Merhabalar, Anadolu'nun İslamlaşma sürecinde önemli bir tarihsel aralığa tekabül eden ve İslam'ın ikinci koşusu olarak adlandırılan 11. ve 13. yüzyıl arasındaki dönemde cereyan eden olaylara dair okuma notlarını paylaştığımız blogumuza hoşgeldiniz.

20 Ekim 2017 Cuma

28. Metin: Batılılaşma Yolunda - İLBER ORTAYLI

05:05 Posted by Bedri Münir , No comments
Prof. Dr. İlber Ortaylı
İNKILAP KİTABEVİ
Bir uygarlık çevresine girme aşamasındaki toplum, model aldığı toplumun kendine göre bir resmini çizer, o uygarlıkta ve hayat tarzında kendine göre demirleme alanları, referans noktaları saptar. Osmanlı İmparatorluğu’nun tüm yapı ve kurumlarıyla bir bütün olarak yaşadığı modernleşme olgusu da bu çizgiden hareket etmiştir. 23 Aralık 1876’da Osmanlı İmparatorluğu artık anayasal bir monarşi oldu ve ömrünün son 46 yılını bu rejimle tamamladı. İlber Ortaylı’nın Osmanlı kurum ve cemaatlerinin modernleşme çabalarını irdeleyen eseri Batılılaşma Yolunda Tanzimat, Tanzimat devri basını, Osmanlı parlamentosundaki millet temsili, anayasal rejim sorunu, taşra bürokrasisi, idari modernleşme, mahalli idareler, diplomasi, Osmanlı’da laiklik hareketleri, Osmanlı idaresi altındaki dini gruplar, Alevîlik, Nusayrîlîk, Ortodoks Kilisesi ve Musevîler gibi pek çok konuyu tarihsel perspektifi içerisinde ele alıyor.

KAYNAK: http://www.kitapyurdu.com/kitap/batililasma-yolunda-/362742.html

“Kendine Ait Bir Roma” Üzerine - BEDRİ SOYLU

04:48 Posted by Bedri Münir , , No comments
Namık Kemal 32 yaşındayken Silistre’de geçen bir savunma savaşını anlattığı Vatan adındaki tiyatroyu yazarken zihninde geçen “vatan toprağı neresidir?” sorusunun cevabını merak etmek bir tarihçiye düşer mi? Cevabım kısa, bence fazlasıyla düşer ve bunu dert edinmeyen tarihçi bilgi derleme ve toplama memurundan farklı bir şey değildir. Güncel bir yorumsamaya imkân vermeyen salt bilgi toplayıcılığının bir tarihçilik olduğunu düşünen çok fazla insan arasında Cemal Kafadar’ı kıymetli yapan da bu gibi küçük görülen ayrıntıları gözeterek bir takım güncele değen çıkarımların peşine merakla ve sabırla düşmesidir diyebiliriz. Bu yazıyı belki de haddimi fazla aşarak Kafadar’ın son kitabı üzerine bir takım şeyler söylemek için yazdığımı en başından belirtmeliyim. Umarım hakkını verebilirim.
Ölümcülleşen Kimlikler ve Giriş
Amin Maalouf Ölümcül Kimlikler’de (In The Name of Identity, 1998) 21. yüzyılı bekleyen bir kimlik krizine işaret etmişti. Her ne kadar bazı “maraz örgütler” ve durumlar söz konusu olsa da bu dönemde baskın görüş, küreselleşme olgusunun, kimlikler üzerinden toplumların ve cemaatlerin ayrışmasına engel olacağı şeklindeydi ancak Maalouf haklı çıktı ve daha fazlasını yaşamak durumunda kaldı dünya.
Ölümcülleşmesine karşı olmayı ayrı tutarak, kimliklerin bir olgu olarak anlamlı bilgiler olduğunu görmek durumundayız. Kimliklerin kendisini, amorfik olsun/olmasın tekrardan üretebilme kapasitesinin, küreselleşmenin aynılaştırma gücünden daha fazla olduğunu gördük. Neredeyse aynı hayatı yaşayan insanlar hiç benzemedikleri atalarının isimlerini yüceltmeye ya da kendilerine modern hayatta hiç yaramayan temayüllere kayabiliyorlar. Bunun sağlıklı bir durum olup olmadığını tartışmak istemiyorum, hangi temayülün ve kimlik tercihinin doğru olduğunu tartışmak haddim değil. Yalnızca hâkim modern değerler sisteminin kimlik gibi bir olgu üzerinden şekillenen tutumlar arasında bir barışı tesis etme kabiliyetinden pekâlâ uzaklaşabilmiş olduğunu göstermesi için bu kimliklerin ölümcülleşmesi bilgisinin anlamlı olduğun düşünüyorum.
Modern hayat ve siyasi atmosfer, tepesine bombalar yağan ve gururu incinmiş bir Sünni Arap’ın, Berlin duvarı yıkıldıktan sonra Almanlığı ve gururu için tatmin edici bir mekanizma geliştiremeyen “kapitalist” federatif mekanizmanın etkilerini hisseden Alman’ın, dünya ülkeler sisteminde temsil edilmesi nedense garipsenen ve sürekli parçalı bir yapıda yaşaması istenilen Kürd’ün kimlik sorunlarına yaratıcı ve kuşatıcı bir cevap vermiyor. Kürdistan referandumunda, IŞİD ile bitmeyen ve bitmeyecek gibi görünen savaşta ve dünya halklarıyla entegrasyonu güçlü bir şekilde savunan politikalarına rağmen Alman hükumeti ile barışamayan ve komünist bir ülkede doğmasına rağmen oyunu ırkçı bir partiye veren Doğu Almanyalı bir Alman’da bütün bu kimlik krizlerinin işaretlerini görebiliyoruz. Tabi burada bir de meseleye vatan ya da daha edebi ifadesiyle “vatan toprağı” gibi bir olgu da giriyor. Kimlikler ve vatan kelimesi aynı cümle içinde kullanıldığında belki bizim gibi bazılarının kulağını tırmalıyor olabilir ama büyük çoğunluk için pek de sıra dışı bir görüntü vermiyordur herhâlde. Bu kimlik ve vatan meselesinin Türklük için de izahı hala büyük bir tartışma konusu olmaya devam ediyor.
Rumilik
Bu kısa girişi Cemal Kafadar’ın Kendine Ait Bir Roma kitabı üzerine bir şeyler söyleyebilmek için yazdım. Kimlik ve vatan meseleleri sadece bu yazıda örneklendirdiğim Arap’ı, Kürdü ya da Alman’ı değil esasında hepimizi ilgilendiren bir şey ve her toplum(hadi tüm toplumu katmayalım, fikir ve sanat erbabı zümre diyelim) bu konuda bir dert taşımalıdır. Özetle diyecek olursak Kafadar, bir tarihçi gözüyle bize ait ve ortaklaşabileceğimiz, sulha hizmet eden bir kimlik ve vatan arayışına hizmet etmek istemiş kitabıyla.
İçeriklere girmeden önce bu kitabın yazılış hikâyesini vurgulamak anlamlı olacaktır. Kitabı ortaya çıkaran makale bir dipnotun yarattığı ilhamla yapılan bir tartışmanın ürünü…
Makale, Kafadar’ın Venedik’te ölen Ayaşlı bir sof(keçi kılından üretilen bir tür kumaş) tüccarının hikâyesine dair bulduğu bir belge üzerine yazdığı ve Kim Var İmiş Biz Burda Yoğ İken kitabında yer verdiği bir makaledeki 8. dipnotta geçen bir ifade üzerine yazılmış. (makalenin dipnotları en az ana metin kadar kıymetli ve edebi yönü güçlü bir tarihçi olan Kafadar’ın son kitabındaki bir dipnotta geçen tartışmayı da bu metinde vurgulamayı düşünüyorum ayrıca) Venedik’te ticaret için bulunan bazı Osmanlı vatandaşı tüccarların sayıldığı bir paragrafın dip notunda Kafadar “Rumi” ifadesini kullanır. Kitabın başka hiçbir yerinde Rumi ifadesi geçmemektedir. Esasında bilindik bir şey olan bu Rumi olma meselesi (ki Eşrefoğlu Rumi, Mevlana Celalettin Rumi, Diyar-ı Rum, Erzen-i Rum, Rumi Takvim ilh. gibi örnekler sayılabilir) bu topluma ait kabul edilen bir çok metinde geçer. Bunca verili duruma rağmen Türkiye’de Rumi(Romalı) olma bahsi pek yerleşmemiş ve aksine kuruluşundan itibaren dışlanmıştır. Bu dışlamanın bir hikâyesi(tarihi) ve anlamlı bir açıklaması olmalı. Bana sorarsanız, başta da vurguladığım gibi, tarihçiler veri taramacılığından daha çok bu gibi sorularla ilgilenseler konuşabileceğimiz çokça metin ortaya çıkacak. Rumi olmak meselesinin dışlanması üzerine birçok insanın zihnide az-çok bir takım açıklayıcı kırıntılar var ancak bu hissedilen “gariplik” metne ve açıklamaya pek dökülmemiş. Kafadar’ın daha görünür ve somut hale getirdiği bu tartışmanın yazılış hikâyesi ve önemi biraz da bu nişten kaynaklanıyor.
Kafadar’ın metni iki kısımdan oluşuyor. Birinci kısım asıl makale için uzun bir giriş mahiyetinde ve ikinci kısım ise daha önce yazdığı bir makalenin çevirisi…
“Bir Rum doğdu mu, bir Türk doğar.”
Kitap hala oturtamadığımız çetrefilli konuları tartışmaya açarak başlar, esas makalenin neden yazıldığını anlatmak ve teorik tartışma noktalarını açmaya ve detaylandırmaya yönelik uzun sayılabilecek bir giriş yazmış yazar. Giriş kısmında Türklük, Oğuzluk, Türkmenlik, Diyar-ı Rum, vatan, millet, hukuk gibi birçok mesele ince ve edebi bir üslupla masaya yatırılır. Kafadar, amacını kitabın ilk cümlesinde ifade etmiştir, “Tarihyazıcılığı özgürleştirmiyorsa zulme hizmet ediyordur.” der. Belli ki bizi vatan nedir ve kimlerden oluşur sorusunun ağır yükünden kurtararak özgürleştirmeye hizmet etmek ister.
İlk soru şudur, Rumi olmayı benimseyen Türkler nasıl bu kadar kolay uyum sağlamıştır? Cevabını bazı argümanlarla verir. Abdal Musa’nın aşağıda paylaşacağım şu deyişi –ki bence birçok Türkiyat araştırmacısının ve Bektaşilik uzmanının gözden kaçırdığı ciddi bir ayrıntıdır- önemli bir soruna kısa ve etki bir cevap niteliğindedir:
“Kim ne bilir biz nice soydanız
Ne bir zerre oddan ne hod sudanız
Bilinen bir bilgidir, Abdal Musa’nın peygamber soyundan geldiğine inanılır ancak kendisi bunu açıkça pek de önemli görmediğini belirtmiştir şiirinde. Peygamber soyundan gelmenin ise Ehli Beyt-Ehli Sünnet kavgasındaki stratejik önemini de yok sayan bir cevap ile karşı karşıya olduğumuzu düşünürsek verilen cevabın ne kadar anlamlı bir yere değdiği rahatlıkla görülecektir. Anladığım kadarıyla bu kısa değini ile yazar Anadolu’yu İslamlaştıran unsurların Rumi olmakla ya da bir soy bağına bağlı kalmakla pek meselelerinin olmadığını göstermek istemektedir. Entegrasyon ve bir arada herkesle eşit bir ilişkiyi gözetmek Diyar-ı Rum’un yeni sakinleri için soy bağından daha anlamlı bir yerde durmaktadır.
Kitapta dikkat çekmek istediğim bir diğer bahis “Hürriyetin teminatı nedir?” sorusu üzerine. Özellikle 7. dipnotta detaylıca anlatılan Şinasi ve Namık Kemal arasındaki politik tutumu şekillendiren fikir farklarına değinmesi kitabın en kritik bulduğum yerlerinden birisi. Bence kitabın detaylandırılması gereken önemli bir tartışması da bu soruya verilen cevaplarla ilgili. Namık Kemal, hürriyetin teminatının vatan toprağının bütünlüğünde yattığını düşünür. Tuna kıyısındaki bir şehrin savunmasını anlattığı esere Vatan adını vermesi bu bağlamda dikkat çekici duruyor. Onun vatan denilince kırmızıçizgisi en az Silistre şehrini kapsayacak kadar geniştir. Şinasi ise hürriyetin teminatını hukukta görür. Hukuk mekanizmasının vatan gibi hamaset üretebilecek bir söylem hattından üretilemeyeceğini düşünmektedir. Tabi bu tartışma Vatan Yahut Silistre’nin yarattığı rezonans etkisinden sonra artık hukuk ekseninde konuşulamaz hale gelmişti. Hala da siyaset bu bağlam üzerine tartışılmaya devam ediyor denebilir. Kafadar’ın öne çıkardığı bu politik yarığın incelenmesi güncel siyaseti anlamak için elzem başlıklardan biri olarak hala esaslı bir tartışmayı bekliyor. Âcizane temennim, Kafadar bu tartışmayı açan bir çalışmaya niyetlense ve istifade etsek ne iyi olur.
İlerleyen kısımlarda Rumi olmanın önemini tane tane açar, Romalı refleks veren toplamlara ve iddialarına odaklanır. Rumi olan nedir, kimler Rumi olarak değerlendirilebilir gibi sorulara yanıt arar. Rumi kavramının yükselişi ve gözden düşüşü tane tane anlatılır.
Kitabın ana kısmı olan makalede ise Osmanlı-Roma benzerlikleri, kendi ülkesine Diyar-ı Rum demesine rağmen haçlı kronikleri sonrasında, 12. yüzyıldan sonra Turcia olarak adlandırılan bir ülkenin hallerinden bahseder. Anlaşılan batı toplumlarında, Romalılık bazılarına yakışmayacak kadar kıymetli görülmektedir. Ancak yine bir dipnotta Kürd dengbejlerinin Osmanlı askeri için “Asakir-i Rumi” demelerine kulak kesilir Kafadar. Önemli ayrıntıdır. Diyar-ı Rum’un doğusunda kalanlar için burası bir Diyar-ı Rum iken, batısında kalanlar için Turcia’dır artık. Tüm halkları da Türk olarak düşünülür. Kafadar’dan alıntılayarak örnekleyelim, zamanında yaygın olan bir korsan deyişidir: “Bir Rum doğdu mu, bir Türk doğar.”
Hülasa, kimliklerin ölümcülleştiği, hürriyetin teminatı tartışmalarının hala sönümlenmediği, Romalılık iddiasının kıtalar dolaştığı, dönüp dolaşıp bir yerlere geldiği, üst kimlik ve sulhu sağlayan bir mekanizmanın tesisi gibi sorunlarla boğuştuğumuz bir zamanda kendine ait ve dinginleştirici bir kimlik ve coğrafya arayışı bizim için de oldukça anlamlı bir yerde durmaktadır. Kafadar bu kitabıyla sadece ciddi meseleleri kısa anekdotlar ve ikna edici argümanlarla aşma yeteneği göstermez, ayrıca edebi yetkinliği oldukça ileri olan bir metinle okuyucuyu ödüllendirir. Şunu da eklemekte faide var, sadece Rumi kimlik tartışması içinde bulunduğumuz birçok sorunu aşmak ve açıklamak için kesinlikle yeterli değil ancak bu incelikle Rumilik meselesini ele alan yetkin metinlere pek fazla rastlayamıyoruz.
* ilk olarak emekveadalet.org'da yayınlanmıştır.

1 Ekim 2017 Pazar

27. Metin: Osmanlı Modernleşmesi - KEMAL KARPAT

05:02 Posted by Bedri Münir , No comments

Osmanlı Modernleşmesi

Prof. Dr. Kemal H. Karpat’a göre Osmanlı sosyal yapısı, devlet geleneği, sanatı, hukuk sistemi, kültürü ve tarihi değişmeye yani modernleşmeye kendi kültürel ve tarihî çerçevesini çizmiştir ve ona göre değişmiştir. Değişme konusunda değişmeyi tetikleyen devlet ve değişmeye maruz kalan toplum arasında değişmenin yani modernleşmenin özü ve amacı konularında büyük farklar ve çelişkiler olmuştur ve hâlen oluşmaktadır. 
 
19. yüzyılın ikinci yarısında büyük bir bürokrat grubuna dayanan merkezileşme, devletin gördüğü hizmetlerin çoğalması, Kırım, Kafkasya ve Balkanlar’dan gelen göçler eskiye göre içeride çok yeni bir sosyokültürel ve politik ortam yarattığı gibi, dış güçler de Osmanlı sosyal gelişimini yakından etkilemiştir. Dış etkenler arasında Osmanlı’nın dar çerçeveli pazar ekonomisini Batı’nın sınai ve ticari kapitalizminin nasıl etki altına aldığını birinci derecede göz önünde tutmak gerekir. Hakikaten kapitalizm Osmanlı üretim sistemini kökünden etkileyerek özel mülkiyetin gelişmesini sağlamış, süreç devlet mülkiyeti, yani miri mülkün gittikçe daralması ve ferdiyetçi bir toplumun ortaya çıkmasıyla sonuçlanmıştır.
 
Karpat bu eserinde; Osmanlı sosyal yapısının yüzyıllar boyu geçirdiği evrim ile modernleşmenin yaşandığı 18. ve 19. yüzyıllarda oluşan sosyal yapı değişikliklerinin nitelik bakımından birbirinden nasıl ayrıldığını tüm detaylarıyla anlatmaktadır. Osmanlı Devleti’nde sosyal yapı değişikliklerini tarihî bir çerçeve içinde ele alan bu çalışma; 19. yüzyıldaki ıslahat girişimlerinin, devlet yapısındaki değişikliklerin ve nüfus hareketlerinin birbirini nasıl etkileyerek yeni bir toplumsal yapıyı oluşturduklarını tüm detaylarıyla incelemektedir.