Merhabalar, Anadolu'nun İslamlaşma sürecinde önemli bir tarihsel aralığa tekabül eden ve İslam'ın ikinci koşusu olarak adlandırılan 11. ve 13. yüzyıl arasındaki dönemde cereyan eden olaylara dair okuma notlarını paylaştığımız blogumuza hoşgeldiniz.

21 Ocak 2017 Cumartesi

Ahilik ve Ahiler - SUAT YALÇIN

11:07 Posted by Bedri Münir , No comments


AHİLİK VE AHİLER
FETA VE FÜTÜVVET
Ahilik meselesine girmeden önce fütüvvet ve fütüvvetnameler nedir, bu konulara değinmek gerekiyor. Çünkü Ahiliğin temeli, fütüvvet teşkilatı ve fütüvvetnamelere dayanıyor.
“Adamlık ve erlik manasına gelen ‘mürüvvet’ kelimesiyle, gençlik, yiğitlik ve cömertlik manalarını ifade eden ‘fütüvvet’ kelimesi, esas itibarı ile tasavvufa dayanan, fakat aynı zamanda iktisadi teşekkülleri de kavraması ve sanat erbabını teşkilatlandırması bakımından ekonomik bir hüviyette taşıyan ehli fütüvvet tarafından daha şümullü manalara alınmış ve bir terim olmuştur. Bunlarca mürüvvet fütüvvetin esasıdır, fütüvvetse, mürüvvetin sonudur. Bu bakımdan her mürüvvet ehli, fütüvvet sahibi değildir. Fakat her fütüvvet ehli, mürüvvette en ileri dereceye varmıştır.”[1]
Fetâ kelimesi cömert ve sadık genç delikanlı demektir. Kuran’da Ashab-ı Kehf’e fityan yani yiğit gençler denir. Hallac bu kelimeyi, mutlak sadakatları ve sözlerine bağlılıklarıyla üstün olanlar için kullanmıştır. Fakat İslam dünyasında bu feta kelimesi özellikle Hz. Ali için kullanılmıştır. ‘La feta illa Ali, La seyfe illa Zülfikar’ denir. Yani Ali’den daha yiğit, Zülfikar’dan daha üstün kılıç yoktur demektir.
“Terimin Farsça’daki karşılığı olan civanmerd, velayetnamelerde pek çok sufi için, özellikle de samimi Melametiler arasında sayılanlar için kullanılmıştır. Bu bağlantı gayet inanılırdır ve Melametiyye üzerine bir risale yazmış olan Sülemi, Fütüvvet üzerine de bir risale yazmış ve bu risale de gerçek feta’nın 212 tanımını vermiştir. Kuşeyri risalesinin özel bir bölümünde fütüvveti ele alıp işlemiştir. ‘ Feta, hasmı bulunmayan kimsedir… Sofrasında bulunan veli ve kâfir arasında fark görmeyendir… Bu ahlaki vasıf (fütüvvet) kâmil manasıyla Resulullah’dan başkasında tecelli etmemiştir. Kıyamet zamanı bütün insanların, nefsim, nefsim, ben, ben diyecekleri bir zamanda O ‘ümmetim, ümmetim’ diyecektir. İbn Arabi’nin feta tanımını genel olarak kabul etmek mümkündür. ‘Feta büyüklerine saygı gösteren, küçüklerine veya kendinden alttakilere merhamet eden ve akranlarını kendisine yeğleyen kişidir. Tasavvufun fedakârlık, başkalarını kendine yeğleme ideali, fütüvvet kavramında mükemmelliğe ulaştırılmıştır.”[2]
Tarihi köklerine inilecek olursa daha 8. Yüzyıl içinde fütüvvet ehline rastlanabildiği söyleniyor. Fütüvvet ehli daha o zamanlarda kendilerini sufilerden ayırmaya başlamışlardır ve Melami meşrebe çok yakın olmuşlar ve Melamilik ve fütüvvet ileriki tarihlerde içi içe anılır olmuşlardır. Kısacası Melamilik, fütüvvet teşkilatının en dinamik unsuru olmuştur diyebiliriz. Bunu en iyi gördüğümüz yerlerden biri Sülemi’nin, Melametiliğe ait en eski metinlerden biri olan ‘Risalet al Melamiyye’sidir. Orada şöyle der
“Melameti şeyhlerinden bazılarına, ‘Sizce fütüvvet makamını kim kazanır? Feta adını kim hak eder diye sorulunca dediler ki ‘Tanrı hepsine Rahmet etsin, kimde Adem’in özür getirmesi, Nuh’un sebatı, İbrahim’in vakarı, İsmail’in doğruluğu, Musa’nın ihlası, Eyyub’un sabrı, Davut’un ağlayışı, Muhammed’in cömertliği varsa, yine Tanrı hepsinden razı olsun, kimde Ebu Bekir’in acıması, Ömer’in hamiyeti, Osman’ın utangaçlığı, Ali’nin bilgisi bulunursa, sonra da bütün bunlarla beraber nefsini horlar, ayıplarını görürse, o kimse fütüvvet sahibidir, feta adını hak eder.’”[3]
Görüldüğü üzere Melamilik ve fütüvvet tarih içerisinde de iç içe geçmiş durumdadır. Sülemi gibi Kuşayri’de (1073 ) bir risale yazar ve bu risalesinde, Fuzayl, Tirmizi, Ebu Bekr al Varrak, Cüneyd-i Bağdadi gibi isimlerin sözlerine yer verir ve bu isimlerin hepsi de Melamilikle birlikte anılırlar. Yine aynı şekilde Ahmed bin Hanbel ve İmam Cafer-i Sadık’ın sözlerine de yer verir.
“İmam Cafer’den rivayet edilen söz çok enteresandır. İmam Cafer’e, Şakayık-i Belhi soruyor. ‘Fütüvvet nedir?’, İmam sen ne dersin diyor. Şakıyk ‘Tanrı bir şey verirse şükrederim, vermezse sabrederim’ deyince, İmam ‘Medine’deki köpeklerde böyledir’ diyor. Şakıyk ‘Ey Tanrı elçisinin kızının oğlu, sence fütüvvet nedir?’ diye tekrar sorunca, İmam ‘Bize Tanrı verirse, kullarına ihsan ederiz, vermezse şükrederiz’ diyor.”[4]
Bu örneklerde şunu da görüyoruz, fütüvvetnamelerde Şia ile Sünniliğin önemli isimlerini beraber anarak, o dönem İslam dünyasında yaşanan bu mezhep çatışmasını da aşmaya çalışmışlardır.
Görüldüğü üzere Fütüvvet ehli olmak, büyük bir iman, amel ve sebat gerektiren bir iştir. O yüzden tasavvufun sınırlarını aşan ve genişleten bir işleve sahip olmuştur. Fütüvvet için örnek gösterilen kişiler, Hz. İbrahim, Hz. Muhammed ve Hz. Ali gibi kişilerdir.
“Büyük sufilerin tariflerine göre fütüvvet, kendini değil, Muhammed gibi halkını düşünmek, halkın derdiyle dertlenmek, nefsi için istediğini fazlasıyla başkası içinde istemek, kusur ve ayıpları örtmek, nefse düşman olmak, yoksuldan nefret duymamak, zengine halini arz etmemek, eline geçenle, elinden çıkanı bir görmek, kimseye düşman olmamak, kimseden mürüvvet ve insaf beklememek fakat herkese karşı insaf sahibi olmak, iki âlemden de geçmektir. Bu tarifler arasında Cüneyd’in, ‘Fütüvvet Şam’da, fesahat Irak’ta, doğruluk Horasan’dadır’ sözü, hicri üçüncü asırda, fütüvvet ehlinin Şam’da temerküz ettiğini göstermektedir. Bu tariflerin çoğunun, Risalat el Melamiyette’de bulunması, bize Kuşayri’nin kaynaklarından birini göstermiş oluyor. Kuşayri’ye göre fütüvvetin aslı, kulun daima başkasının emri altında olmasıdır. O, bazılarının ‘Feta, yanında veli ya da kâfirin yemek yediğini fark etmeyen kimsedir’ dediğini ifade eder ve bazı âlimlere nispeten şu hikâyeyi nakleder. ‘Bir gün, İbrahim Peygambere bir Mecusi konuk geldi. İbrahim, ‘Müslüman olursan seni konuklarım’ dedi. Konuk bu söze gücenerek gitti. Tanrı’dan, İbrahim’e, ‘Elli yıldır, kâfir olduğu halde ben onun rızkını veriyorum da, sen bir gececik konuklamadın, bir kerecik olsun doyurmadın’ diye vahiy geldi. İbrahim perişan bir halde hemen konuğun peşine düştü. Koşa koşa ona gidip hemen özürler diledi, Mecusi bu özür dileyişin manasını anlayınca, hemen Müslüman oldu.”[5]
Görüldüğü üzere yukarıdaki isimler birer Feta örneği olarak zikredilmekte ve onların örnek kişilikleri ve fedakârlıkları etrafında bu teşkilatlar örülmektedir. Fütüvvet erbabı o yüzden çok idealize edilen bugünkü tabirle, toplumların öncü kuvvetleri olmaya namzettirler. Mesela fütüvvet ehli, fütüvvetnamelerde şöyle anlatılır:
“Fütüvvet, nefis sıfatlarından arınmış kalbin makamına verilen adıdır. Bu temizlik imandan sonra, hidayetteki fazlalık ve ilerleyiştir. Fütüvvet kendinde bir fazilet ve hak görmemektir. Bu da üç derecedir; birinci derecesi, düşmanlığı terk etmek, kusuru görmezlikten gelmek, eziyeti unutmaktır. İkinci derecesi, sana isyan edene yaklaşman, eziyet edene ihsan etmen, kötülükte bulunana karşı özürler dilemen ve bunları kızgınlığını yenerek değil, sabrederek, lütfeyleyerek, seve seve ve affede affede yapmandır. Üçüncü derecesi, seyrinde ve şühudunda seni hiç kimsenin durduramamasıdır. Şunu bil ki düşmanını şefaate başvurmaya muhtaç eden ve onun özür dilemesinden utanmayan, fütüvvet kokusunu alamaz. İstidlal yoluyla hakikat nurunu dileyen kişiye fütüvvet davasında bulunmak, ebediyen helal olmaz.”[6]
AHİ EVREN VE AHİLİK
Görüldüğü gibi Fütüvvet ehli olmak tam anlamıyla kendini iyiliğe adamakla neredeyse birebir örtüşüyor. Peki, bu fütüvvetin, Ahilikle ilişkisi nedir? Anadolu’da, kendisini Ahi ocakları içinde gösteren fütüvvet teşkilatı buralara nasıl gelmiştir? tarihi seyri nasıl oluşmuştur?
Abbasilerin 34. Halifesi olan Nasır li dinillah (1180-1225) olmuştu. O sıralarda İslam coğrafyası yine büyük değişimlere gebeydi. Selçuklular yıkılmış, yerine Harezmşahlar o coğrafyaya hâkim olmaya başlamıştı. Tekiş, Harezmşahların sultanıydı. Selçukluların konumunun kendileri için de devam etmesini istiyordu.
“Tekiş en Nasır’a bir mesaj göndermiş ve kendisini Bağdat sultanı olarak kabul etmesini talep etmişti. Oysa en-Nasır’ın planları farklıydı ve halifenin müttefikliğinden, halifenin hamiliğine soyunan Tekiş, bir anda halifenin düşmanı haline geldiğini fark etmişti.
Irak’taki Selçuklu iktidarının yıkılması, en-Nasır’ın eline bulunmaz bir fırsat vermiştir. Hedefi iki hamleden oluşuyordu. İlkin, İslam dinini halifenin manevi önderliğinde bir bütünlüğe kavuşturmak ve halifenin fiili idaresinde Bağdat’ta bir halife prensliği, herhangi bir harici irade veya tesirden muaf, dini siyasetlerin merkez üssü olacak, kilise devleti benzeri bir yapı kurmak;  ikinci ve sınırlı hamleyse, Tuğrul’a ve ardından da Tekiş’e karşı siyasi ve askeri eylemlere girişmekti. Birinci ve muhtemelen esas hedefi olan İslam’ın restorasyonu, hem On iki İmam Şiiliğine, hem de İsmaililere yönelik açılımları da içeren bir dizi dini, sosyal ve eğitimsel inisiyatifle pekiştirilmiş ve dini inisiyatif konusunda çarpıcı bir başarı elde etmişti”[7]
Alamut’ta faaliyet gösteren İsmaililer ile halifeliğin arası düzelmeye başlamıştı. O dönem kalenin emiri olan Celaleddin Hasan’ın annesi Sünni idi ve Hasan daha babası hayatta iken, Nizarilerin ortaya atmış oldukları kıyamet öğretilerinden hoşlanmıyordu ve daha geniş bir İslam kardeşliği çerçevesi çizmek istiyordu.
İşte bütün bu olayların sonucunda, Halife, Fütüvvet meselesini bir çerçeve halinde Abbasi’lerin en önemli konularından haline getiriyordu. Sühreverdi’nin çalışmalarını büyük bir çabayla destekliyordu. Hatta Anne Marie Schimmel bunun neredeyse Sühreverdi’nin kendi politikası olduğunu ve bu politikanın, halifeliğin resmi politikası haline geldiğini söyler. İşte tamda böyle bir ortamda, bir yandan Şiilerle kavga etmemek ve onlarla anlaşmanın bir yolunu bulmak, diğer yandan, Harezmşahlara ve daha sonra ortaya çıkacak olan Moğol tehlikesine karşı Sühreverdi’yi ,Mısır ve Suriye Eyyubileri’nin ve Anadolu Selçuklu’larının topraklarına elçi olarak gönderiyordu.
Abdülbaki Gölpınarlı, Halife Nasır’ın İmamiyye mezhebinden olduğunu söyler ama doğrusu ben aynı kanaatte değilim, kendisi son derece pragmatik bir şekilde, dışarıdan gelen tehditler karşısında, hem içeride, hem de dışarıda kendisine müttefikler bulmak amacıyla, aslında Şii unsurların bol miktarda bulunduğu fütüvvet teşkilatını adeta kendi egemenliğini tesis edebilecek bir kurum olarak ortaya çıkarmıştır. Bu Anadolu Selçuklu topraklarında kendisine Ahilik olarak yaşama imkânı bulan bir teşkilattı.
1204 yılında 1. Gıyaseddin Keyhüsrev, Anadolu Selçuklu tahtına çıkıyordu. Kendisi abisi Süleyman Şah devrinde, sürgüne gönderilmiş, annesinin Bizanslı olması hasebiyle, Bizans’a dayılarının yanına sığınmıştı. İşte tam o sıralarda, Bizans, Latin işgali altında kalıyor ve haçlılar, İstanbul’u yağmalıyorlardı. Bir müddet İznik’te kalan Gıyaseddin, abisinin ölüm haberini alınca, Konya’ya geliyor ve Selçuklu tahtına çıkıyordu. Bu arada kendisi sürgüne gönderildiğinde, kendisi ile birlikte sürgün edilen ve Şam’a giden, Sadreddin Konevi’nin babası olan, hocası Mecdeddin İshak’ı, cülusunu bildirmek üzere Bağdat’a Halife Nasır li Dinillah’a göndermişti. O yıl hacca da giden Mecdeddin İshak, Bağdat dönüşünde, yanında Halifenin Fütüvvetnamesi ile birlikte, Şeyh Hasan Onar, Muhyi'd-din İbnü'l-Arabi, Ebu Ca'fer Muhammed el Berzai, Evhadü'ddin-i Kirmani, gibi birçok bilginleri Anadolu'ya getirmiştir. Ahi Evren, Şeyh Nasirü'd-din Mahmud'un da bu kafile ile Anadolu'ya geldiği anlaşılmaktadır.[8]
Ahi Evren Anadolu’ya geldiği zaman, mürşidi Evhadüddin Kirmani ile birlikte Kayseri’ye yerleşiyorlar.
“Ahi Evren 1205 yılında Anadolu’ya geldikten sonra Kayseri’ye yerleştiği ve burada bir debbağ atölyesi kurduğu, zamanla bu debbağ atölyesinin büyümesi, işçi ve ustalarının çoğalması sonucu burada Debbağlar Mahallesi diye bir mahalle meydana gelecek kadar geliştiği anlaşılmaktadır. Hacı Bektaş Velayetnamesinde Ahi Evren’in Kayseri’de bir debbağ atölyesi kurduğu bildirilmektedir.
Hocası Evhadüddin ile birlikte Kayseri’ye yerleşen Ahi Evren ilk olarak burada Ahi teşkilatını kurdu. Bu konuda devletin himaye ve desteği ile sanatkârların, sanatlarını icra etmeleri için bir sanayi sitesi inşa edilmişti. Debbağ olan Ahi Evren, bütün sanatkârların lideri olarak bu sanayi sitesinde hizmet vermekte idi.”[9]
Görüldüğü gibi, Ahilik ilk defa Kayseri’de hayata geçmekle birlikte, Konya, Sivas, Amasya, Ankara ve Kırşehir gibi şehirler başta olmak üzere bütün bir Anadolu’da teşkilatlanmaya başlıyordu. 1220 yılında Alaaddin Keykubad, sultan olduğunda Konya’ya gelişi sırasında kendisini binden fazla Ahi’nin de karşıladığı ifade ediliyor. 1332 yılında Anadolu’ya gelen İbn Battuta, neredeyse gezdiği bütün merkezlerde Ahi tekkelerinde misafir olduğundan bahsediyor.
Ahi Evren ve Ahiler, 1. İzzeddin Keykavus zamanında, Kayseri’de bulunan, beylerle problem yaşamaya başlıyorlar. Bunun sebebi de muhtemelen, Keykavus Sultan olarak ilan edildiğinde, kendisine isyan bayrağı açan ve onu Kayseri’de kuşatan Alaaddin’in, bu beyler marifeti ile püskürtülmesinden ve Malatya’da hapsedilmesinden sonra, birçok yetki ve hak alan ve iktalarını büyüten beylerin, ahiler üzerine yaptıkları baskılar yüzünden olabilir. Bu baskılar ve mallarına el konulması sonucu, Ahi Evren’in hocası Evhadüddin Kirmani, Alaaddin Keykubad’a bir mektup yazıyor. Bu mektupla birlikte Kayseri’ye gelen Alaaddin, Ahiler üzerindeki bu baskıyı kaldırıyor ve Ahi Evren’i yanına alarak, Başkente, Konya’ya götürüyor.
Ahi Evren Kayseri’de iken, Hocası Evhadüddin’in kızı, Fatma Bacı ile evleniyor ve bu Fatma Bacı ilk olarak Kayseri’de, Ahiliğin kadınlar kolu olan, Bacıyan-ı Rum’u kuruyor. Ahi Evren Konya’da, sarayda hocalık yapmaya başlıyor ve bu Alaaddin Keykubad’ın öldürüldüğü tarihe kadar sürüyor. Yerine geçen 2. Gıyaseddin Keyhüsrev ile çatışma yaşayan Ahi Evren, 1239 yılında tutuklanıyor. Bu tarih aynı zamanda Baba İlyas’ın da tutuklanıp, öldürüldüğü ve Babailer isyanının başladığı tarihtir. Bu tutuklama üzerine Fatma Bacı, Konya’yı terk edip, evi olan Kayseri’ye dönüyor. 1243 yılında Kösedağ savaşında yenilip, Moğollara teslim olan Selçuklu yönetimine rağmen, Kayseri’de Ahilerin başı çektiği bir direniş gerçekleştiriyorlar. Sonuçta Kayseri’de, Moğollar büyük bir yıkım gerçekleştiriyorlar ve Fatma Bacı, Moğollara esir düşüyor. 1245 yılında Vezirliğe gelen Celaleddin Karatay, Ahi Evren’i serbest bırakıyor. Kendisine yardımcı yapıyor. 1247 yılında Ahi Evren ve arkadaşları, Şems-i Tebriz’inin öldürülmesi nedeniyle, Konya’dan uzaklaştırılıyorlar. Bu tarihten itibaren Kırşehir’de yaşamaya başlıyor. 1261 yılında ise Nureddin Caca tarafından öldürülüyor.
Buraya kadar Mikail Bayram’ın anlattığı kadarı ile hayat hikâyesi böyle olan, Ahi Evren, Mikail Bayram tarafından, hepimizin menkıbevi bir kişilik olarak tanıdığımız Nasrettin Hoca ile Ahi Evren’in aynı kişi olduklarını ve onların Şems, Mevlana ile özellikle ‘ideolojik’ olarak kavgalar ettiklerini, ayrıca Mevlana’nın oğlu Alaaddin Çelebi’nin de, Şems ile evlendirilen Kimya Hatun ve ona olan aşkı yüzünden Ahi Evren ile birlikte hareket ettiğini söylüyor. Mevlana’nın müridi olan Nureddin Caca’nın, Ahi Evren ile birlikte, Alaaddin Çelebi’yi de katlettiğini ifade ediyor.
Peki bu Ahi Evren’in kurmuş olduğu bu Ahi teşkilatı kısaca nasıl bir şeydi ve Ahi Evren neyi hedefliyordu?
Mikail Bayram, ‘Ahi Evren ve Ahilik Teşkilatının Kuruluşu’ isimli kitabında, Ahi Evren için şöyle nitelendirmelerde bulunur. Ahi Evren’i, ilimle uğraşan, eğitimci ve filozof bir kişilik olarak tarif eder.
“Anadolu Ahi teşkilatının kuruluşunun temel amaçlarından biri de ilmi, çeşitli sanat alanlarında uygulama ve toplumu bundan yararlandırma ülküsüdür. Ahi Evren eserlerinde bu ülküyü topluma vermeye çalışmaktadır. Letaif-i Hikmet adlı eserinde şöyle demektedir. ‘ Allah insanı medeni tabiatlı yaratmıştır. Bunun manası şudur. Allah insanları yemek, içmek, giymek, evlenmek, meslek edinmek gibi çok şeylere muhtaç olarak yaratmıştır. Hiç kimse kendi başına bu ihtiyaçları karşılayamaz. Bu yüzden demircilik, marangozluk gibi çeşitli meslekleri yürütmek için çok insan gerekli olduğu gibi, demircilik ve marangozluk da bir takım alet ve edevatla yapılabileceği için bu alet ve edevatı tedarik için de çok sayıda insana ihtiyaç vardır. Böylece insanın (toplumun) ihtiyaç duyacağı bütün sanat kollarının yaşatılması gerekir ki toplumun ihtiyaçları görülebilsin.” [10]
İşte Ahilik tamda bu zihniyet üzerine ve fütüvvet teşkilatının öngördüğü ahlaki kurallarla ve bir nevi ‘Masonik’ bir teşkilatlanma biçiminde, bayağı önemli törenleri olan, şedd bağlamak, şalvar giymek, pir edinmek, dost edinmek gibi ritüellerin önemle yerine getirildiği esnaf teşkilatları olarak kurulmuştur.
Mikail Bayram, Ahi Evren’in İhvan-ı Safa’yı bildiğini, o eseri okumuş olduğunu ve o gizli yapılanmadan haberi olduğunu ayrıca yine Ahi Evren’in tasavvuf ehli olduğunu ve Melami-meşrep olduğunu ve Hasan Sabbah’ın, Haşhaşiler olarak nitelendirilen örgütünden etkilendiğini söyler. Ahi teşkilatının, özellikle Şems suikasti ve benzeri işleri yaparken bu örgütten etkilendiğini ifade eder.
Anne Marie Schimmel, ‘İslamın Mistik Boyutları’ isimli kitabında, Ahi Evren ve Ahilik için şöyle söyler:
“Türkiye’de yalnızca saygın meslek sahibi kişilerin üyeliğe kabul edildiği bu türden Ahi grupları, fütüvvet ideallerini sonraki yüzyıllar boyunca korumuşlardır; Kuzey Afrikalı gezgin İbn Battuta seyahatnamesinde, Anadolu’daki bu misafirperver kardeş toplulukları tarafından ne kadar iyi karşılandığını anlatır. Onlardan, on dördüncü yüzyılda Ahi Evren’in ‘sosyalist’ hareketi gibi cemiyetler türemiştir. Fütüvvet teşkilatıyla loncalar arasındaki ilişkiler, farklı sonuçlarına karşın çeşitli kereler inceleme konusu olmuştur.”[11]
AHİLİK TÖRENLERİ, RİTÜELLERİ
Hemen hemen neredeyse Türkiye’de, 20. Yüzyılın başına kadar kendini bir şekilde koruyup, taşıyan ve uzun süre içindeki örgütlülük halini aynı zamanda ahlaki bir teşkilat olarak da koruyabilen bu Ahi teşkilatlarının törenleri, prensipleri, ritüelleri nelerdir, biraz da ona bakalım.
“Fütüvvetin, tarikatla müşterek esası mistik oluşudur. Fakat aradaki en mühim ve esaslı fark, fütüvvet ehlinin dünyaya verdiği önemdir. Helal kazanmak ve bir sanat ehli olmak, herkesi kendisine tercih ederek ihvana yardımda bulunmak ve tesanüt, fütüvvet yolunun ana şartlarındandır. Tarikatların çoğu müntesibini dünyadan çekerken, fütüvvet yolu, salikini dünyaya ve dünya kazancına sevk eder. Ancak bu sevkte gaye, ferdi menfaat değildir, halka ve ihvana yardımdır. Mistik inanış, fütüvvet ehlinde de kanaati ön plana almıştır. Ahının on sekiz dirhemden fazla birikmiş parasının bulunmaması şartı, bunun elle tutulur bir şartıdır. Fakat bu kanaatte de yine sosyal düşünce hâkimdir. Ahı on sekiz dirhem kazanacak değildir. Bu kayıt ve miyar kazanca ait olmadığından, ne kadar elde edebilirse o kadar kazanır. Hatta ne kadar kazanabilirse, ihvana yardımının da o kadar çok olacağını bildiğinden çok kazanmaya çalışır. Yalnız kazancı ortanındır. Kendisi için yalnızca on sekiz dirhem ayırabilir.”[12]  
Görüldüğü gibi, tasavvufi bir ekol olan fütüvvet dünyadan elini eteğini çekmek bir yana dursun, kardeşine yardım edebilmek için çalışmayı sonuna kadar teşvik eden fakat biriktirmenin önüne geçen, verdikleri sözleri tutmaları yolunda sonuna kadar üyelerini teşvik ve takip eden, ahlaki bir yapılanmadır ve bu yapılanmanın en önemli özelliklerinden bir belki de birincisi, ritüeller çok önemlidir ve bu şekilleri yerine getirenin, sözlerini tuttuğu görülmektedir.
“Fütüvvette, esnaf teşkilatıyla, mistik inanış ve merasim tamamı ile kaynaşmıştır. Şüphesiz zaman zaman değişiklikler arz eden çırak, usta, yiğitbaşı, ahı, nakıyb, nakıyb el-nukaba, halife-i şeyh, şeyh al-meşayih yahut duacı, çavuş, kethüda (kâhya) gibi sınıflar, derecelerine göre aynı zamanda fütüvvet yolunun salikleri ve ulularıdır. Bir dereceden üstün bir dereceye geçmek için ehliyet şart olduğu gibi sanatta maharet ve sabırda şarttır. Bu bakımdan fütüvvet yolu, disipline fevkalade ehemmiyet veren bir ihtisas yoludur. Esnaflığa süluk eden gencin, maharet sahibi olmadıkça ve hele zamanı gelmedikçe, yükselmesine ve dükkân açmasına imkân yoktur. Kaynaklardaki malumattan anlaşıldığına göre, 17. yüzyılda peştemal kuşatma suretiyle ustalığa yüceltme ve dükkan açmaya ruhsat verme merasimi, bazı esnaf zümrelerinde beş ve altı yılda, kuyumcularda ise yirmi yılda bir yapılırdı ki, bu müddet sanattaki titizliği ve ilerleme güçlüğünü gösterdiği gibi çokluğun ve başı boşluğun sanata vuracağı darbe düşüncesi ile konan bu tahdit, ihtisasa hürmeti de göstermektedir.
Genç intisap ettiği sanat veya mesleğin sırrını öğreninceye kadar ustasına hizmete mecburdur. Bir yol atası ve yol kardeşi edinerek fütüvvete intisap etmiş ve fütüvvet şartlarına uyacağına söz vermiş olan salik, hayatı boyunca yol atası ve yol kardeşine yardım edeceği gibi, onlarında yardımına, sevgisine ve hürmetine mazhar olacaktır. Onlar ve ihvanı, loncası ve lonca sandığı, mesleğe ve sanata, yola ve ihvana ihanet etmedikçe onun hayatını ve geleceğini tekellüf etmiştir. Onun en mühim vazifesi, önce yol atasına, yol kardeşine, ustasına, mesleğine ve sanatına, alelumum ihvana yani fütüvvet ehline, sonra da aralarında hiçbir fark gözetmeksizin insanlara yardım etmektir. Fütüvvet yolunda her şey sıralıdır ve kanuna tabidir. Velev ki bu yolun en büyüğü olsun, hiç kimse keyfe keder hareket edemez. Bu bakımdan fütüvvette bir demokrasi ve düzen hüküm sürmektedir. Yeni ve ciddi vaziyetler ancak bu yol ehlinin umumi kararıyla karşılanır. Bu yüzden de fütüvvet ehli, mümkün olabildiği kadar zamana ve zamanın icaplarına intibak ederek yollarını yürütmeye muvaffak olmuşlardır.” [13]
“Kaynaklardaki malumattan anlaşıldığına göre, 17. Yüzyılda bir sanata intisap eden bir gence, bir müddet sonra peştemal kuşatılır ve bu suretle genç ustalığa yükselmiş ve dükkân açmak hakkını kazanmış olur. Bu tören, ekseriyetle bir mesire yerinde ve muayyen vakitlerde yapılırdı. Çırak çıkarma merasimiyle, şedd bağlamaktan ibaretti. Zümrenin şeyhi yeni ustaya, sanatına göre makas, iğne, iplik, bıçak, ustura, tennure, terazi gibi bir şey verir, öğütlerde bulunurdu. Yeni usta ihvana, zümre şeyhine, orta sandığına bir miktar para verir, merasimde hususi adap ve erkânla helva da pişirilirdi. Her esnaf zümre reisinin şeyhi, nakıybi, yiğitbaşısı, duacısı, çavuşu, kethüdası vardı. Şeyh ve ona vekâlet eden nakıyb o zümreyi temsil ederlerdi ki, bunlar fütüvvetin daha mistik ve batıni temellere sahip olduğu zamandan kalmıştı. Yiğitbaşı, esnaf arasındaki ihtilafı halleder, iktiza ederse hakemlik yapar, mahkemeye başvurmalarına mani olurdu. Duacı, merasimde dua eder, gül bank çeker, sanatın pirini ve ulularını anardı. Kethüdalık yahut kâhyalık, sonradan diğerlerinin vazife selahiyetlerini de almış ve seçimden sonra vazifesinin tasdiki bakımından yarı resmi bir vazife olmuştu. Her zümrenin kâhyası, o zümre ustalarının en kıdemlilerinden seçilirdi. Kâhya olabilmek için, temiz ve dürüst olmak ve en az üç usta yetiştirmiş olmak şarttı.”[14]
Bu teşkilatın ana prensipleri ise fütüvvetnamlerde ortak bir şekilde şöyle anlatılmıştır.[15]  
1)           Fütüvvet iyi huylardır. Nefisle mücadele etmek, Tanrı buyruklarını tutmak, adeta kendisini halka vakfedip herkese iyilikte bulunmak, bilhassa cömert olmak, konuk sevmek, din ve mezhep gözetmeksizin bütün insanlara sevgi beslemek, ihtiyaçlarını gidermeye çalışmak ve herkesi bir görüp, kendisini herkesten aşağıda tutmaya çalışmak.
2)           Fütüvvet peygamberlerden kalmadır. Bilhassa İbrahim ve Yusuf Peygamberlerle, Ashab-ı Kehf’te ve Yuşa’a Tanrı Feta demiştir. İbrahim’e oğlunu kurban etmesi emredilince gocunması şöyle dursun memnun olmuştur. Ziyafet vermek ve konuk ağırlamak da ondan kalmıştır. Hem bunlardan hem de putları kırdığından bu adı kazandı. Yusuf’ta kendisine kötülük yapan kardeşlerini affetmekle fütüvveti hak etmişti. Ashab-ı Kehf’te batıla uymayıp Tanrı’ya sığındıklarından bu adı aldılar. Musa’ya arkadaşlık eden Yuşa’da tamamıyla ona uyduğundan feta adıyla anıldı.
3)           Fütüvvet peygamberlerden Muhammed Peygamber’e geldi. Kıyamette her peygamber kendisini düşünürken, O “Ümmetim, ümmetim” diyerek halkın kaygısına düşecektir. Fütüvvet, Muhammed Peygamber’den Ali’ye geçti. Muhammed, Ali’ye ‘Ya Ali, Harun, Musa’ya ne menzildeyse, sende bana o menzildesin’ dedi. Aynı zamanda Ali hakkında ‘Ali’den başka er yok, Zülfikardan başka kılıç yok’ denilmiştir. Muhammed ‘Ben bilginin şehriyim, Ali kapısıdır’ ve ‘Ali bendendir ve ben Ali’denim’ demiştir. Ali fütüvvet kutbudur.
4)           Ali on yedi kişinin belini bağlamıştır, bunlara ‘Kemer- Bestegan’ denir. Bunların başında Selman-ı Farisi gelir. Selman’da, Ali’nin emriyle bazılarının belini bağlamış, bu suretle şedd erkânı, Muhammed, Ali ve Selman vasıtasıyla kurulmuş ve teselsül etmiştir.
5)           Fütüvvet şartları vefa, doğruluk, emniyet, cömertlik, tevazu, ihvana nasihat, onları doğru yola sevk etmek, tövbe, kuvveti varken afiv, devleti varken tevazu, yokluktayken minnetsiz ihsan, Bir sanat sahibi olmak vesairedir. Aynı zamanda fütüvvet nisbetine sahip olmak, akıl sahibi bulunmak, ergenlik çağına gelmek, dindar olup hayâ ve mürüvvet ehli bulunmak şarttır.
6)           Şedd bağlanırken, fütüvvet yoluna girenin beli ve karın haramdan, dili gıybet ve bühtanla beyhude sözlerden, gözü, görmediğini hatta gördüğünü, kulağı duymadığını hatta duyduğunu söylemekten, eli halkı incitmekten, ayağı Tanrı rızasına uymayan yerlere gitmekten, gönlü hırs ve emelden bağlanır. Bunlara karşılık cömertliği, keremi, tevazuyu, afvi, yokluğu ve gerçek uyanıklığı açılır.
7)           Müşrik ve kafire, remille ve yıldız bilgisiyle uğraşana, şarab içenlere, halkın ayıbını gören tellaklara, yalan söyleyen ve insafsız olan tellal, çulha, kasap ve cerrahlarla, avcılara, vaadinde vefa etmeyenlere, hırsızlarla zalimlere, halkın zararını gözeten muhtekir ve madrabazlara şedd verilmez.
8)           Şarap içen, zina ve livatada bulunan, yalan söyleyen, koğuculuk eden, hile yapan, gıybette ve bühtanda bulunanlar fütüvvetten düşerler.
9)           Fütüvvet üç kısımdır. Kavli, Seyfi, Şurbi
10)      Fütüvvet libası, Şalvar ve Şedd’dir.
11)      Fütüvvet nisbeti, bu aynen sufilerdeki tarikat silsilesi gibidir. Ahıdan, ahıya ta Ali’ye ve Ali vasıtasıyla Muhammed’e kadar ulaştırılır.
12)      Peygambere Cebrail vasıtasıyla hırka ve fütüvvet libası gelmiş, O da bunları Ali’ye vermiştir.
13)      Ahının sofrasının açık, kendisinin bilgi sahibi ve cömert olması, Tanrı buyruklarını tutması, dünyayı terk etmesi, on sekiz dirhemden fazla para saklamaması, beylerin kapısına gitmemesi, edep ve hayâ sahibi olup, ihvanın hizmetinde ve terbiyesinde ihmal göstermemesi, bir sanat sahibi olması, ihvanın getirdiklerini ortaya koyması, silsilesini Ali’ye ulaştırması şarttır.
14)      Fütüvvet ehlinin arasında çok sıkı bir tesanüt vardır. Bir ahıdan şedd bağlananlar, birbirlerinin kardeşleri oldukları gibi bütün fütüvvet ashabı da kardeştir. İhvanın birbirlerinin gönüllerini kırmamalarını, birbirlerinden razı olmaları, birbirlerine canla, başla, malla yardımda bulunmaları gerekir.
Yukarıda sıraladığımız bu maddeler, fütüvvet ve Ahiliğin ortak noktalarıdır. 13. Yüzyıldan, 19. Yüzyıla kadar sürmüş olan bu teşkilat, başlangıçta çok etkili olmuştur. 1332 yılında Anadolu’ya gelen İbn Battuta seyahatnamesinde, Anadolu’da bulduğu, misafirperverliği anlata anlata bitirememektedir. Gezdiği bütün yerlerde Ahi tekkelerinde misafir edilmiştir. Kendisine devamlı yardımcı olan bir halkla karşılaşmıştır. Son derece rahat hareket eden, erkeklerle birlikte zikir yapan kadınlar görmüştür. Hayatın içinde ekonomiye katkıda bulunana kadınlardır bunlar, örneğin bir Ahi beyinin sofrasında Yahudi bir doktoru görmüştür ve çok şaşırmıştır. Anadolu Selçukluları ile başlayan bu teşkilatlanma aslında Osmanlı’ya hazır bir teşkilat sunmuştur. Osmanlı’nın bir anda büyümesinde ve yükselmesinde başat rol oynamışlardır. Daha Osman Gazi zamanında başlayan bir yükseliştir bu aslında, Şeyh Edebalı’nın kardeşi Şemseddin ve yeğeni Hasan Ahidir. Orhan Bey zamanında da bu Ahiler yine etkindiler. 1. Murat, Ankara’yı ahilerden teslim almıştır ve bayağı bir müddet ahiler Ankara’yı kendileri yönetmişlerdir.
2. Murat zamanında da, Kadem Ahi ve Ahi Yakup, ileri bir mevki sahibiydiler. Yıldırım Bayezid zamanında da Ankara ahileri aynı nüfuza sahipti. Hatta dükkanlarını kapamak ve silaha sarılmak suretiyle de adeta bir grev yapmışlar ve yirmi gün süren bu grev sayesinde de haklarını elde etmişlerdi.”[16]
SON SÖZ
Ahilik, aslında İslam dünyasının içinden geçtiği çok sarsıntılı bir dönemde, bir yandan Haçlı seferleri, bir yandan mezhep savaşları ve bir yandan da Moğolların korkunç istilaları sırasında kendisine yaşam imkânı bulmuş bir nevi özerk esnaf teşkilatlarıydılar. Babaların, dervişlerin kırda gerçekleştirdikleri, huzur, iskân ve adaptasyonu Ahiler şehirlerde gerçekleştiriyorlardı. Aynen, Anadolu’ya gelen dervişlerde olduğu gibi bugünkü anlamda bu insanlar mezhep taassubunu aşmış, ne Alevi ne Sünni kabul edebileceğimiz kimselerdi. Tarihin kendilerine tanıdığı şansı çok iyi kullanmışlar ve bu topraklarda, uzun süre etkisi gitmeyecek olan bir teşkilat olarak ortaya çıkacaklardı. Sofralarına herkesi misafir eden, yetmiş iki millete bir nazarla bakan, ötekine yardımı bir Allah emri olarak gören bu insanlar, sonraki tarihlerde yaşanacak olan daha huzurlu dönemin öncüleri olacaklardı.
Bugün insanlığın içinde bulunduğu bu açmazda, dünyanın giderek faşizme ve otoriter yönetimlere doğru hızla hareket ettiği bir dönemde insanlığın üretimin dışına atıldığı, sadece tüketen müşteriler olarak görüldüğü bir zamanda hakikaten, diğergam olan ve bunun için ömürlerini adayan bu insanların deneyimine insanlığın ihtiyacı her zamankinden daha çok var.
Özellikle komşularımızda devam eden ve bizde de tehdidini daha da çok gösteren bir savaşın içindeyiz. Bugünlerde kendi komşularımızla bir arada yaşayamıyoruz. Ama unutulmamalıdır ki, tarihin başından beri bu topraklar çok renkli ve çok değişik etnik gruplara ev sahipliği yapmış ve hepsini de burada yaşatmıştır. Türkler 10. yüzyıldan itibaren tanıdıkları İslam’a, Bernard Lewis’in dediği gibi milli kimliklerini gömmüşlerdir ve İslam’la başka bir millete, Anadolu topraklarında dönüşmüşlerdir. Tarihleri boyunca karşılaştıkları her dini inancı bir şekilde kabul eden Türkler, İslam ile birlikte ve bu topraklarda, ötekiler ile bambaşka bir kimlik oluşturmuşlardır. Türklerin bu kimliği aslında diğerleri ile birlikte var olan bir kimliktir. Biz ne zaman ki Anadolu’da bulunan diğer kimliklerden ayrılmaya başladık işte o günden itibaren sanki hayat damarlarımız kesilmeye başladı. Yani aslında Türk’ün kimliğinin olmazsa olmazı, beraber yaşadığı diğer etnik gruplardı. Onların yok olması bizimde kültürel kimliğimizin büyük bir hasar almasına sebep olmuştur diye düşünüyorum. Artık bu topraklarda biz kimlerle bir arada yaşayacaksak onlarla gerekli barışçıl ortamı tesis etmek zorundayız. İşte o zaman Türk’ün kimliği tekrar ortaya çıkacaktır.

Suat Yalçın
21.01.2017

1) Abdülbaki Gölpınarlı, İslam ve Türk İllerinde Fütüvvet Teşkilatı, s18
2)  İslam’ın Mistik Boyutları, Annemarie Schimmel, s.262
3)  Abdülbaki Gölpınarlı, İslam ve Türk İllerinde Fütüvvet Teşkilatı s.19
4)  Abdülbaki Gölpınarlı, İslam ve Türk İllerinde Fütüvvet Teşkilatı s.20
5)  Abdülbaki Gölpınarlı, İslam ve Türk İllerinde Fütüvvet Teşkilatı s.20
6)  Abdülbaki Gölpınarlı, İslam ve Türk İllerinde Fütüvvet Teşkilatı s.22
7)  Haşhaşiler, İslam’da Radikal bir Tarikat, Bernard Lewis, s.129
8)  Ahi Evren, Mevlana Mücadelesi, Mikail Bayram, s.48
9)  Mikail Bayram, Ahi Evren ve Ahi Teşkilatının Kuruluşu, s.82
10) Mikail Bayram, Ahi Evren ve Ahi Teşkilatının Kuruluşu, s.136-137
11) İslam’ın Mistik Boyutları, Annemarie Schimmel, s.262
12) Abdülbaki Gölpınarlı, İslam ve Türk İllerinde Fütüvvet Teşkilatı s.7
13) Abdülbaki Gölpınarlı, İslam ve Türk İllerinde Fütüvvet Teşkilatı s.76
14) Abdülbaki Gölpınarlı, İslam ve Türk İllerinde Fütüvvet Teşkilatı s.81
15) Abdülbaki Gölpınarlı, İslam ve Türk İllerinde Fütüvvet Teşkilatıs.32-33
16) Abdülbaki Gölpınarlı, İslam ve Türk İllerinde Fütüvvet Teşkilatı s.70

20 Ocak 2017 Cuma

Anadolu’ya Göçler ve Kurulan Yaşam Biçimi - SUAT YALÇIN

03:14 Posted by Bedri Münir , No comments
GÖÇLER VE SONUÇLARI
Göçebeliğe ve onun etrafında oluşan ekonomik ve sosyal düzene girmeden önce kısaca bir göçler ve ne sonuçlar doğurduğuna bir bakmak istiyorum. Aslında baktığınızda tarihte doğrusal giden olaylarda kırılmaya yol açan iki olgu var, biri göçler, öteki ise isyanlardır. Göçler ve isyanlar tarihin hızlandırıcıları ve ray değiştiricileridir şeklinde bir tabir kullansak aslında yanlış olmaz.
Örneğin, Avrupa’nın tarihini değiştiren bir kavimler göçü var; bu kavimler göçü 4. Yüzyılın ortalarında, Hunların, Aral Gölü ile Hazar Denizi arasındaki bölgeden Don ve Volga nehirleri arasındaki bölgeye kaymaları ile başlamıştır. Çinlilerin egemenliğinden kurtulmaya çalışan Hunlar, Cermenlerin, Gotların ve Slavların yaşadıkları Doğu Avrupa’yı istila etmeye başladılar. Bu istilaların sonucunda bu kavimler batıya doğru hareket edip, Roma topraklarını işgal etmeye başladılar. Sonuçta Roma imparatorluğu, önce 395’te, Doğu ve Batı şeklinde ikiye ayrılmış ve Batı Roma imparatorluğu 476’da yıkılmış ve Avrupa uzun bir müddet Feodaliteye teslim olmuştur.
Aslında cesamet olarak bu kadar büyük olmamasına rağmen bir avuç insan 622 yılında Mekke’den, Medine’ye hicret etmiş ve dünya tarihinin en önemli değişikliklerinin başlangıcı olmuştur. Yine İsrail kavminin Mısır’dan, Musa önderliğinde Kenan diyarına göçü, bugüne kadar etkileri süren bir göç olmuştur.
16.yüzyıldan itibaren Avrupa’dan, Amerika’ya doğru olan göçlerde bu kıtanın bütün tarihini değiştirmiştir.
Tıpkı bunlar gibi, Türklerin daha doğrusu Oğuz boyunun, 11. Yüzyıl ortalarından itibaren, Orta Asya’dan hareketle, Maveraünnehir, Horasan hattından, Anadolu’ya o günün söylemiyle Diyar-ı Rum’a olan göçü de yaşadığımız toprakların, bugüne kadar olan macerasının başat olayı olmuştur. Kaderin cilvesi olsa gerek, Roma imparatorluğunun yıkılmasına neden olan, Hunların göçü, bu sefer Bizans’ın yıkılmasına kadar gidecek sürecin yine Türkler elinden olmasını sağlayacaktır.
Aslında sürekli olarak, Selçukluların başına dert çıkaran, ele avuca sığmayan, vergi vermekten hiç hazzetmeyen Oğuz boyları, Malazgirt’ten önce Anadolu’ya girmeye başlamışlardı. Ama kurulu devlet düzenleri, Malazgirt’ten sonra oluşmaya başlamıştır. Danişmentoğulları ve Artuklular gibi beyliklerle Türkmen nüfusun ilk yerleşmeye başladığı alanlar, Tokat, Amasya, Yozgat, Kayseri, Sivas, Malatya, Elazığ gibi kentlere ve kırsal kesimlerdi. Selçuklularla beraber bu göçler orta Anadolu ve batıya doğru devam edecektir.
“Türkler Anadolu’ya sızmaya başladığı sırada bazı istisnai yerler dışında bölgenin bütününde nüfus çok azdı. Fetihler sırasında bölgeden kaçanlar, katliamlar ve tutsak alınanlar dolayısıyla bu nüfus daha da azalmıştı. İkincisi, Anadolu’daki nüfusu oluşturan unsurlar birbirinden çok farklıydı. Toplam sayıları tabii ki yeni göçmenlerden çok fazlaydı ama yeni göçmenler nüfusun dağınık unsurlarının her biriyle karşılaştırıldığında, yani terazinin bir kefesine gelenlerin yayılma gücü, diğerine Anadolu nüfusunu oluşturan unsurların direnme gücü konulunca, sayısal eşitsizlik önemini yitiriyordu. Rum bölgeleri, Ermeni bölgeleri vb. vardı ama Türkler her taraftaydı. Üçüncüsü Orta Asya’dan gelen Türklerin en büyük bölümünün Azerbaycan ve Anadolu’ya yerleştiklerine dair en ufak bir şüphe yoktur ve Anadolu’ya yerleşenlerin sayısı Azerbaycan’a yerleşenlerden fazladır. Türkler Arap ülkelerinde ya da Orta ve Güney İran’da bulamadıkları, alıştıkları yaşam koşullarına çok benzer koşulları Anadolu’da bulmuşlardı.”[1]
Evet, Türkler sürekli göç ediyorlar ya da göç ettiriliyorlardı. Gelen unsurlar Anadolu’yu kendi yurtları gibi benimsemeye başlamışlardı, çünkü yaşadıkları ve alıştıkları ortama çok benziyordu. O yüzden her tarafa yayılıyorlardı ve yayılırken de Diyar-ı Rum’u bir nevi sivil alanda işgal ediyorlardı.
“Yeni gelenlerin egemenliği altına giren yerleşik halklarda tutsaklık veya umutsuzluk doğumu azaltan bir etki yaratırken, istilacı halklarda geleceğe güvenle bakmayı, bolluğa ve başarıya çocuklarının sayısının artmasıyla ulaşılacağına inanmayı getirir, dolayısıyla yerli halkın aksine doğumlar çoğalır. Diğer taraftan ister kaçırma yoluyla olsun, ister ülkenin yeni sahiplerinin kendilerini rahat bırakmalarını sağlamak için yerli aile reislerinin rızalarıyla olsun, yerli kızlar istilacıların yataklarına girecek ve sonuçta doğan çocuklar Türk olarak yetiştirileceklerdir. Bu durumda doğurganlık açısından yerli halklar zararlı, Türkler kazançlı çıkacaktır.”[2]
Yani Türkler bir yandan göç ediyor, diğer yandan ise Anadolu’yu yurt edinirken, yerli halkla da bir şekilde karışmaya başlıyorlardı. Bu göçlerin iki türlü tesiri oluyordu. Öncelikle kırda başka bir demografi ortaya çıkarıyor, kentte ise daha başka bir demografi ortaya çıkarıyordu.
Peki, bu göçler nasıl oluyordu yani Horasan, Azerbaycan üzerinden Anadolu’ya gelen bu topluluklar, hangi araç gereçlerle bu yolculuklarını yapıyorlar, nelerle karşılaşıyorlardı?
“Ne yazık ki tarih kaynakları ne göçlerin cereyan süreciyle, ne de Anadolu’daki yerleşim süreciyle ilgili olarak yukarıdaki sorularımıza kesin ve somut cevaplar vermemize pek yardımcı olmuyorlar. Anadolu’daki yerleşme süreciyle ilgili olarak ise, Türk kaynaklarından çok, Ortaçağ Anadolu’sundaki Hristiyan kaynaklarında bazı kayıtlar bulabiliyoruz.”[3]

İLK GÖÇLER NASIL YAPILDI VE İLK ETKİLERİ NELERDİ?
Orta Asya’dan, Anadolu’ya devam eden bu göçler, sadece uygun olan mevsimlerde yapılan ve Anadolu’ya yerleştikten sonra biten göçler değildir. Aslında bu göçler, Anadolu’da da uzun bir müddet devam eden göçlerdir ve bu yaşam biçimi olağan bir halde devam etmiştir.
Göç nasıl başlamış, nasıl cereyan etmiş olabilir? Sorusunu sorduğumuzda şöyle bir senaryo hayal edebiliriz. Herhalde her Türkmen boyu, kendi reisleri yönetiminde, kafileler halinde yollara dökülüyor, muhtemelen her boy ya kendi başına hareket ediyor, ya da daha büyük topluluklara katılıyorlardı. Geçecekleri güzergahlar hakkında daha önce bilgi edindiklerini veya o güzergahları ve oralardaki tehlikeleri tanıyanları kılavuz olarak kullandıklarını düşünebiliriz.
Takip edilen güzergahta, belli yerlerde konaklanıyor, duruma göre ya kısa bir süre veya günlerce kalmak gerekiyordu. Bu konaklamalarda çadırların her seferinde yeniden sökülüp kurulması, hayvan sürülerinin otlatılması, koyun ve develerin, ineklerin sağılması, sütlerin işlenmesi, hastalanan hayvanların kesilip yüzülerek etlerinin muhafazası gibi yığınla yorucu işinde bu yolculuk esnasında yapılmak zorunda olduğunu unutmamak gerekir. Bu arada güzergah boyunca kafilede hastalanıp ölenlerin, yeni doğanların olduğunu da tahmin etmek hiç şüphesiz zor olmasa gerekir. Ölenlerin hemen yol kenarlarında uygun yerlere defnedildiği bilinmeyen bir şey değildir.
Bu uzun ve yorucu yolculukta ne tür nakil vasıtalarından yararlanıldı? Beygir, deve ve öküz gibi hayvanların yanında, özellikle uzun yol için birkaç çeşit araba kullanıldığını, hatta bunların bazılarının üstünde keçeden çadır evler taşıdıklarını biliyoruz. Bunlar arasında eski çağlarda ve yakın zamanlara kadar da Anadolu’da kullanılan kağnılara bakarak, aynı model olmasa bile belki Türkmenlerin benzer tekerlekli taşıtlar kullanmış oldukları da uzak bir ihtimal olarak görünmüyor. Aksi halde ağırlıkları sadece hayvan sırtında taşıyarak yapılan bu uzun mesafeli göçlerin çok meşakkatli olacağı ve çok daha uzun zaman alacağı şüphesizdir. Ama bunların taşımayı çok daha kolay ve daha az güçle sağlayan parmaklıklı tekerlekleri olan arabalar olduğunu sanmıyoruz. Çünkü Osmanlı döneminde bile halkın, tıpkı eski çağlar Anadolu’sunda ki dingille beraber dönen yekpare tahtadan tekerlekli arabalar, yani kağnılar kullanıldığını Avrupalı seyyahların gözlemlerinden biliyoruz. Bunların ise tekerlerinin dingille birlikte dönmesi yüzünden parmaklıklı tekerli arabalara göre koşum hayvanlarını daha fazla zorladığını söylemeye hacet yoktur.
Bu arada yiyecek ve su işi de muhakkak ki çok önemli idi. Yiyecek problemi herhalde büyük ölçüde avlanan hayvanlardan, yahut kendi hayvanlarından temin edilen etle, sağmal koyunlardan sağılan sütle hallediliyordu. Ekmek yapmak için gerekli buğday veya un herhalde taşıdıkları erzak stoklarından veya lüzumu halinde güzergah üstündeki, yakınlarda konaklanan köylerden ve kasabalardan sağlanıyor olsa gerekti. Tabi bu konaklamalar esnasında köylerin tarlalarına ve meralarına giren sürüler yüzünden çıkan kavgaları, sürtüşmeleri, hatta çatışmaları da hesaba katmalıyız.
Ayrıca ihtiyaç duydukları bir takım alet edevatı da herhalde ya buralardan satın alıyor, belki de çoğunlukla yaptıkları yağmalardan ele geçiriyorlardı. Çünkü Türkmenlerin yolları üstündeki köy ve kasabaları veya başka göç kafilelerini yağmaladıklarını biliyoruz.”[4]
Peki bu göçler çok başı boş olarak mı yapılıyordu, yoksa bu göçlerin bir şekilde kontrolü ve düzenlemesi yapılıyor muydu?
Anadolu’ya gelen bu göçebe Türkmenler öncelikle korkup kaçan yerli halkların bırakmış oldukları köylere ve civarına ya da istilalar sonucunda virane köylere yerleşiyorlardı. Bazen tamamen boş arazilere yerleşiyorlardı, bazen de savaşarak elde ettikleri köylere yerleşiyorlardı.
"Melik Ahmed Gazi’nin fetihlerini destansı bir üslupla hikaye eden ünlü Danişmendname bu savaşların hikayesidir."[5]
“İlk akla gelen şey, Orta Asya bozkırlarında alıştıkları hayat tarzını sürdürebilecekleri arazilere benzer arazileri aramış olduklarıdır. Yani kış mevsiminin sert ve soğuk rüzgarlarından, karlı, tipili fırtınalarından kendilerini ve hayvanlarını koruyabilecekleri, engin akarsu vadilerinin bulunduğu Orta ve Batı Anadolu bozkırlarını, yazın hayvanlarını rahatlıkla otlatabilecekleri serin yaylaların bulunduğu Doğu Anadolu topraklarını tercih ettiler. Kışın Suriye’nin engin vadilerine gittiler, yazın da tekrar, Orta ve Doğu Anadolu yaylalarına çıktılar. Buralarda bir kısmı uygun buldukları boş topraklara yerleşirken, bir kısmı da terk edilmiş veya kısmen meskun Bizans kent ve köylerini tercih ettiler. Ama bu yerleşim stratejisi aynı zamanda Selçuklu yönetiminin bilgisi ve kontrolü dahilinde cereyan ediyor(sırf vergi tahsili içinde olsa) resmen her boyun nereye yerleştiği, yerleşilen arazinin verimlilik kapasitesi, ne miktar vergi nüfusu barındırdığı, hiç şüphesiz Osmanlı tahrir defterleri gibi defterlere geçiriliyordu. Fakat bugün bu defterlere maalesef sahip değiliz.”[6]
Yani aslında Büyük Selçuklu ile geçinemeyen ve Malazgirt’ten sonra batıya hareket etmeye başlayan Türkmenler özellikle Büyük Oğuz isyanından sonra büyük kitleler halinde Anadolu’ya gelmeye başlıyorlar, daha sonra ise Moğol istilasının sürüklemesi sonucunda Harezmşahlarla beraber, Anadolu’ya dalgalar halinde gelmeye göç ediyorlardı. Aslında Anadolu Selçuklu döneminin en kuvvetli olduğu çağda yani, 1. Gıyaseddin Keyhüsrev, 1. İzzeddin Keykavus ve 1. Alaaddin Keykubad döneminde bu göçler oluyor ama 2. Gıyaseddin Keyhüsrev’e kadar herhangi bir büyük olay yaşanmadan yerleşim Selçuklunun kontrolü ile daha sakin bir şekilde bu göçler gerçekleşiyordu.
Anadolu Selçukluları özellikle 1. Gıyaseddin Keyhüsrev’den itibaren çok akıllıca bir politika izleyerek, kentlerde Fütüvvet teşkilatlarını ve bununla beraber Ahiliği inşa ediyorlardı. Kırda ise daha sonraki dönemlerde Abdalan-ı Rum olarak tabir edilecek, Abdallar, Babalar, Dedeleri hoş tutarak ve bir nevi anlaşarak gelen bu göçmen kitleleri nispeten sorunsuz bir şekilde yerleşmelerine sebep oluyorlardı. Kırdaki bu Babalar, Dedeler, dervişler kimlerdi, bu kitlelerin üzerinde nasıl etkileri vardı onu incelemeye çalışalım.

BABALAR, DEDELER, DERVİŞLER
Türk tarih çalışmalarında bu göçebe Türklerin söz konusu edilmesi ilk defa başlıca kaynak olan Fuat Köprülü’nün ‘Türk Edebiyatında İlk Mutasavvvıflar’ kitabıyla kendisine yer bulmaya başlamış ve Ömer Lütfi Barkan’ın 1942 yılında yazmış olduğu ‘İstila Devirlerinin Kolonizatör Türk Dervişleri ve Zaviyeler’ isimli makalesi ise bu babaların, dervişlerin konu edildiği eser olmuştur.
Ömer Lütfü Barkan’ın bu makaleyi yazarken motivasyonu, çeşitli Avrupalı yazarların ve düşünürlerin iddia ettiği gibi Osmanlı gibi bir imparatorluğu kuran ve asırlarca ayakta tutan ekibin onların söyledikleri gibi yerli Rumlar değil, bilakis Anadolu’ya göç eden Türkler olduğunu ispat etme çabasıdır.
Aynı zamanda Türk tarihini sadece bir savaşlar ve anlaşmalar tarihi olmaktan çıkarıp,  bu tarihi hanedanın bir destanı değil de gerçekten ne olduğunu anlatmaya çabalayan bir makaledir.
O nedenle uzun süre bu konudaki en önemli eser olarak kendini muhafaza etmiştir. Daha çok Osmanlı dönemini anlatan, Şeyh Edebalı ile Osman Gazi arasında geçen olayları anlatarak başlayan ve daha sonra Geyikli Baba ve diğer şeyhleri onların gittikleri yerleri nasıl imar ettiklerini, oraları nasıl Müslümanlaştırdıklarını ve Türkleştirdiklerini anlatmaya çalışır.
Peki kimdi bu Babalar, Abdallar ve Dervişler, göçebe kitleler üzerinde ne tür etkileri vardı?
“Bir yanda Bizans köylerinin yakınına kurulan-Orta Asya bozkırlarında bugün gördüğümüz ‘yurt’ tabir edilen çadırlara benzer- çadırlarda, kadın kız, çoluk çocuk, genç ihtiyar, günlük yaşantılarını sürdürmeye çalışan binlerce insan, diğer yanda etraftaki meralarda otlamaya bırakılmış develer, atlar, öküzler, inekler ve koyunlar. Hristiyan köylüler herhalde o zamana kadar görmedikleri, değişik kıyafetler giymiş, anlamadıkları bir dille konuşan ve oradan oraya koşuşturan bu insanları kısmen tedirginlik, ama daha çok merak dolu bakışlarla izlemiş olmalıdırlar. Aradan geçen günlerin, yavaş yavaş eskilerle yeniler arasında bir iletişimin başlamasını kaçınılmaz kılacağı muhakkaktır. Yavaş yavaş bu Türkmen cemaatleri civar araziyi tanımaya başlayacak, hayatlarını bu yeni topraklarda nasıl idame ettireceklerini tasarlayacak aşamaya gelmişlerdir. Çok geçmeden yaklaşan kış mevsimini geçirmek üzere yerli köylülerin kerpiçten yapılma dam evlerine benzer iki üç odalı evler ve tabii hayvanlarını barındırmak için ağıllarda yapacaklardır.
Bu genel manzara içerisinde bizim ilgileneceğimiz tipler, Türkmen oymaklarının hem yöneticisi hem dini lideri olan ve yerleştikleri bu yerlerdeki hayatlarını tanzim eden baba, dede, abdal, sultan dedikleri ‘yerleşimci şeyhler ve dervişler’ olacaklardır. Onlar gerçekten bu yepyeni topraklarda beraberlerindeki insanların düzenli bir hayat kurmasında başrolü oynadılar. Onların karizması ve teşkilatlanma yetenekleri sayesindedir ki bu kalabalıklar yeni hayatlarına başlayabildiler. Çevre yerli halkla olan ilişkilerinde, yaşadıkları sıkıntıların giderilmesinde, günlük hayatın düzenli bir şekilde akmasının sağlanmasında, ortaya çıkan anlaşmazlıkların halledilmesinde başrolü oynayanlar yine onlardı. Onların bu günlük yaşantıdaki toplumsal rollerinin etkili olmasını sağlayan, muhakkak ki dini statüleridir. Hiç şüphesiz onlar buraya bir takım sufi tarikatların temsilcileri olarak geldiler.”[7]
“Geleneğin kendilerini ‘Horasan Erenleri’ olarak toplumun hafızasına kazıdığı bu dervişler için Anadolu, hem sükunet ve emniyet bulmayı ümid ettikleri bir ülke, hem de kendi dini fikirlerini yayabilecekleri elverişli bir ortamdı.
Tasavvuf 13. Yüzyılda kentsel kesimde olduğu gibi, işte bu konargöçer çevrelerde de kuvvetli temsilciler buldu. Bozkırda yarı göçebe bir hayat süren, sade duruş ve yaşayışlarıyla halktan birileri olarak Türkmenlerle birlikte bulunan ve Fuat Köprülü’den beri eski kam ozanlara benzedikleri genellikle kabul edilen, babalar, sultanlar ve dedeler, Anadolu’nun toplumsal şartlarına uygun bir halk tasavvufu oluşturdular.
Şehirli İran kültürünün etkisinden uzakta kalan ve Türkçe konuşan bu ahali, baba, abdal ve dedelerin, sultanların etkisi altındaydılar. Bu göçmen halk sufileri ayrıca, etkisi altında kaldıkları Melametiyye denilen cezbeci sufi mektebin vatanı olan Horasan bölgesine nispetle, daha o zamanlar ‘Horasan Erenleri’ diye daha genel bir unvanla da anılıyorlardı.
Nitekim, çoğu evliya menakıbnamesinde Anadolu’ya göç ettiğinden söz edilen her derviş, hangi tarikata mensup olursa olsun mutlaka Horasan’dan göçme yani Horasan Erenlerinden idi. Nitekim bugün artık ‘Horasan Erenleri’ teriminin 11. Yüzyıldan itibaren, Horasan’da esnaf muhitlerinde gelişen Melametiyye denilen büyük tasavvuf meşrebinin popüler ve sade bir yorumunu temsil eden, Orta Asya’nın değişik bölgelerinden gelen şeyh ve dervişleri ifade ettiği çok da itirazla karşılaşmayan bir görüş olarak kabul görmektedir.
Çağın resmi kaynakları ise yani vakayinameler, geleneksel sufi kaynaklarının tam aksine, Melametiyye akımından etkilenen bu göçmen aşiret sufilerini, çoğu defa kitabi Sünnilikle pek bağdaşmayan inançlarından ve siyasal iktidarla başlarının pek hoş olmamasından dolayı ‘Harici’ ve ‘Rafızi’ terimleriyle nitelerler. Bu terimler aralarında hiçbir fark gözetilmeksizin bütün bu eğilimdeki şeyhleri ve dervişleri toptan ifade etmek için kullanılıyordu.” [8]
Evet görüldüğü gibi bu nitelendirme aslında dini kaygılardan öte siyasi kaygılardan kaynaklı nitelendirmeler idi. Yoksa bu babaların ya da dedelerin ne Şiilikle, ne de İsmaililikle alakası yoktu. Bu topluluklar aslında o dönem şehirdekiler gibi, bugünkü anlamda Alevi ya da Sünni olarak sınıflandıramayacağımız bir itikadi inanışa ve amele sahiptiler.
DERVİŞLERİN, MEZHEPLERİ – MEŞREPLERİ
Benim anladığım kadarıyla, İslam toplumunda 9. Yüzyıldan itibaren kristalleşmeye başlayan, mezhep meseleleri, Şia ile Sünniliği birbirinden iyice ayırıyor ve iki düşman cephe oluşturuyordu. Diğer yandan ise Sünnilik içinde baş gösteren kelami ve felsefi tartışmalar giderek daha da sertleşiyor ve bu bir yandan da Selefilik akımının ortaya çıkmasını sağlıyordu. Devam ede gelen taht kavgaları ve zulümler, Hasan-ı Basri’den itibaren gelen zaman zaman Ehli Beyt’in de siyaseten yasaklı olmasından dolayı, ister istemez yapmak durumunda kaldıkları, ilimle uğraşma, riyazet ve bütün bu kavgalardan kaçarak yaşama isteği, İran ve Hindistan etkilerinin de yoğun olduğu bu devirde tasavvufu doğurmaya başlıyordu. Özellikle 10. yüzyıldan itibaren birçok tasavvuf okulları ve ekolleri oluşmaya başlıyordu. 11. Yüzyıldan itibaren bu okullar artık, günümüzün cemaatleri gibi giderek çoğalıyor ve her biri kendi meşrebince bir yol izlemeye başlıyorlardı. İşte o dönem için Anadolu’ya gelen bu dervişlerin her biri böyle ekollerin, okulların içinden gelmiş kişilerdi.
Uzun yıllar boyunca bu gelen dervişlerin hemen hemen tamamının özellikle Hace Ahmed Yesevi’nin müridleri olduğuna inanılmıştır. Yani onların neredeyse tümü, Orta Asya’dan, Yeseviyye mektebinden kabul edilmişlerdi. Bunun,  ana nedeni yine, Fuat Köprülü’nün yaptığı çalışmalar ve yazdıkları idi. Oysa, son zamanlarda yapılan çalışmalarda görülüyor ki aslında Yesevilik belki de bu grupların en küçükleri, bu grupların aslında Vefaiyye, Evhadiyye, Sühreverdiyye gibi okullardan daha çok etkilendikleri ve bu dervişlerin tam da oralardan yani Bağdat’tan, Halep’den, Şam’dan, Buhara üzerinden geldikleri ve Anadolu’da bulunan bu göçebelere onların etki ettikleri görülüyor. Bu konuda son dönemde, Ahmet Karamustafa, Ayfer Karakaya, Cemal Kafadar, Ahmet Yaşar Ocak gibi isimler önemli çalışmalara imza atmışlardır. Bütün bunların yanı sıra Kalenderilik, Torlaklık, Haydarilik gibi bugün dahi uç sayılabilecek tabiri caizse dönemin anarşist dervişleri de hiç de azımsanmayacak kadar vardı ve Anadolu köylerinde kabul görüyorlardı. Bunlar tabi ki uç örnekler, bizim için aslolan, köylülere hayatlarını kolaylaştıran ve onların bu topraklara yerleşerek kök salmalarını sağlayan ve Anadolu coğrafyasında diğer halklarla bir arada yaşama pratiğini geliştiren dervişlerdir yani Rum Abdallarıdır.
İLK DERVİŞLERİN YERLEŞİMLERİ VE SONRAKİLER NASIL GERÇEKLEŞTİ VE ETKİLERİ
İlk örnek olarak özellikle daha sonra Anadolu tarihinde çok önemli etki yaratacak olan Baba İlyas’ın dedesi, Dede Garkın’dan söz edelim. Bu konu son yıllarda ortaya çıkarılan ve Türk Tarih Kurumu tarafından basılan, Ahmet Yaşar Ocak ve İsmail E. Erünsal tarafından çevirisi yapılan Baba İlyas’ın torunu Elvan Çelebi’nin yazdığı ‘Menakıbu’l Kudsiyye fi Menasıbi’l Ünsiyye’ adlı menakıbnamede ortaya konulmuştur.
Menakıbu’l Kudsiyye’de ki veriler tahlil edildiği zaman, Dede Garkın’ın pek çok benzeri gibi muhtemelen 1200’lü yılların başında Moğol istilası önünden kaçarak Anadolu’ya gelen Türkmen Şeyhlerinden olduğu tahmin edilebilir. Zamanla büyük bir şöhret kazanarak müridlerinin sayısını çoğaltmıştır.”[9]
“Elvan Çelebi’nin anlatışına göre Dede Garkın büyük Anadolu Selçuklu sultanı 1. Alaaddin Keykubad zamanında yaşamıştır. Onun şöhretini duyan sultan, dedeyi tanımak istemiş ve yanına giderek kendisiyle tanışmıştır. Bu görüşmenin sonunda Şeyhin büyük bir veli olduğunu görüp takdir etmiş, kendisi ve müritleri için on yedi pare köy bağışlamıştır. Bu köyler muhakkak ki Dede Garkın’ın yaşadığı yerdeki köylerdir. Ne yazık ki Elvan Çelebi burasının neresi olduğunu yazmıyor ama 1556 tarihli bir icazetnameden burasının Malatya-Elazığ havalisinde köyler olduğunu görebiliyoruz.” [10]
Ahmet Yaşar Ocak’ın ‘ Dede Garkın ve Emirci Sultan’ isimli kitabında aynı şekilde Emirci Sultan’a da sadece kendi bulunduğu köyün değil, civardaki otuz köyünde vakfedilmesi için bağışlandığı söylenmektedir.
Ömer Lütfi Barkan’ın makalesinde de bunun gibi örnekler vardır.
En önemli örnek Şeyh Edebali ile Osman Gazi arasında geçtiği söylenen rüya meselesidir. Edebali bir düş gördüğünü orada Osman’a sultanlık verildiğini söyler ve bunun karşılığında bir takım araziler bağışlamasını ister. Sonra da kendi kızı ile Osman Gazi’yi evlendirir. Mesela Orhan Gazi ile Geyikli Baba arasında geçen sohbette de her yeri ağaçlandırmak isteyen bir dervişle karşı karşıya kalırız.
“Hikâyet-i Geyikli Baba Hazretleri: Rivayet olunur ki, çünki Sultan Orhan Gazi Bursa’ya geldi. Bursa’da bir imaret yabdırüb dervişleri teftiş itmeğe başladı, İnegöl yöresinde Keşişdağı yanında bir nice dervişler gelüb karar itmişlerdi. Amma içlerinde bir derviş vardı, dağda geyikcikler ile bile yürürdü. Turgut Alp ana gayet muhabbet itmişti, dâyim anınla musahebet iderdi Turgut Alp ot vakit gayet pir olmuşdu – Sultan Orhan Gazinin dervişleri teftiş ittüğün îşidüb âdem gönderüb ayıtdı: benim köylerim dayiresinde bir nice dervişler gelüb tavattun itmişlerdir, içlerinde bir derviş vardır, geyikcikler ile musahabet ider, hiç bir hayvan undan kaçmaz, hayli kimesnedir, deyü haber gönderdi. Sultan Orhan Gazi işidib kimin müridlerindendir sorun diyüb yine kendüden istifsar itdiler. Andan derviş ayıtdı: Baba İlyas muridlerindendir ve Seyyid Ebû Elvan tarikatindenim, dedi. Gelüb Sultan Orhan Gazi’ye didiler, âdem gönderüb varın ol dervişi bunda getürün, didi. Varub dervişi da’vet itdiler gelmedi, ayıtdı: Zinhar Orhan dahi bunda gelüb beni günaha koymasın. Bu haberi Sultan Orhan Gaziye didiler. Yine âdem gönderüb ayıtdı, bizim hazretimiz ile didâr görüşmek gayet muradımızdır, nîçün gelmezsiz, veya niçün bizi anda varmağa komazsız, didi. Derviş yine cevab virdi ki dervişler gözcü olur dua iderüz, deyüb bunun üzerine bir kaç gün geçdi. Bir gün ol derviş bir Kavak ağacın omzuna koyub getürüb Bursa hisarında Bey sarayı havlusının kapusının iç yanında bu kavağı dikmeğe başladı. Tiz Sultan Orhan Gaziye haber verdiler kim ol derviş bir kavak ağacı getürmüş dikeyordu. Sultan Orhan Gazi dahi sormadan derviş haber virdikim bizim teberrükümüş oldukça budur. Amma dervişlerin, duası sana ve senün nesline makbülüdür, deyüb hematiden dua idüb ve durmayub yine dönüp gitti. Ol kavak ağacının şimdi eseri vardır, saray kopusunun iç yanındadır, gayet yoğun ve büyük ağaç olmuşdur, Padişahımız al ağaca timar idüb daima kurucasın giderirler.” [11]
Bizim sözünü ettiğimiz dervişler daha sonraki tarihlerde ortaya çıkacak olan veya Abbasi topraklarında o dönemde bile çokça görünen dervişler gibi sade bir zühd hayatıyla ilgilenip dünyadan elini eteğini çekmiş kişiler değillerdi. Bilakis dünyevi işlerle ilgilenen, gittikleri yerleri imar etmeye çalışan, kendi tabirleriyle şenlendiren, bölge halkının sorunlarıyla uğraşan, onlara liderlik eden ve devlet otoritesinin olmadığı dönemlerde dahi sulh içinde yaşamanın yollarını arayan ve bulan dervişlerdi. O nedenle kendilerine toprak bağışlanmasını isteyen ve buralarda yaşayan halkı bir nevi özerk bir yaşam içerisinde tutabilen şahsiyetlerdi. Birkaç örnek daha verip bitirmek isterim.
Örneğin;
“Rumeline ilk Osmanlı Padişahlarıyla birlikte geçen ve fütuhatı beraber yapan bu dervişlere dair hakikaten şayan-ı dikkat bâzı malûmatı ihtiva eden kayıtlar da mevcuttur. Bu hususta bir fikir edinmek için [172 – 173] numaralı kayıtlan gözden geçirmek kâfidir: Dimetoka kazasında medfun Es-seyyid Ali nâmı diğer Kızıl Sultan (Kızıl Delü) diyar-ı Rumeli şeref-i İslâm’la müşerref oldukta bile geçüb zikrolan köylere 804 tarihli bir mülknâme ile mutasarrıf bulunmaktadır. Ve o tarihten beri Kızıl Delü oğullarının tasarruflarında olan Tatar Viranı ve Tatarlık gibi mezralar zaviyelerine inen yolculara hizmet etmek mukabili evlâdlık vakıf olarak kayıtlıdır. Ve şayan-ı dikkattir ki, vaktiyle, Tatarlar tarafından iskân edilmiş olan bu viraneler bir derbend köyüdür. Ve babaları hissesine mutasarrıf olan Ahi ören ve Bahsayiş, vakfın müessisi ve ataları adına izafeten Kızıl Delü Derbendi ismi verilen bu derbendi kendileriyle birlikte olan dervişleriyle beraber hıfzetmektedirler ve bu derbend onlar sayesinde 58 Müslüman ve 23 kâfir haneli bir köy haline gelmiştir. Demek oluyor ki, Allah’ın dağında böyle asayişi ve yolculuğun temini için şenlendirilmesi lâzım gelen bir derbend yerinde zaviyeyi tesis ve köy vücûde getirilmiş olan bu Bektâşî şeyhleri aynı zamanda hizmetleri takdir edilen jandarmalar, dağ başlarında emniyeti temine kadir tabiatta insanlardır. İlk zamanlarda ancak bu gibi hizmetleri mukabilinde örfî tekâliften muaf tutulmuşlar ve kendilerine dağ başında ancak bir harabenin mülkiyeti bahsedilmiştir.”[12]
“Bu dervişlerin geldikleri yerlerde fevkalâde imtiyazlarla karşılaştığını da zannetmek doğru değildir. Bir asker gibi harb edebildiği halde yine bir köylü gibi çalışan bu dervişlerin çoğu bu devirde henüz öşürden bile muaf değillerdi. Meselâ, [182] numaralı kayıtta görüleceği üzere, Anadolu’dan gelip Şumnu’ya tâbi bir köyde yerleşen Hüseyin Dede ve yerine geçen beş oğlu, o köyde bina edilmiş olan zaviyede gelene geçene hizmet mukabilinde cemi’ rüsumdan muaf olmakla beraber, öşürlerini köy sipahisine vermekte devam etmektedirler. Filhakika, bu devirlerde gördüğümüz dervişler, henüz bizzat ziraatla meşgul olan ve bağ bahçe yetiştirmekle zaviye ve değirmen inşa etmekte mahir olan işgüzar insanlardır. Vakitlerini âyîn ve ibadetle geçirdiklerine, başkaları sırtından yaşadıklarına dair ortada henüz hiç bir delil mevcut değildir.
Nitekim, bilâhare bir çok vakıflara sahib büyük bir dergâh halini alacak olan, Varna’ya tâbi Kaligra kalesi içinde bulunan Sarı Saltık Baba türbesi dervişleri de henüz bu sıralarda işledikleri bağ, bahçe ile, ellerindeki sazlık, çayır ve çiftliklerinin mahsulünden bir kısmını Sipahiye ve Padişaha verdikten sonra geriye kalanı zaviyede gelene ve geçene yedirmektedirler. Bu suretle bu mezar da henüz büyük ve zengin bir tekke halinde değildir.” [13]

SON SÖZ
Bütün bu örnekler gösteriyor ki, ilk dönemlerde Rum Abdallarının yaptıkları çok önemli faaliyetler olmuş ve Türklerin bu topraklara yerleşmelerine ve bu toprakları Müslümanlaştırmalarına yol açmıştır. Selçuklu ve Osmanlı’nın daha sonraki devirlerde bir nevi rıza sağlayarak neredeyse 7 yüzyıl süren egemenliğini inşa etmede çok önemli rol oynamışlardır. Daha sonraki devirlerde bütün bu ocaklarda, vakıflarda bozulmalar meydana gelmiş, bu sülaleler bu toprakları kendi mülkleri haline getirmişlerdir. Bu da sosyal yapıda bozulmalara yol açmıştır. Bu tekkelerin ve zaviyelerin özelliklerini yitirmelerine birer miskin ve tufeyli merkezlerine dönüşmelerine yol açmıştır. Fakat sözünü ettiğimiz dönemde müthiş bir değişimin ve dönüşümün önünü açan merkezler olmuşlardır.
Önümüzdeki hafta bahsedecek olduğumuz Babailer isyanından arta kalan kılıç artığı dervişlerin ve ahilerin başat rol oynadığı bu değişim bugün içinde bulunduğumuz cehennemi ortama dair yapabileceklerimize dair bize bir örneklik teşkil etmektedirler. 11. yüzyıldan itibaren Anadolu’ya gelip ve oradan Balkanlara doğru giden bu dervişler, ağyarı olmayan, ötekisi olmayan, yetmiş iki milleti bir gören bir itikadın sahibi idiler. Onlar mezhep ve din taassubunu bir şekilde aşmayı başarmışlardı. Bugün yine bu topraklarda akan bu kanın durması ve bütün farklılıklarımızla beraber Balkanlardan, Kafkasya’ya, Arap ve Kürt coğrafyasına kadar bu kadar değişik etnisite, din, mezhep ve meşrep farklılıklarımızla bir arada yaşamanın yolunu bulmak zorunda olduğumuz aşikardır. Bu örneklik o yüzden çok önemlidir.
Suat Yalçın 
18.01.2017
  _____________________________________
  1. Claude Cahen, Osmanlılardan önce Anadolu, Türkiye’nin doğuşu, s.103-104
  2. Claude Cahen, Osmanlılardan önce Anadolu, Türkiye’nin doğuşu, s.104
  3. Dede Garkın ve Emirci Sultan, Vefaiyye ve Yeseviyye Gerçeği, Ahmet Yaşar Ocak, s.27
  4. Dede Garkın ve Emirci Sultan, Vefaiyye ve Yeseviyye Gerçeği, Ahmet Yaşar Ocak, s.28-29
  5. Dede Garkın ve Emirci Sultan, Vefaiyye ve Yeseviyye Gerçeği, Ahmet Yaşar Ocak, s.30
  6. Dede Garkın ve Emirci Sultan, Vefaiyye ve Yeseviyye Gerçeği, Ahmet Yaşar Ocak, s.30
  7. Dede Garkın ve Emirci Sultan, Vefaiyye ve Yeseviyye Gerçeği, Ahmet Yaşar Ocak, s.31
  8. Dede Garkın ve Emirci Sultan, Vefaiyye ve Yeseviyye Gerçeği, Ahmet Yaşar Ocak, s.33-34
  9. Dede Garkın ve Emirci Sultan, Vefaiyye ve Yeseviyye Gerçeği, Ahmet Yaşar Ocak, s.48
  10. Dede Garkın ve Emirci Sultan, Vefaiyye ve Yeseviyye Gerçeği, Ahmet Yaşar Ocak, s.46
  11. Ömer Lütfi Barkan, Kolonizatör Türk Dervişleri, s.11
  12. Ömer Lütfi Barkan, Kolonizatör Türk Dervişleri, s.14
  13. Ömer Lütfi Barkan, Kolonizatör Türk Dervişleri, s.14-15