen götür
Benim yük götürür dermanım mı var
Bugün kullandığımız kelimelerle ifade edilemeyecek şeyler, ama Karacaoğlan, işin her boyutunu fark edecek kadar entelektüel bir adamdı ve gam yükünü götürmenin de kendisine bir çeşit ahlaksızlık damgası vuracağını biliyordu. “Karacaoğlan der ki ismim öğerler” yani şöhreti falan yerinde öyle şikâyet edecek bir şey yok. Ama “Ağu oldu bildiğimiz şekerler” yani haysiyet endişesi olan bir insan olarak, işin olması gereken yerde olmaması halinde rahat bir hayat yaşamanın, şekerlerin zehir tadı vermesi manasına geldiğini, en azından birilerine iletmek üzere söylüyor bunu. Diyor ki: “Güzel sever diye isnad ederler/ Benim Hak’tan özge sevdiğim mi var.” İstiklâl Marşı’nda da, Karacaoğlan’da da “Allah” kelimesi geçmiyor. En azından bu şiirde “Hak” diyor. Bu Müslüman olarak bizim bir çeşit duayı da içine alan çabamızdır. Yani Allah İsm-i Celil’i, cihad gibi sarih olarak haklılığı gösteren yerlerde hiç düşünmeden ağzımızdan dökülen, dudaklarımızdan dökülen bir lafızdır. Fakat Hak derken biraz da haklı olma duasını ederiz. “Güzel sever diye isnad ederler/ Benim Hak’tan özge sevdiğim mi var?” Burada ilk planda fiziki aşk ile ilâhi aşkın aynı yerde bulundukları yorumu kolaycı bir yorumdur. Burada “Ben Allah’tan başka sevgili bilmiyorum” demenin bizim Müslüman olarak yaşama, Müslüman olarak ölme duamızın yerine oturmasıyla alakalı. Bir kapı açmamız lazım; yani yerine oturmasına varacak, yarayacak bir kapı açmamız lazım. Dünyada bulunuşumuz bir kere inkâr edilemez bir şekilde cinsiyete ait bir şey. Bunu dışarıda tutup dünyaya gelmek diye bir şey yok. Yani bu sexual bir şey. Cinsiyet dediğimiz zaman biz Arapların kullandığı manada kullanmıyoruz. Araplar cinsiyet dedikleri zaman milliyeti anlıyorlar hatta tabiiyeti anlıyorlar. Dünyayı fark etme ve fark ettiğimiz şeyler arasında tercihler yapma. Bu kendi başına bir macera. Daha anamızın karnındayken doğacağımız dünya konusunda belli tesirler altında bulunuyoruz, bunu çok kolay gözleyebildiğimiz için söylüyoruz. Babamızın belindeyken ne halde olduğumuzu anlayacak durumda değiliz. Ona aklımız ermiyor. Aklımız ancak anamızın karnındayken aldığımız tesirlere eriyor. Anamızın karnındayken belli tesirler alıyoruz. Kadının dokuz aylık, bazen yedi aylık hamileliği sırasında doğuracağı çocuk bir şekilde eğiliyor bükülüyor, ne oluyorsa… Yani sevinçler, korkular, heyecanlar, tehlikeler, güvenlikler konusunda belli izler taşıyarak doğuyoruz biz. Doğduğumuz zaman bomboş doğmuyoruz. Doğduğumuz günden itibaren izlenimler edinmiyoruz; daha doğmadan o izlenimler üzerimize biniyor. Bindikten sonra, bu sefer çok daha şiddetli bir vasat bizi bekliyor. Bize ulaşan her faktör bizim bir yol çizmemize sebep oluyor. Biz bunu kavrayamıyoruz. Bebekliğimizden itibaren neyle temas etmişsek onun üzerimizde üstelik an be an, gün be gün, yıl be yıl tesirleri var. Böyle akıl almaz derecede, münasebetler ağı içinde bir yere geliyoruz. Nereye kadar geliyoruz? Buluğ çağına geliyoruz. Buluğ çağı demek, hareketlerimizin kendimize benzer bir yaratığın ortaya çıkmasına sebep olabileceği bir çağ. Yani kızlar adet görmeye başlıyorlar, erkekler de ihtilam olmaya başlıyorlar. Bu demek ki, bizim bir başka kimseye devredemeyeceğimiz bir mesuliyet altında kaldığımız bir zaman. Günahların ve sevapların başladığı zaman. Bu hırsızlık da olsa, darp da olsa, diğer hareketlerimizi artık bu olgunluk haberinden sonra manalı kılabiliyoruz. Buluğa ermemiş bir çocuk sadece anasının karnından itibaren aldığı tesirlerin bir uzantısı olarak kavga eder ya da zıplar, oynar. Ama buluğa erdikten sonra artık bir insan hâsıl etme zihni seviyesinin gereği olarak bunları yapmaya başlar. Mesela adli tıp derslerinde öğretirlerdi eskiden çocuklarda hırsızlığı kışkırtan bir salgı olduğu söylenir. Onun için çocuk hırsızlar cezalandırılmaz, çünkü zaten fizyonomik olarak böyle bir temayülü vardır. Ama çocukluk geride bırakılınca artık bu söz konusu değildir. Buluğ çağından itibaren biz artık tamamen mesul insanlar olarak yaşarız ve bu yüzden de Müslüman oluşumuz bizim gerçekten insan vasıflarını seçip seçmeyişimizle alakalıdır. Günah-sevap konusunda belli bir netliğe belli bir kesinliğe varmış olmak aynı zamanda insan haysiyetine yaraşır bir yeri isteyip istememekle alakalıdır. Karacaoğlan’ın “Güzel sever diye isnad ederler / Benim Hak’tan özge sevdiğim mi var?” derken söylediği şey; “Ben ne arıyorsam, o aradığım bir şuurun bana kazandırdığı ve benim kazanarak, kazançlı çıkmayı düşündüğüm şuur sebebiyledir’ demesidir.
Ölünceye kadar ilk intiba ile yaşarız. Bizim insan olarak ilk intibaı yeniden değerlendirmemiz bizi yükseltir veya alçaltır. İlk intiba çocuklukla başlayan bir şey olduğu için, insanın çocukluk hali onu öldüğü güne kadar takip eder. Onun için insan her yaşında buluğa erdikten sonra da her yaşında çocuk aklı ile Müslüman aklı arasında tercih yaparak yaşamak zorundadır. Ama hayatında hiçbir zaman bu karşılaştırmayı yapmamış olan insanlar kendilerine telkin edilen şeylerle yaşarlar. İnsan olmak demek “istiklâl” demektir. Yani taşımayı becerebilmek demektir. Çocuk taşımayı beceremez. İnsan buluğa erdikten sonra yapabileceği halde yapmamak yüksekliğini elinde tutar ama çocuk ne yapabilirse onu yapar. Yetişkin, yapamayacağı halde yapmaya çalışır, yapabileceği halde yapmayı reddeder. Bu insan olmaktır. Müslüman olmasa bile insan böyledir. Yani hayvanlıktan bizi ayıran şey, acıkmadığımız halde yiyebilmemiz, uykumuz gelmediği halde uyuyabilmemizdir.
Ama bir insan topluluğuna mensup olmak, yani bir millet teşkil edebilmek ferden sahip olduğumuz gelişkinliği bütün topluluğa teşmil etmektir. “Sen Türksün! Bu sana yakışıyor mu?” dediğin zaman o gelişkinliği bütün Türklere teşmil etmiş olursun. Ama adam “Sen Almansın! Bu sana yakışıyor mu” da diyebilir. Bunu her millet kendisi için söyleyebilir. Ne neye yakışıyorsa. Mesela Atina ve Isparta arasında bir rekabet vardı antik Yunanda. Ispartalılarda beceri çok önemliydi, kabiliyet ve müessiriyet. O yüzden çocuklarını, mesela iyi ata binsin diye daha küçükken keçilere bindirirlerdi. Keçinin üstünde durabiliyorsa atın üzerinde haydi haydi durur, diye. Ispartalılarda -ya da Spartalılarda neyse- yakalanmamak şartıyla hırsızlık da erdemdi. Çünkü beceriyi anlatıyordu. Bunu şunun için söyledim; bir “Türksün sen! Bu sana yakışıyor mu?” demek var, bir de “Yunanlısın sen! Bu sana yakışıyor mu?” demek var. Hangisi, kime yakışıyor, onu bilmiyoruz yani. Millet anlayışı insanın ferdi gelişiminin bölüşülmesi, paylaşılması demek. Bugün paylaşma kelimesini anlatmak manasında kullanıyorlar, aptalca bir şey tabii. “Kimseyle paylaşmadım” diyor “Kimseye söylemedim” diyecek aslında.
Bizim “Karacaoğlan’ımız var” diyebilmemiz için önce “Karacaoğlan’da ne var?” onu anlamamız lazım. Bize millet olarak böyle bir kötülük yapıldı. Elimizde ne olduğunu bilmeden yaşıyoruz; eğer elimiz diye bir şey olduğunu varsayıyorsak. Bugün geldiğimiz noktada insanlar “demokratikleşme”den bahsediyorlar mesela. Türkiye’de, bu kadar mektep bitirmiş, titr sahibi, etiketli bir çok insan var. “Bu ne saçmalıktır!” demiyor kimse. “Her şey bitti de demokratikleşme mi kaldı?” demiyor kimse. Çünkü insanlara “Öbür kısmı tamamlandı; bir demokratikleşme kaldı” diye kazık atıyorlar. Demokrat olup da ne olacağız? Kimmiş, neymiş bu demokrasi? Kimse merak edip sormuyor. Bizim Türkiye Cumhuriyeti hayatında tabii ki demokrasi uygulamasının önemli bir yeri var. Ama bugün “Türkiye demokratikleşecek” diye söyledikleri şeylerle, bizim Türk Milleti’nin demokrasiyle olan münasebeti arasında bir bağ var mı? Yok. Biz bugün demokratikleşme derken; köleleşmeyi anlıyoruz. Henüz yeterince köleleşmedik, henüz yeterince aşağılık olamadık, henüz yeterince adileşemedik diye şikayet ediyoruz! Türkiye Cumhuriyeti Birinci Dünya Savaşı’nın sonunda kuruldu. Dünya Sistemi’nin merkezinin henüz Londra olduğu zaman. Londra Dünya Sistemi’nin patronu olarak o günkü kapitalist yapının ihtiyacı olan bir yönetimler silsilesi üretti. Önce Sovyetler Birliği, arkasından Faşist İtalya. Onu Türkiye Cumhuriyeti takip etti. Dördüncüsü de Nasyonal Sosyalist Almanya’dır. Bu bahsi şunun için açtım. Bizim 1923’te ilan edilen Cumhuriyetimizin 1946’ya kadar süren rejimi, Dünya Sistemi’nin patronu olan Britanya’nın bize dayattığı rejimdir: tek parti yönetimi. Fakat 2. Dünya Savaşı’nın asıl galibi Amerika Birleşik Devletleri’ydi. Amerika Birleşik Devletleri kendi yapısına uygun bir siyasi kuruluşu, hâkimiyeti altındaki her yere dayattı. Türkiye’de de, 2. Dünya Savaşı Amerika tarafından kazanıldıktan sonra, 1946’da ilk çok partili seçim oldu. Türk Milleti Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunda kendisine dayatılan rejimi reddettiğini 14 Mayıs 1950 günü oy kullanarak beyan etti. Türk Milleti kendisine Dünya Sistemi tarafından dayatılan rejimi reddetti: 14 Mayıs 1950. Bu reddiye ısrarlı olarak devam etti. Ondan sonra da 27 Mayıs 1960 sabahı Merkezi Haberalma Teşkilatı 29 Ekim 1923’te ilan edilen Cumhuriyet’i lağvetti. Bizim ülkemizde son demokratik seçim 1957 yılında yapıldı. 1957 yılından bugüne kadar bir tek demokratik seçim yapılmamıştır. Hepsi bazı siyasi dengeler güdülerek manipüle edilmiş şeylerdir. Tabii ki manipüle edenlerin her dedikleri tam istedikleri gibi sonuçlanmadı. Ama manipülasyon her zaman başarılı oldu. Bugün demokratikleşme dedikleri şey elimizden alınan demokratik şartların geri gelmesine mani olan şeylerdir. Bizim elimizde bazı demokratik pozisyonlar vardır. Bu pozisyonların bir daha doğmaması için Türkiye üzerinde her gün yeniden operasyon yapılıyor.
Üryan geldim gene üryan giderim
Biz eğer hesabımızı Allah’a vereceksek, bu dünyada, vereceğimiz hesaba uygun hareket edeceğiz. Üryan geldik, gene üryan gideceğiz. Burada çevirdiğimiz dolapların hesabını vereceğiz. Burada söylediğimiz yalanların hesabını vereceğiz. Burada çocuklarımıza yedirdiğimiz haram lokmanın hesabını orada vereceğiz. Şimdi devre mülkle uğraşan insanlar bunu düşünsünler. Resul-i Ekrem irtihal ettiği zaman anlaşıldı ki zırhlarından bir tanesi bir Yahudi’de rehindeymiş. Biz onun ümmetiyiz. Resul-i Ekrem irtihal ettiği zaman bir devlet başkanıydı. Hani Mekke fethedilmişti falan filan yani. Bugün Türkiye’de servet sahibi olan herkes, servetinin meşru zeminini savunuyorsa benim diyeceğim hiçbir şeyim yok. Ama her servet sahibi “Canım orayı karıştırma!” diyorsa, o zaman 75 milyon mu yaşıyor burada, hiçbiri hesabını veremez. Ha, “Boş ver o hikâyeleri!” diyerek de yaşayan insanlar var. Ama;
Üryan geldim gene üryan giderim
Ölmemeğe elde fermanım mı var
Azrail gelmiş de can talep eder
Benim can vermeğe dermanım mı var

Dirilirler dirilirler gelirler
Huzur-ı mahşerde divan dururlar
Haramı var diye korku verirler
Benim ipek yüklü kervanım mı var

Er isen erliğin meydana getir
Kadir Mevlâ'm noksanımı sen yetir
Bana derler gam yükünü sen götür
Benim yük götürür dermanım mı var

Karac'oğlan der ki, ismim öğerler
Ağu oldu bildiğimiz şekerler
Güzel sever diye isnad ederler
Benim Hak'tan özge sevdiğim mi var

Teşekkür ederim.

28 Eylül 2013, Ankara

Okuma Grubunun Şu Güne kadar Üzerinde Konuştuğu Metinlerin Listesi

03:37 Posted by Bedri Münir No comments
1. Hurafeler ve Mitler, Halk İslamında Senkretizm, Süreyya Su, İletişim Yayınları.

2. "İSTİLA DEVİRLERİNİN KOLONİZATÖR TÜRK DERVİŞLERİ VE ZAVİYELER", Ömer Lütfi Barkan, Tam Metin: http://www.recepsen.com/Kolonizator_Turk_Dervisleri.pdf

3. Türk Dini Düşüncesinin Teşekkül Devri, Fatih Mehmet Şeker, Dergah Yayınları.

4. el-Alim Ve'l-Müteallim, Ebu Hanife, Beş Eser, MÜ İlahiyat Makfı Yayınları, Tam Metin: http://ikincikosu.blogspot.com.tr/2014/11/el-alim-vel-muteallim-imam-azam.html 

5. Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar, M. Fuad Köprülü, Alfa Yayınları.

6. Tanrının Kuraltanımaz Kulları, İslam Dünyasında Derviş Toplulukları (1200-1550), Ahmet T. Karamustafa, Yapı Kredi Yayınları, PDF: https://drive.google.com/file/d/0BxRTNEEEQWGMNkI1Y0NzOWVtS2s/view?usp=sharing

7. “Kimlik, Kişilik, Ontik Kimlikler ve Türkiye”, Türk Düşüncesi Dergisi, Said Başer, Metin: http://saitbaser.com/2014/02/04/kimlik-kisilik-ontik-kimlikler-ve-turkiye/

8. Hacı Bektaş Efsaneden Gerçeğe (Efsaneden Gerçeğe), İrene Melikof. pdf: https://drive.google.com/file/d/0B4H_xU7Ml6-IbXY1TUd3dnd4alE/view?usp=sharing

9. Ahi Evren-Mevlana Mücadelesi, Mikail Bayram, Yeni Zamanlar Dağıtım. 

10. Tabsira(tam adı: Tabsiratü'l-Mübtedi ve Tezkiretü'l-Müntehi), Tasavvufi Düşüncenin Esasları, Ahi Evren, Diyanet Vakfı. (Çev: Mikail Bayram)

11. Metali'ül-İman (İmanın Boyutları), Ahi Evren, Nüve Kültür Merkezi. (Çev: Mikail Bayram)

12. Omurgasızlaştırımış Türklük, Teoman Duralı, Dergah Yayınları.


Arada başka makaleler de okuduk. 

“Asıl kırılma Hilafet’in Osmanlı’ya geçmesiyle yaşandı” - ALTAY ÜNALTAY(Röportaj) 

KİTAP İNCELEMESİ - Tanrının Kural Tanımaz Kulları - AYHAN YALÇINKAYA

Ahi-Çiftçi-Gıda Hareketi - LÜTFİ BERGEN 

Ahilik kültürü ve kapitalizm - LÜTFİ BERGEN

Hoca Ahmed Yesevî ve Dîvân-ı Hikmet 

“Türkler” Niçin Müslüman Olmadı ve Olamazdı ama Müslümanlar Niçin ve 
Nasıl Türk Oldu? - DEMİR KÜÇÜKAYDIN

Ahilik Üzerine Notlar - YAVUZ SOYSAL

00:42 Posted by Bedri Münir , No comments
Ahiliği anlamaya çalışırken karşımıza yine masalsı ve bilinmeyen bir yan çıkıyor. Bunu en çok Ahi Evren’in yaşamında görebiliyoruz. Anadolu’nun her yanında örgütlenmiş bir yapı kuran, Moğollarla mücadele ederken şehit düşen, Mevlana ve çevresiyle karşı karşıya gelen,tarihi kişiliği tam manasıyla aydınlanmamış bir masal kahramanı. Mikail Bayram eserlerinde Ahi Evren’in Nasreddin Hoca olduğunu söyledi ve bugüne kadar bilinmeyen yirmi kadar eserini ortaya çıkardı. Bu yazının konusu Ahi Evren’in müthiş yaşamı değil, bu konu için Mikail Bayram’ın eserlerine müracaat edilebilir. Sadece şunu söyleyebilirim; resmi tarihin sığ anlayışı yüzünden Bayram’ın tezlerine gereken değer verilmediği gibi, bulduğu eserler Ahi Evren’e ait olmasa bile şimdiye kadar hiç bilinmeyen bu eserlerin ortaya çıkması ciddi bir tartışma konusu bile olmadı. Zaten Sadrettin Konevi’ye ait Selçuklu tarihi ve düşünce dünyamız için çok önemli olan defterlerinin bir kısmının çalınmış olması bu ciddiyetsizliği, aldırmazlığı gösteriyor.Anadolu’nun İslamlaşma dönemi olan 12. 13. yüzyıl ile ilgili yazma eserler okunmayı bekliyor. Bunların küçük bir kısmını önüne konulan onca engele rağmen Mikail Hoca ortaya çıkardı. 13. yüzyıl orada öylece sisli bir şekilde anlaşılmayı bekliyor.
Ahilik ile ilgili de aynı ciddiyetsizlik söz konusu. Ahilikle ilgili çok sayıda çalışma yapılmakla beraber, bunlar hem tarihsel bakımdan hem teorik olarak sis perdesini kaldırmış değil. Benim yazacaklarım ise akademik bir makaleden ziyade okuduklarımdan bende kalanlar.
Fütüvvet geleneğinin Anadolu’da aldığı bir düşünsel, iktisadi hareket olan Ahilik, fütüvvetin dinsel geleneklerini içermekle beraber çok ileri bir adımla yaşamın esas idarecisi olan iktisat meselesini bu topraklarda orijinal bir sistem kurarak çözmüştür. Dünyevi ve uhrevi olanı iktisadi bir sistemle buluşturan Ahilik, insanların kazanç sağlarken nasıl aynı zamanda kendilerini inşa edebileceklerini gösteren bir yapı. Kazanç dünyasına dahil olan hırs, rekabet, bencillik gibi kavramların tam aksine başkalarını kendisine tercih etme, diğergamlık, dayanışma bu yapının temelleri. Bugün ise Ahiliğin ilkeleri ile bir işyerinin ayakta kalması neredeyse imkansız. Haramsız, alavere dalaveresiz iş yapana helal olsun. Öyle bir düzen ki ne kadar dikkat etseniz haram bir yerinden bulaşıyor. İş dünyasında yalan söylemeden bir işi halletmek büyük marifet.Hasılı Ahiliğin ilkeleriyle iş dünyası arasındaki uçurum inanılmaz.
Böyle bir örgütlenmenin bu topraklarda filizlenmesi dönemin tarihsel koşulları sebebiyle olduğu kadar dini anlayışla da ilgili. Ahilik Kuran’ın yaşama dair anlayışının ete kemiğe bürünmesi aynı zamanda. Kuran’ın yaşama yönelik anlayışı bu yazının sınırlarını aşmakla beraber konuyla ilgili Esat Arslan’dan yapacağım şu alıntılar bir giriş olabilir: “Kuran’daki İslam yasakların ve yasaklamaların değil, özgürleştirmelerin ve helal kılmaların dinidir… Temiz bir fıtratın ahlaken yanlış bulduğu hariç her şeyin serbestleştirilmesinin dinidir. Kuran salt teorinin ya da pratiğin değildir, hakikatin ve adaletin yanında estetiğin, mutluluğun, arzunun ve erosun da dinidir. Yeryüzünün nimetlerinden faydalanmayanlara yeryüzünün nimetlerini sunabilmek için cihad etmenin dinidir. Kuran arzunun devriminin dinidir. Çağı ileriye taşımak isteyen bir dindir.” Esat Arslan’a göre, Kuran pasajlarını ve sembollerini şöyle okumak mümkündür: “oyna, eğlen, süslen, yarış, seviş, yarattığım bütün nimetlerden tat, kendini Kuran ışığında bir sanat yapıtı olarak inşa et, kendinle gurur duy, bana da hamdet, bunları yaparken asla hakperestlikten ve adaletten şaşma ve yeryüzünde herkes senin yaşadığın bu hazları yaşayabilsin diye infak et, cihat et. (…) Mahiyeti Allah tarafından yeryüzünün halifesi olmak kılınmış insanın Allah’la sahih ilişkisi, öyle görünüyor ki, yeryüzü ve yeryüzüne ait (seküler) akletme dolayımından geçiyor. Bu söylediklerimin modern haz yaşamının olumlanmasıyla hiçbir ilgisi olmayan aşkın bir var oluş şuurunu dillendirmek olduğunu söylemeye aslında hiç ihtiyaç yok.”
Ahiliğin hep hayata bakan, hayatın içinde insanı inşa eden bir yanı var. Hayata ve insana dönmek, iptidai ihtiyaçlar seviyesinde bir çıkar değil de, var oluş sızısıyla düşülen bir yolculukta uçurumun kenarından delirmemek için dönmek olarak yapıldıysa anlamlı olabilir, yeni ufuklar açabilir. İnsan bazen boş bir kuyuya düşer. İçinde varlığın feveran ve nöbetini duyduğumuz “saçma” kuyusuna. Nihilizmin uçurumuna çıkabilir. Bu kuyu ile uçurum bazen aynı şeydir bazen ayrı. Bazen birbirini besleyen yeni bir zihinsel fırtınadır; bazen de birbiriyle inatlaşan, dövüşen bir zıtlık. Burada dünyaya,insana ve yaşama dönmek sadece bir zorunluluk değil tamamlanmamızın, Allah’ın dediği istikamette ilerlememizin yolu. Dervişin bir yanı o varoluş dediğimiz büyük muammayla boğuşurken, bir yanı sükunetle,tebessümle önündeki o küçük işi yapmaktır. Ahi Evren gibi deriye şekil vermektir, yaptığı işte ustalaşmaktır. Ahi Evren’e Nasreddin Hoca diyeceksek Hocanın yaşamdaki mizahi ve bilgece duruşu bize çok şey söyler. Ahiler yaşama anlam katan,güzel adamlardır.
Ahilik bir gençlik teşkilat aynı zamanda. Feta genç, yiğit manalarına geliyor. Genç bizim kültürümüzde iki anlama gelir. Biri hazinedir, ikincisi cahilliktir. Hem işlenmesi gereken bir hazinedir ve hem de acemilikle, hesapsızlıkla, acelecilikle, toylukla, asilikle anılır. Önemli olan bu acemiliğin, hesapsızlığın, aceleciliğin, toyluğun, ani öfkelenmelerin (…) hazineye dahil olduğunu bilmek ve bu özellikleri, bu cevheri doğru bir istikamette hayra çevirmektir. Yiğitlik her türlü umutsuzlukta, yoklukta, sıkıntıda rest çekmektir bazen. Zorluklardan umut çıkarmaktır, ben varım demektir. Bir atılıştır, iyiyi, adaleti, doğru olanı cesurca savunmaktır. Ahiliğin yaptığı gençliği ve yiğitliği örgütlemektir.
Diğer mesele insanı hayvandan ayıran bir özelliğinde bir gelecek tasarlayabilmesi gerçeğidir. Hayvanlar geçmişi bilirler, fakat bir gelecek tasarlayamazlar. Ahilik diğer insanlarla beraber çalışarak yeni ve daha iyi bir dünya kurmaya muktedir, özgürce hareket eden ve özgürce bilen birey şeklinde ifade olunan modernliğe yakındır. Hem iktisadi ihtiyaçları karşılayan ve aynı zamanda bağlılarının kendilerini her manada inşa etmesine olanak tanıyan bir tarikat olarak Ahilik, tasavvufun derin hikmetlerini içermekle beraber İnsanın Allah’la sahih ilişkisinin yeryüzüne ait bir akletme ile mümkün olabileceğini kavrayarak, cezbenin zaptürapt altına alınmadığı durumlarda ortaya çıkacak meczubane davranışları önlediği gibi, insanın kendini gerçekleştirebileceği ve bunu yaparken kazancını sağlayabileceği bir yapıdır. Ahilerin Kalenderi dervişlerle tartışmalarının esasını da dilenmemek, tufeyli (asalak) geçinmemek, mutlaka bir iş, sanat sahibi olmak oluşturur. Daha sonra Mevlana ve çevresiyle Ahi Evren arasındaki mücadelede de, Moğollarla ilişkiler ve dönemin siyasi atmosferi etkili olduğu kadar, Mevleviliğin çalışmadan devlet imkanlarıyla geçinme anlayışına karşı Ahilerin kendi kazançlarını kendilerinin kazandığı müstakil bir yapı olmalarının da sanırım etkisi var. Ahiliğin yaşama anlam katan ve geleceği örgütleyen anlayışı diğer tasavvuf ekollerinden onu ayırır. Bu bakımdan Bektaşiliğe yakındır. Anadolu’da Halk İslamını temsil eden yapılar kendi ekonomik ihtiyaçlarını karşılamak bakımından merkezde temsil edilen ve iktidar olanaklarıyla ayakta duran kitabî İslamı temsil eden yapılardan ayrılır.
Tarihsel bir olayı, şu veya bu şekilde ortaya çıkaran, var eden durumlar dün değil bugün oluşmaktadır. (Yasin Aktay, Türk Dininin sosyolojik İmkanı, s.36) Tarihsel malzeme dini, kültürel, sosyal olaylar dizisiyle beraber ele alındığında ve bir teorik çıkışa doğru götürüldüğünde bugüne dair bir mana ifade eder.
12. ve 13. yüzyıllarda toplumsal değişimlerin en fazla hissedildiği bir tabaka olarak orta sınıf, esnaf ve sanatkar zümresi, yaşadığı siyasi ve toplumsal çalkantılar ortamında dağınık gruplar halinde olmaktan ziyade korunma iç güdüsüyle birbirleriyle dayanışmış ve disiplinli teşkilatlar halinde birleşmişlerdir. 13. yüzyılın toplumsal bloklarından biri olan Ahilik,savaş,isyan ve göç dalgalarıyla savrulan Anadolu coğrafyasında Sabri Ülgener’in demesiyle, “dinlendirici,huzur ve emniyet verici bir ocak başından başka bir şey değildi. Bu sebeple ahi zaviyelerine dar ve genel manasile birer iktisadi teşekkülden ziyade,fertleri arsında samimi ve sıcak bir topluluk ruhunun tecessüm ettiği müesseseler nazarı ile bakmak daha doğru olur.” Topluluk bilinci ve birbirlerini koruma ihtiyacı ahilere savaşçı bir karakter verecektir. Ahi Evren’in yaşamında da gördüğümüz üzere Moğollara karşı en çok direnen ahiler olmuştur.Beli kılıçlı ve eli bayraklı ahi birlikleri iktisadi işlevlerinden çok siyasi birliklerdi.
Ahiler göçebe yaşamın değerlerini esnaf ve sanatkarlıkta mezcetmişlerdir.Arap dünyasında “feta”, İranlılarda “civanmertlik”, Türklerde ise “alperenlik” asabiyet ve kabilecilik temelli olup,bu tür toplumlarda törelere dayalı bir ahlak anlayışı vardır. Dünyevi değerlere dayanan ahlak anlayışı, (yiğitlik, konukseverlik, cömertlik vb.) hakimdir. Yiğitlik, cömertlik, sadakat ve dürüstlük kabile insanında asil insan idealini belirleyen erdemler olarak karşımıza çıkar. Yapısal değişimler sırasında eski yapı yeninin içinde tamamen kaybolmuyor, birçok öğeleriyle varlığını sürdürüyor. Ahilik içerisinde göçebe kültürün bu değerleri yaşamıştır.
Türklerin Anadolu’yu bir yurt olarak benimsemeleri ve orayı Türkleştirmeleri sürecinde gelişen Ahilik, göçebe-yerleşik kavgasının yaşandığı bir antrakta meydana gelmiştir. Anadolu’ya iki göç dalgası vardır. İlk dalga Karahıtaylılarla Harzemşahlar arasındaki mücadeleler dolayısıyla Fergana yöresindeki nüfusun batıya göçü ile birlikte Anadolu’ya yerleşik hayat tarzına sahip Türklerin gelişi, ikincisi ise 1220’lerden itibaren Moğol istilası nedeniyle Maveraünnehir’den Arran’a kadar olan bölgelerde bulunan çoğunluğu göçebe ve yarı göçebelerin oluşturduğu Türk nüfusunun hareketidir. İkinci göç dalgasıyla pek çok din bilgini, mutasavvıf, çeşitli dini ve fikri akımın taşıyıcıları Anadolu’ya ulaşmıştır.
Anadolu yaylası irtifa, iklim, bitki örtüsü bakımından yukarı asya bozkırlarının bir devamıdır. Türkler burada kendilerini öz yurtlarında hissetmiştir.Tarım alanlarını otlak haline getirmişlerdir. Grousset’e göre Anadolu’nun Türkleşmesi Selçuklu hanedanının ürünü olmaktan çok Selçuklulara sı-sık başkaldıran Türkmen aşiretlerinin ve küçük emirliklerin işidir.
Anadolu’ya gelen Oğuzlar göçebe, yarı-göçebe ve yerleşik bir yaşam sürdürmüşlerdir. Göçebelerin yerleşik olmaya karşı, yerleşik olanların vergiye karşı ayak dirediğini görüyoruz. Her iki karşı koyuşta da ekonomik olarak müstakil kalmanın önemli olduğu kesindir.
Kapitalizm öncesinde devlet olmak, toprağa bağlı temel üretici sınıfı,yani köylüleri bağımlı konumda tutmak ve vergilendirerek elde edilen arı değerin bir bölümüyle orduyu ve bürokrasiyi besleme sorununun üstesinden gelmek demekti. Yöneten sınıf üretime katılmıyor, vergi vermiyordu. Üretimi yapan ve vergi veren halktır. Merkeze bağlı kitabi İslam temsilcilerini de(ulema) üretmeyen ve vergi vermeyen yönetici sınıfa dahil edebiliriz. Halk İslamı’nın temsilcileri ise bağımsızdılar. Bu durum merkez ile taşra arasında sürekli bir gerilim ve çatışmaya sebep oluyordu. Bu müstakil yapılanmaların başında Ahilik gelir.
Diğer taraftan Ahilik,İslam’ın,dünyayı benimseyen,ona galip gelmeye gayret eden ve onu tam olarak hayatın bütün safhalarında biçimlendirmeye çalışan özelliklerini kurdukları yapıda ortaya koymuşlardır.
Ahiliği merkez-çevre ilişkisi bakımından değerlendirdiğimizde ikisi arasında bir denge olduğunu görürüz.Merkez ve çevre ayrılığının dini alana yansıması, merkezin temsil ettiği, kitabî, resmi, arınmacı yüksek İslam ile, çevrede oluşan Halk İslamıdır. Daha önce bahsettiğim gibi üretmeyen ve vergi vermeyen yönetici sınıf ile üreten ve vergi veren halktan oluşan toplumsal yapıda, birincisinin dini anlayışı halkı itaate ve vergiye çağıran bir özelliğe sahipken, Halk İslamının temsilcileri toplumu iktidara karşı korumuşlar,en çalkantılı zamanlarda onların sağlıklıca toplumsal hayatta yerini almalarını ve yeni geldikleri bu toprakları yurt edinmelerini sağlamışlardır. Merkez ile çevre arasında mutlak anlamda sürekli bir çatışma olduğu tezi her zaman geçerli değildir. Gerilimler çatışmalar olduğu gibi ahilikte görüldüğü üzere bir iş bölümünden de söz edilebilir.Geniş kitlelerin yerleşmesini sağlayan tarikatleri devlet desteklemiştir. Devlet zulüm kesilmediği sürece bir iş bölümü var denilebilir. Ahi ve Türkmenlerin devletle karşı karşıya gelmesi Türkmenlerin “Uluğ Sultan” dediği Alaaddin Keykubad’ı zehirleyip iktidara gelen ve Türkmenlere karşı baskıcı ve zalim işler yapan 2. Gıyaseddin Keyhüsrev döneminde başlar. Sultanın zalim politikaları önce çok geniş kitlelerin katıldığı Babai İsyanı’na neden olmuş ardından gelen Moğol istilası döneminde Türkmen ve ahilerin isyan ve direnişi sürmüştür. Ahi Evren’in Kırşehir’de şehit edilişinden sonra, Ahiler batıya doğru göç etmişler ve Osmanlı’nın kuruluşunda mühim bir rol oynamışlardır. Ahilerin hem bir ahlaki-iktisadi yapı kurmuş olmaları hem de devlet kurucu rolleri ve kimi zaman devlete ayar vermeleri kolay sağlanabilecek bir denge değildir. Modern devlet ve kapitalizm zamanlarında bunu tartışmak ise hayli müşküldür. Türkiye’nin kendine has özellikleri var mı? Belki. Yani bizde devlet Kemal Tahir’in dediği gibi Kerim Devlet mi, son hesaplaşmada halkın safında mı, tartışmalıdır. Ya da İsmet Özel’in dediği gibi 3.Selim’den beri olan bir istihbarat ve polis devleti mi? Fakat şu kadarı doğru ki, devletin şirket milletin de şirket çalışanlarına dönüştürülmeye çalışıldığı günümüzde buna ayak diremek bir Türk geleneğidir.
Ahilik bir sentez olarak göçebe yaşamın değerlerini esnaf örgütlenmesinde yaşatmış, birbirine karşıt olan bu iki yaşam tarzını birleştirmiştir. Aynı şekilde merkez-çevre karşıtlığında ikisi arasında olduğunu görüyoruz. Ahilik bünyesinde yaşanan İslam’ında Halk İslamıyla kitabi İslam’ın beraber yaşadığı söylenebilir. Bir esnaf teşkilatı olarak görülen Ahilik kentlerle sınırlı kalmamış dağ köylerine kadar uzanmıştır. Ahi teşkilatı üzerinde halk tabakalarının popüler dini ile kitabi ve resmi dinin bir çok özelliğinin kesişme alanını yansıtması açısından çevrenin din anlayışının etkisi olmuştur. Gündüz sanatını icra eden bir ahi, akşam olduğu zaman zaviyede toplanır, sohbet eder, Kuran okur, raks eder.
Diğer yandan çevrede temsil edilen sözlü kültür ile merkezde sahnelenen yazılı kültürün pek çok öğesine birlikte sahip olduğu görünüyor. Ahi Evren, Mikail Bayram’dan öğrendiğimiz üzere, çok çeşitli alanlarda eser vermiş bir kişidir. Yirmi kadar eseri vardır. Dönemin büyük alimleriyle fikir alışverişinde bulunmuş onlarla tartışmıştır. Anadolu’da oluşan İslam’ın 2. Koşusu dediğimiz anlayış ve yaşayış öyle görünüyor ki İslam medeniyetinin daha önceki birikimleri üzerine inşa edilmiştir. Ahi Evren’in İbni Sina’yı okuduğunu, İhvanı Safa risalelerini bildiğini, yapılan bütün kelami, tasavvufi tartışmalara hakim olduğunu biliyoruz. Herhalde Hacı Bektaş Veli’nin bir yanına ceylanı bir yanına aslanı alması basit bir barış mesajından çok, ancak belki mezar sabahında öğrenebileceğimiz tabiatın akıl almaz işleyişi üzerine bir tefekkürdür. Anadolu’da sergilenen İslam anlayışı daha önceki birikimin üzerine inşa edilmiş,mezhep takıntısını aşan, insanı ve yaşamı kucaklayan onu ilerleten, yaratılışın diri, coşkun özellikleriyle yaşamın enerjisini birleştiren bir pratiktir. Coşkun bir semahtır, zihinde şimşekler çaktıran bir nefestir, gönlü sevgiyle dolduran bir deyiştir, toprağın şenlenmesidir, çarşının-pazarın helal dairesinde işlediği bereketli bir cıvıltıdır…
Ahiliğin fütüvvetin Anadolu’da aldığı bir şekil mi olduğu, yoksa tamamıyla orijinal bir sistem mi olduğu tartışılmıştır. Nihai değerlendirme olarak Ahiliğin fütüvvetin Anadolu’da aldığı şekil olduğu fakat bu toprakların damgasını taşıyan özellikleri olduğu söylenebilir.
Feta, put kıran kimse demektir. Bir kimsenin nefsi de onun putudur. Hakiki feta (yiğit,kahraman) nefsinin heva ve hevesine muhalefet eden kimsedir. (Kuşeyri Risalesi, aktaran Fatih Şeker, Selçuklu İslam Tasavvuru. s,364) İbnül Arabi’ye göre fütüvvet ehli nefislerinin tabiatları ve adetler üzerinde hükümran olan kuvvetli kimselerdir. Bu makamda ancak Melamiler bulunabilir. Çünkü nefislerine tam manasıyla hakim olan zümre onlardır. Ahiler bir yanıyla mistiktir ve bir yanıyla da sosyal eylemin içindedir. Merkezinde ahlak ve diğergamlık vardır. Ahi teşkilatını bir esnaf topluluğundan ziyade bir tarikat olarak görmek daha doğrudur.
Kuşeyri Risalesinde Fütüvvet ehlinin karakteristik özellikleri şöyle tasvir edilir: Sünnette tabi olmak, ikramlarda bulunurken Müslüman’la Mecusi arasında fark görmemek, fuzuli bakışlardan sakınmak, nefsini dünyaya meyletmekten alıkoymak, başkasını kendisine tercih etmek, şükretmek, nefsini kınamak, başkasını kınamaktan sakınmaktır.(aktaran .Şeker,s.366)
Fütüvvet sahipleri hem zahiri hem batını şahıslarında birleştiren kişilerdir. On iki esastan zahire ilişkin olanlar şunlardır: Şalvarın, midenin, dilin, gözün, kulağın, elin, ayağın ve hırsın bağlı olmasıdır. Batına ilişkin olanlar ise cömertlik, tevazu, iffet, af, yokluk, yoksulluk, kurb ve hidayet makamlarında uyanıklıktır.
En büyük ricalden,zengin tacirlere,şeyhlere,alimlere,meslek ve sanat erbabına,hatta işsiz güçsüz serserilere kadar her türlü sosyal tabakalara bağlı insanlar bu teşkilata girmişlerdir. İbn Batuta’nın kayıtlarına göre, ahiler Anadolu’da sakin olan Türkmen kavimlerinin her vilayet, belde ve köyünde mevcuttur. İnsanlardan garipleri karşılama ve ağırlama, ihtiyaçlarını temin etme, onları eşkıyaların elinden kurtarma gibi hususlarda bunların dünyada misli yoktur.
Toplum yararını kendi çıkarının üstünde tutan,kanaatkar aynı zamanda üreten insan tipini ortaya çıkaran Ahilik kendine özgüdür. “Ahiler kendimize ait bir iktisat sujesi oluşturmasına katkıda bulunmuşlardır. Hatta bizim medeniyetimizi Batı’dan ayıran en önemli özelliklerin Ahilikten kaynaklandığı söylenebilir. Batı medeniyeti ve kapitalizmini en önemli faktör yapan burjuva zihniyeti iken, bizim sosyal-iktisadi hayatımızı büyük ölçüde Ahi zihniyeti yönlendirmiştir. Bundan dolayı bizde kapitalizmi oluşturan sömürgeci faaliyetler,sınıf mücadeleleri görülmemiştir. (Ahmet Tabakoğlu, Ahiliğin Türk Esnaf Ahlakına Tesirleri ,s.412) Orhan Türkdoğan ise şöyle tarif ediyor: “Ahinin emeğini değerlendirecek bir işi, özellikle bir sanatı olmalıdır. (…) Ahi kazancının geçiminden arta kalanını tümüyle yoksullara ve işsizlere yardımda kullanmalıdır.(…) Ahinin bilgi sahibi olması, bilginleri sevmesi, beylerin, uluların kapısına gitmemesi, aksine padişahların bile onun ayağına gelmesi gerekir. Fütüvvet adeta bir ağaçtır: Doğruluk yerinden biter, yaprakları edeptir, hayadır, kökü Tanrı’yı tek bilmektir, yemişi evliya sohbetidir, suyu rahmettir. Bu ağaç yiğidin gönlünde biter, yaprakları yücedir. (O. Türkdoğan, Türk Sanayi Toplumu, s.591)
Ahilik kapitalizmle hiç uyuşmayacak, yapılan işin ve sanatın mal biriktirmek, hırsları tatmin etmek, arzularını ilahlaştırmak için değil de insanı ilerletecek, bir müfredat olan bu dünyadan kendisine düşeni alabilecek ve bu yolla özgürleşecek ilkeleriyle insanı kendi yüksek katına çıkaracak başkaca bir zihniyet dünyasıdır. Sabri Ülgener’le beraber söylersek, “kendini ve yakınlarını geçindirmeye yetecek, insaflı ticaret değil de, mal biriktirme ve yığma peşinde koşan haris ve istismarcı ticaret eskiden beri en ağır eleştirilere hedef tutulmuştur. Cemiyet hayatı, iktisadi faaliyetlere en fazla bağlı olması gereken sanat ve ticaret erbabı da dahil olmak üzere değer ölçüleri henüz maddileşmemiş bir dünya görüşünden alıyor. Bu temel düşünceyi bir cümle ile özetleyebiliriz: maddenin ve maddi hayatın dışında kalabilmek.”
Ahilik tartışmasını, neo-liberalizmin çıkışsızlığında, Lütfi Bergen’in önerdiği gibi proleterleşme dayatmasına karşı, esnaf-zanaatkar ve çiftçinin yaşamasını mümkün kılacak üretim biçimi/Pazar/dağıtım ağının yeniden tesisi, ne ilişkin bir noktaya taşımak mümkün mü? Üzerinde düşünülmeye değer.Bergen bunu tesis etmek için kentlerin küçülmesi, üretimin tarıma, hayvancılığa, manifaktür üretime yönelmesi gerektiğini söylüyor. Ayrıca üretim biçiminin bu yönde gelişmesinin kapitalizmin metalaştırdığı, endüstrileştirdiği (hastalık kaynağı olan) tek biçimci gıda kolonyalizmine karşı bir gıda hareketinin de doğmasını sağlayacağını da belirtiyor.
Lütfi Bergen’in tezlerini işçi hareketinin çöktüğü, enformel proleter nüfusun arttığı bir ortamda düşünmek, tartışmak anlamlı olabilir. Taşeronlaşmanın, esnek çalışmanın, enformel ilişkilerin yaygınlaştığı bir çalışma hayatında, insanı tüm yönleriyle erozyona uğratan mekanizmalarıyla şirketler düzeninin karşısına ahilikten feyiz alınan “işletmeler toplumu” tasavvuruyla çıkılabilir mi? Bu topraklara kapitalizmin hiç yakışmadığını, bu toprakların birikimi ve ruhuyla tezat olduğunu düşündüğümüzde meselenin somutlanması bakımından bunları tartışmak bir zorunluluk.
Geçliği ve yiğitliği insanın ilerlemesi, özgürleştirmesi yolunda seferber edebilmiş, en yüce duyguların somutlandığı bir teşkilat kurmuş olan ahilik, insanlığın eşitlik ve özgürlük mücadelesi yolunda atılmış büyük ve güzel bir adımdır. Bu adımların takip edilmesi, umarım karanlıkta bir tırnak izi yaratır.