Merhabalar, Anadolu'nun İslamlaşma sürecinde önemli bir tarihsel aralığa tekabül eden ve İslam'ın ikinci koşusu olarak adlandırılan 11. ve 13. yüzyıl arasındaki dönemde cereyan eden olaylara dair okuma notlarını paylaştığımız blogumuza hoşgeldiniz.

31 Mayıs 2016 Salı

İSLAM’IN 2. KOŞUSU NOTLARI (4) – Kapitalizm ve Türkler

06:40 Posted by Bedri Münir , No comments

Foucault, ”Kapitalist olmayan bir kültürün Batı dışında doğması şimdi gerçeğe daha yakındır. Batı’da, Batı bilgisi Batı kültürü kapitalizmin demir eliyle ezildi. Biz kapitalist olmayan bir kültür yaratamayacak kadar çok yıprandık kuşkusuz. Kapitalist olmayan kültür batılı olmayacaktır, dolayısıyla onu yaratacak olanlar Batılı olmayanlardır.” der.
Türkler batılı olmayan anti-kapitalist bir çizgide yüzyıllarca varlığını sürdüre geldi ve kapitalist olmayan bir kültür yaratmaya aday etnosların başında geliyordu. Türklerin omurgasını oluşturduğu Osmanlı İmparatorluğu, kapitalizmle eş zamanlı olarak yaşayan tek imparatorluktu; öte yandan da kapitalizmin önündeki setti. Bugün bu set, 24 Ocak 1980’den bu yana su sızdırıyor ve küresel sermayeye uyumlu akistlerin kökten piyasacı uygulamalarıyla derinleşiyor.
Kapitalizmin ve paranın bütün öbür güçlere baskın çıkmasını engelleyen Osmanlı İmparatorluğunda burjuvazinin önü tıkalıydı. Kapitalizm, iki yüzyıldır orasından burasından girmeye çalıştığı, Türkler tarafından seçilmiş topraklar Anadolu’da paralize oluyor; bu topraklarda halk kapitalizmin çarmıhına gerilemiyordu. Ancak modernite uyarınca ve Avrupa tarihinin bir parçası olarak Ermeni kırımı ve Rum mübadelesi, bu topraklarda en kanlı ve en acımasız bağışlanamaz bir kapitalistik, eş deyişiyle modernist bir operasyondu. Bugün de Türkiye Bir ayağı AB’nin eşiğinde, bir ayağı Irak sınırında pinekleyen bir şekilde kapitalistleştirilmeye çalışılıyor.
Bu ne demek? Deleuze,”faşizm, kapitalizmin ürettiği son koddur” diyordu. Faşizm kapitalizmin normal gelişiminde ortaya çıkan basit bir sapma değil, kendi içi dinamiklerinin zorunlu bir sonucudur. Karl Polonyi’nin ısrar ettiği üzere, önünde sonunda piyasa toplumunun/ küresel ekonominin yapısına kök salmış uluslararası bir şiddet dalgalanmasıdır. Türkiye’nin kapitalistleşmesi demek faşizmin kıyımlarına, kırımlarına kapıyı aralamak demektir. Faşizm kapitalizmden ve kapitalist bedenlerden ayrı düşünülemez.
“Spinoza ve Siyaset” adlı kitabın Türkçe çevirisine yazdığı önsözde Balibar şöyle diyor: ”Ben Türkiye’yi tarihsel anlamda Avrupa sahasının bir parçası olarak görmekle kalmıyor, onun Avrupa kimliğine getirebileceği katkının geçmişte olduğu kadar gelecekte de gerekli olacağına inanıyorum. Bu düşüncemin nedeni, komşuluk ve tamamlayıcılık deneyimlerinin üretken şekilde kullanılacağı yeni bir tarihsel düşüncenin hazırlanabilmesi için dönüştürülmesi ve kolektif bir şekilde geliştirilmesi gerektiğidir. Bu düşüncemin nedeni Türkiye gibi geniş ve çeşitliliğe sahip bir ülkenin safkan Avrupalı olacağına ya da Avrupa birliği tarafından kabul görebilmek uğruna uygarlığının başka öğelerini ortadan kaldırmak zorunda kalacağına inanmam da değildir.”
Türkiye Avrupa birliğinden kabul görmek için uygarlığının başka öğelerini ortadan kaldırmak zorunda kalacak. Can alıcı soru: Peki ortadan kaldırılacak öğeler nelerdir?
Türkler her zaman siyasal bir işlevle anılmışlardır. Onların pozisyonunu tarif edenlerde çoğunlukla başkalarıdır. 11. yüzyıl sonunda henüz Anadolu’da yoğun bir Türk nüfus yokken Latinler buraya Türkiye dediler. Tam da Katoliklerle Ortodoksların büyük ayrılığı sürecinde Katoliklerin buraya Türkiye adını vermesi, onların Ortodokslara karşı Türkleri desteklemesi ile ilgili olabilir mi? Türkiye bir tampon devlet olarak mı düşünülmüştür? Hazarlar, Pers ile Bizans arasında bir tampon devletti.
Türk adı siyasi bir terimdi ve Gumilev’in vurguladığı üzere bu, 6. Yüzyılda siyasi bir terimden bir etnik adın doğuşunu göstermektedir. Kononov’a göre Türk kelimesi değişik ırk ve etnik kökene mensup birçok kabileyi birleştiren ve geniş bir coğrafyayı kapsayan bir topluluk adıdır.
Müslümanlar Türk kelimesini İç Asya’da yaşayan kabilelerin  genel adı olarak algıladılar ve Kaşgarlı Mahmud buna yeni bir tanımlama getirdi: ”Benim Türk adını verdiğim bir ordum var, ben onu doğuya yerleştirdim. Bir halka gazaplandığımda Türkleri onların başına musallat ederim.” Bu kelimenin 6. ve 7. yüzyılda taşıdığı anlamın dışında  tamamen başka bir anlam ifade eder. Burada dikkati çeken yine Türklerin dili, yani Türkçe değil siyasal işlevleridir. Türkler Arap aleminde de siyasal bir kavram olarak algılanır.
İbni Hassül, 11. Yüzyılda Türklerden şöyle bahsedecektir: ”Türkler arslanlara benzer. Yiğit, fedakar ve tahammüllüdürler. İkiyüzlülükten nefret ederler, entrikayı sevmezler, pohpohlanmaktan hoşlanmazlar. Yağmalamaya güç gösterisine bayılıyorlar; gururludurlar, lüks peşinde koşmazlar.”
İranlı tarihçi Ravendi, 1192-1196 yılları arasında hüküm süren Selçuklu Sultanı Keyhüsrev’i anlatırken şöyle der: ”Allah’a şükür ki, Arap, Acem, Bizans, Rus topraklarında söz Türklerindir. Bunların kılıçları karşısında duyulan korku komşu halkların yüreklerinde yaşar. ”Türklerin bu siyasal işlevine, tarihsel süreç içinde Sogdiyanların, çöken Bağdat halifeliğinin, ardından Ortodoks Hıristiyanların, Yahudilerin, Sebatayistlerin, 1453’ten itibaren 1204-1261’de Latinlerin yerle bir ettiği İstanbul’un ve yaklaşık 1850’lerden itibaren Boğazların, 1780 ile 1860’larda Kırım ve Kafkasya’dan kovulan Müslümanların, 1914 ten itibaren çatırdayan Avrupa’nın, Kürtlerin, İsrail devletinin Kıbrıs’ın vb. koruyuculuğunu yaşadıkları bölgelerdeki halkların siyasi sorumluluğunu üstlendiler.
Türkiye adı ilk kez 11. Yüzyılda Bizans tarihçisi Skilitses tarafından Büyük Selçuklulara ait yerleri belirtmek için kullanılmıştı. 12. yüzyıl sonlarında haçlı seferine ait kroniklerde de geçer. Hıristiyan dünya Küçük Asya ve Anadolu’dan Türkiye diye söz eder. Neden? Selçuklular ve Osmanlılar bu adı benimsemedi. Doğu İran ve Arap dünyası Rum ve Rumi adını hiç tek etmedi.
Selçuklu devleti Hıristiyan halka karşı Dar’ül İslam (barış) politikası işlerken, Türkmen beyleriyle Danişmendliler Hıristiyan devletine karşı Darül Harp politikası izlemişlerdi. Öyle ki Bizans’ın Anadolu’daki  baş düşmanı Selçuklu değil Danişmend beyliğiydi. Bizans ordusu Selçuklularla birlik olup Danişmendlilere açtığı savaşı kazandı. Ardından Bizans imparatoru 1176’da Konya’ya sefere çıktı; Bilecik dağ geçitlerinde  (Miryakefolan) yenildi. Bu tarih Malazgirt’ten önemlidir. Miryakefolanla birlikte Türklerin önü açıldı. Selçukluların da Türkleşmesi diyebiliriz. Çünkü siyasal elitte İran’a geri dönme fikri istemeye istemeye sönümlenmesiyle birlikte Anadolu Selçukluların Türkleşmesini, Rumların, Hıristiyanların Türkleşmesi takip etti. Osmanlıların Rumeliye geçmesiyle Türkleşme devam etti. ”Bunları Türk’e verelim. Hem Müslüman olsunlar, hem Türkçe öğrensinler. Sonra getirelim, yeniçeri olsunlar.” Denildi. Aşıkpaşazade Tarihinde. Bir başka türlü dersek Kelime-i şehadet getirerek Türk olunuyordu.
Irkçılık kadim Türklerin kültürüne yabancıydı. Öyle ki 16. Yüzyılda Türkler, Müslüman olmanın birinci şartı olan Kelime-i Şehadet getirmenin ve sultana tabi olmanın gerçek bir Türk olmak için yeterli olduğunu düşünürlerdi. Başka bir deyişle, onlar etnik mensubiyeti, istendiği zaman değiştirilebilen bir durum olarak algılıyorlar; bu nedenle de herhangi bir sanatkarı veya savaşmayı bilen her türlü maceraperesti hizmete alıyorlardı. Zizek şöyle diyor;” büyük bir imparatorluktunuz ama göreceli adil bir çokulusluluk kuralınız vardı. Eğer biri İslam’ı kabul ederse ona sınırsız kucak açmak. Siz Avrupa’nın yumuşak ırkçılığını öğrenemediniz.”
20.yüzyıl başlarında da “Ne mutlu Türküm diyene” diyebilerek Türk olunabiliyordu. Orta Asya doğumlu Kök Türklerden başlayarak bugüne geldiğimizde, bir zenci, bir çekik gözlü, bir sarı benizli “Türk” olabilir, dahası Türkçe bilmese dahi olur. Irki hatta dilsel özelliğiniz bile sizin Türk olmanıza engel değildir. Özetle, Türk adı etnik hatta bir dil grubunu dahi imlemiyordu. Dilleri ya da ırklarından dolayı Türk değildiler. Türkler tarihte bir işlev, tarihsel ve siyasal bir kavramdı. Türk olmak için mutlaka tarihsel bir rol üstlenmeniz ve siyasal bir kavrama dahil olmanız gerek. Türkiye’de bir süredir neo-Osmanlıcılıktan söz ediliyor. Sözü edilen Amerikan İsrail yapımı bir Osmanlı mı? Bence öyle. Bu yeni neo-Osmanlı İmparatorluğu tasarısında Türkler yok edilmesi gereken bir engel bir ayak bağı mı?
Türkçede nefis bir deyim var: Ayak diremek. Bu deyimde, bulunduğu yerden başka bir yere gitmesi için boynuna takılan bir boyunduruğun, tasmanın çekiştirmelerine, sırtına vurulan acımasız değneklere karşın inatla gerisin geriye, ayaklarını bulunduğu toprak parçasından ayırmamaya direnen iri/küçükbaş bir hayvan gözlerimin önünde canlanıyor.
Silme yaşam arzusuyla yüklü Türklerin insan olması, toplum olması, sahip olduğu zenginlikleri koruyarak geleceğe sahip çıkması için Türkçeden öğrenecekleri var; ayak diremek.
Yavuz Soysal
Not: Yazı serisi beşinci yazıyla “Osmanlı Mirasının Önemi” konusuna değinilerek son bulacaktır.

30 Mayıs 2016 Pazartesi

İSLAM’IN 2. KOŞUSU NOTLARI (3) – Türkler ve Türk Yurdu - YAVUZ SOYSAL

06:39 Posted by Bedri Münir , No comments

Dağılganlık Anadolu Türklerinin karakteristik özelliklerinden biridir. Diğer önemli özellikleri eğilip bükülmez direngenlikleri ve ayakta kalma becerileriydi. Yani müthiş bir yaşama arzusu. Türkler silme yaşam arzusuyla doludur ve davranışlarına yön veren esas saik budur. Bu dağılgan ve yayılgan örgütlenme yeni bir birleştirici bulacaktır: İslamiyet. Gerek evrenin açıklanması gerekse karşılıklı iletişim kuşağındaki yerleşik ve göçebe, kentli ve kırsal sayısız halklar arasındaki ortak yaşamın düzenlenmesi için cazip, doyurucu ve bütünsel bir sistem olarak İslamiyet’i buldular. İslamiyet Türkler için yaşam arzusunun bir gereği olarak hem bu dünyanın düzenlenmesi hem de öbürünün kazanılması için gerekli ikna edici açıklamaları yapan siyasal bir düzendi. Bundan sonra Türkler kendilerini İslam içinde ifade etmişler ve milli kimliklerini İslam’a gömmüşlerdir.
Türk adı bir etnik grubu değil bir amaç için bir araya gelen boyları ifade için doğmuştur. Yani siyasi bir isimdir. Ve Türklerin her zaman siyasi bir rolleri olmuştur.6. Yüzyılda bozkırda Hunlardan daha güçlü, yeni bir devlet zuhur etmişti. Büyük Türk Hanlığı 550’den 569’a kadar kısa sürede Sarı Deniz’den Karadeniz’e kadar uzanan geniş toprakları birleştirdiler. Türkler orada Türkçe konuşan bütün kavimleri birleştirmişler ve bu amaç için birleşenlere Türk-üt denilmiştir. Bu üt takısı Moğolcada çoğul ekidir. Türkler bir çok halkla temasta bulunmuşlar; yeri geldiğinde Persler ve Greklerle silahlı çatışmalara girerek, kervan ticaretiyle ilgili olan ekonomik ve siyasi amaçlarını gerçekleştirmeye çalıştılar. Bu çatışmalar tarihi olarak kaçınılmazdı. Çünkü büyük bozkırı birleştiren Türkler, Büyük Hakanlığın bünyesine katılan halkların siyasi problemlerini de üzerlerine almışlardı.(Gumilev)Türkler tarihleri boyunca bunu hep yaptılar. Bulundukları bölgede halkların siyasi problemlerini üzerlerine almalarının altını çizelim. Türk ismi doğuşundan itibaren hep bir siyasal işlevle birlikte anılmıştır.
Türklerin kaderi ata ve koyuna bağlıdır. Öyle ki, Halife Hişam’ın İslam davetini kağan, adamları arasında hiç zanaatkar, berber, terzi, demirci bulunmaması, hele hele bunların İslam ahkamına uyduklarında hayatlarını kazanmaktan aciz kalacaklarını söyleyerek itiraz eder. Ne var ki Türkler kasabaların, şehirlerin yerleşik zanaatkarlarına ve çiftçilerine hitap eden bu yeni yaşam biçiminin, İslamiyet’in taşıyıcısı olacaklardır. Türklerin buradaki rolü taşıyıcı ve koruyucu olmalarıdır.
Birbirine rakip iki halifeliğin-Emeviler ve Fatimiler-ortaya çıkmasıyla Abbasi otoritesi sarsılmış, Harici ve Karmati ayaklanmalarıyla yıpranan Bağdat halifeliği çöküşün eşiğine gelmiştir. Tuğrul bey 1055’te Bağdat’a girerek halifeyi Büveyhlilerin baskısından kurtarmıştır. Selçuklular ve Türkmen yandaşları Abbasi halifeliğinin üstünlüğünü korudular. Abbasi halifeliğinin alanını Suriye ve Mısır’da genişletme hedefi güttüler. Bizans üzerinde bir emelleri yoktu. Alp Arslan Suriye’yi işgal ederek Halep’i aldı. Fatimilere cihat açtı; Romano Diogenes tarafından arkadan vurulmamak için buradan kuzey batıya yöneldi, sonuç: Malazgirt savaşı. İznik’i başkent yapan Selçuklular boğazların koruyucusuydu. Türklerin her zaman böyle bir koruyuculuk, bekçilik görevi olmuştur.
Ortodoks kilisesi ile milyonlarca Ortodoks Hıristiyan’ın koruyucusu olarak doğmuş, omurgasını Türklerin oluşturduğu Osmanlı imparatorluğu da Hıristiyan ve Yahudilerin can ve mal güvenliğini sağlıyordu. İlyaz Bingül şöyle diyor, tarih boyunca etinden, sütünden, yününden, enerjilerinden yararlanılan Türkler bu özelliklerini bugün de koruya gelmektedir. Dün Yahudilerin bugün İsrail devletinin de, Kürtlerin, Karadeniz’den Ege’ye geçişi ve Avrupa kıyılarına açılan boğazların, Müslüman İstanbul’un ve de Ayasofya’nın, İslam Medeniyetinin yetmezmiş gibi Katolik Hıristiyan aleminin müthiş düşmanı ama aynı zamanda Avrupa devletlerinin çok aranan müttefiki olarak Avrupa medeniyetinin geleceğinin koruyucusu…
Türkleri çöküşe götüren bozkır imparatorluklarının yazgısından çıkarıp yaşayan tarihin faktörlerinden biri kılacak zihinsel sıçrayışı kışkırtan şey Anadolu’nun fethi değil, o zaman kadar bilinmeyen ya da anlamsız görünen tarihle ilişkiye geçmesine yardım eden şey bu toprak parçasının varlığı olmuştur. Anadolu Türklere çadır olmuştur. Çadır eski Türklerin kültüründe önemli bir yere sahipti. Uçsuz bucaksız bozkırda eski Türklerin konutu çadır, sığınabilecekleri bu tek barınak aynı zamanda onların küçük evrenidir de. Bu küçük evreninde, yerleşik düzenin konutunda rastlayamadığımız bir yoğunlukta kendini büyük bir düzenin içinde hisseder. Toprağa değil bu büyük düzene bağlıdır. Var olma kavgasında/yaşama arzusunda yeni, sıradan bir araç değil, çokçası  o zamana dek Türkoğullarının ne katmanlarını ne de imiş çıkışlarını, ritimlerini bildiği, somut olarak deneyimleyeceği bir başka kosmos yani tarih ışır. Kosmos hakkındaki zihinsel sentezler değişecektir. Artık Türklerin içinde barınacağı yeni çadırı Anadolu’dur. Türkçede çadır yurt idi; tersi de doğrudur. Türkçede yurt çadır anlamında idi. Türkler Türkçesiz bile yaşayabilirler(abartıyorum) çadırsız asla.
Bir toprak parçasına yerleşerek, bir topluluğun var oluşunu bağlayan hayati bir karar verip orayı örgütlemek, orada ikamet etmek, varoluşsal bir seçimi/tercihi gerektiren eylemlerdir; bu, Eliadenin Kutsal Mimari ve Sembolizm adlı yazısında belirttiği gibi, onu yaratarak sorumluluğunu üstlenmeye hazır olduğumuz evrenin seçimidir. Bir toprak parçasında ikamet etmek, yani yerleşmek, bir konut inşa etmek daima, bütün bir topluluğun varoluşunu angaje eden hayati bir kararı içermektedir. Bir bölgeye yerleşmek, onu örgütlemek, orada ikamet etmek varoluşsal bir  seçimi gerektiren eylemlerdir; bu onu yaratarak sorumluluğunu üstlenmeye hazır olduğumuz evrenin seçimidir.(Eliade)
11. yüzyıldan başlayarak, Türkler adlı bekar elektronlar Anadolu’yu seçmiş ve bu seçilmiş topraklarda dünya siyaset kültürüne Selçuklu, Osmanlı ardından da Türkiye Cumhuriyeti’ni armağan etmişlerdir. Anadolu Türkler için bir ölüm kalım alanıdır.
Yavuz Soysal
Not: 4. bölümde Kapitalizm ve Türkler’den bahsedeceğiz.

28 Mayıs 2016 Cumartesi

Yumurta Kırıldı Bir Kere - SUAT YALÇIN

06:35 Posted by Bedri Münir , No comments
Tarihte hiçbir isyan ve devrim gerçekleştiği tarihte başarıya ulaşamamıştır. Özellikle isyanlar genellikle daha kısa olmuş ve büyük yenilgilerle bitmiştir. Yapılan zulüm ve cezalandırma işlemi daha sonra da sürmüştür. Fakat birçok isyan aslında daha sonra meydana gelen artçılarıyla o toplumda ve tarihte iz bırakmışlardır. İsyanın yaşandığı tarihten sonra o toplum bir daha eski haline dönmemiştir. Yepyeni bir dünya, yepyeni bir toplum meydana gelmiştir.
Eğer yanlış bilmiyorsam İbn Rüşd derki: “Bir yumurtayı eğer dışarıdan kırarsanız oraya ölümü getirirsiniz. Eğer aynı yumurtayı içeriden kırarsanız oraya canlılığı getirmiş olursunuz.”
Tarihte tıpkı bu yumurta metaforu gibi gelişir. Eğer bir yerde savaş ya da işgal varsa bu oraya ölümü ve yıkımı getirir ama isyan ya da devrimde ise başlangıç itibarı ile sonuçları kötü bile olsa, zaman içinde orada yepyeni ve bambaşka bir hayat filizlenir.
MÖ 71’de Roma’da Spartaküs isyanı olur, yaklaşık iki yıl süren bu ayaklanma sonucunda Spartaküs ve arkadaşları, yenilirler ve çarmıha gerilirler. Binlerce köle öldürülmüştür. Bu isyanın görülen iki sonucu olmuştur. Birincisi yapılan savaş sonunda Roma’da Cumhuriyet rejimi yerini yaklaşık bir 30 yıl sonra diktatörlüğe ve imparatorluğa bırakmıştır. İkincisi de ayaklanmadan sonra Romalıların kölelerine artık daha iyi muamele ettikleri bilinmektedir ve özellikle büyük çiftlik sahipleri artık köle istihdamı yerine, özgür köylüleri istihdam etmeye başlamışlardır. Bu aynı zamanda ilk feodaliteye geçiş sürecidir.
Daha yakın bir tarihe gelirsek, Avrupa’da 1789 yılında başlayıp en son 1848 isyan ve devrimleriyle süren süreç sonunda hüsranla bitmiştir ama bu yaşananlar bir yandan iki dünya savaşını ve diktatörlükleri körüklerken, bir yandan da Sovyet devrimini doğurmuştur. Aynı zamanda çağımızın gördüğü bütün demokrat yönetimlerinde tetikleyicisi olmuştur.
Fakat bu yazıda benim üzerinde duracağım isyan, bizim topraklarımızda meydan gelen bir isyandır. Çünkü bu isyanın sonuçları bir coğrafyanın modern zamanlara gelinceye kadar olan kaderini değiştirmiştir.
Babailer isyanı, 1239 yılında Anadolu topraklarında, Baba İlyas’ın ve Baba İshak’ın başlattığı ve zaman içinde bütün Anadolu’da sadece Türkmenlerin değil, bazı Kürtlerin, bir kısım Hristiyanlar’ın da yer aldığı, sadece köylülerin değil, Mikail Bayram hocanın iddia ettiği gibi şehirli Ahilerinde bulunduğu bir isyandır.
“Babailer konusunda bugüne kadar yayınlanmış monografik makaleler içinde en yeni iki tanesi, Osmanlı sosyoekonomik tarihinin tanınmış titiz araştırıcılarından Irene Beldiceanu-Steinherr’indir. 1487 tarihli Hüdavendigar Livası Tahrir Defterinde,  Göynük’le ilgili kayıtlarda rastladığı bir Babai cemaati üzerine kaleme alınmış ilk makale, Babailer isyanının, Anadolu’daki bir sürü isyan arasından rastgele biri olmadığını, birçok boyutuyla yüzyılların içinden önemli etkiler yarattığını arşiv kayıtlarına dayanarak göstermek istemekte ve olaya yeni bir boyut kazandırmaya çalışmaktadır.”[1]
Ahmet Yaşar Ocak, Babailer isyanı kitabında bu isyanın nedenlerini iktisadi ve sosyal faktörler olarak ana iki bölüm halinde incelemeye çalışırken, genel bir ifadeyle şöyle söylüyor:
“1237 yılında, II. Gıyaseddin Keyhusrev babası I. Alaeddin Keykubad’ın zehirlenerek ölmesinden sonra Anadolu Selçuklu tahtına geçmiştir. Babasının zamanında doruk noktasına erişen memleketin siyasi, içtimai ve iktisadi nizamı, yeni genç sultanının beceriksiz ve kötü idaresi yüzünden hızla alt üst olmaya başladı. Bilhassa veziri Sadeddin Köpek’in kendi ikbalini ve iktidarını daha da yükseltmek için işlediği siyasi cinayetler ve gayri meşru bir takım faaliyetleri, halkın hayatında büyük krizler meydana getirdi. Bu arada göçebeler ve köylü ahali bu kötü yönetimden son derece zarar gördü. İşte bu genel rahatsızlık yüzündendir ki, 1240 yılında bir ihtilal patlak verdi.”[2]
Bu isyan 1239 yılında Adıyaman, Malatya’da başlayıp, 1240 yılında, Kırşehir yakınlarındaki Malya’da yapılan savaşta yenilgi ile sona ermiştir. Bu yazıda isyanın itikadi yönü ya da Baba İlyas ve Baba İshak’ın bu isyanı ekonomik nedenlerle mi, yoksa peygamberlik iddialarında bulundukları için mi çıkardıkları konusu üzerinde durmayacağım. Sadece Baba İlyas’ın torunu Elvan Çelebi’nin Menakıb’ul Kudsiyye’de söylediği gibi bu isyan zalim ve sefih Selçuklu sultanı ve onun veziri Sadettin Köpek’in özellikle Türkmenlere yaptıkları zulme karşı çıkarılmış bir isyan olduğunun çok açık bir şekilde göründüğünü belirtmek istiyorum. Bu isyan sırasında Türkmenler Selçuklu kuvvetlerini tam on iki kez yenmişlerdi ama sonuçta mağlup olmaktan kurtulamamışlardı.
“Babailer’in ilk baştaki bu başarılarını etkileyen bir başka faktör de hiç şüphesiz, Baba İlyas’ın feodalizme karşı bir içtimai düzen sağlayacağı iddiasıdır. O, Türkmenlere kendi göçebelik zihniyetine çok iyi uyan bir çeşit müşterek mülkiyet sistemi vaad ediyordu. Zaferden sonra ele geçecek ganimetleri eşit paylarla bölüştüreceği haberini bilhassa yaymaya dikkat ve özen göstermişti.”[3]
Ahmet Yaşar Ocak’ın yapılan işi başka bir vecheye sokmaya çalışmasına rağmen, kendisinin de hakkını teslim ettiği gibi bu isyanın temelinde zalim bir düzene karşı, yetmiş iki milleti bir gören ağyarı, ötekisi olmayan Vefai dervişlerinin ortaklaşmacı anlayışları ön planda yer alıyordu. Sonuçta Malya savaşında büyük bir kırıma uğrayan Türkmen Şeyhleri kaybediyordu. Ama uzun vadede aslında onlar bu coğrafyayı değiştirmeye başlayacaklardı.
“Baba Resul isyanının Türkiye’nin dini-sosyal tarihi açısından en önemli sonucuna işaret etmek gerekir. İsyandan sonra Anadolu’nun muhtelif bölgelerine dağılan Baba İlyas’ın halife ve müridleri, asıl Babai Hareketi diyebileceğimiz büyük dini-mistik hareketi meydana getirmişler ve batı ucunda teşekkül eden Türkmen beyliklerinde, özellikle Osmanlı beyliğinde büyük bir etkinlik kazanarak fetih hareketlerinin yürütülmesine bilfiil katılmışlardır. Abdalan-ı Rum (Rum Abdallan) adı altında
XIV. ve XV. yüzyıl Anadolu’sunun batı uçlarını dolduran Babai Hareketine bağlı bu şahsiyetler, nihayet XV. yüzyıl sonlarında Bektaşiliğin ve Aleviliğin teşekkülüne ortam hazırlayarak en büyük tarihi rollerini oynamışlardır.”[4]
Peki bu dervişler kimlerdi. Şeyh Osman, Aynuddevle ( Ayna Dola ), Hacı Mihman, Bağdın Hacı, Şeyh Balı, Şeyh Edebalı, Emir Cem, Hacı Bektaşı Veli, Yunus Emre gibi birinci nesil abdallar yanında, bu şeyhlerin müridleri olan Geyikli Baba, Sarı Saltık, Barak Baba, Aybek Baba, Baba Merendi gibi dervişler de vardı aralarında. Bu Abdallar, tıpkı ahiler, gaziler ve bacılar gibi bütün bir Anadolu’yu ve Balkanları Müslümanlaştırıyor ve Türkleştiriyorlardı. Üstelik bunu diğer halklara göre daha az bir nüfusa sahip olmalarına rağmen yapabiliyorlardı.
Günümüzdeki bakış açısıyla bakıp, o günü anlamak oldukça güçtür ama 12. ve 13. Yüzyılın Anadolu’sunda, gazilerin dini inanç ve davranışlarının yanında diğer İslam ülkelerinde rastlanandan daha üstün bir dinsel hoşgörünün var olmasını anlayabilmek çok zordur. Şüphesiz bunda ana unsur, devleti yönetenlerle, Türkmenlerin diğer halklara bakışlarında olan farktır. [5]
Bugünlerde şiddetini iyice arttıran ve maalesef hepimizi sıkan bir süreçten geçiyoruz. Bizlerin 80’lerin başından beri Kürt sorunu olarak tariflemeye çalıştığımız, Marksist bir hareket olarak başlayan daha sonra taban bulan ve kimlik sorunundan, ulusal mücadeleye kadar siyasi söylemin içinde çeşitli yerlere konulmaya çalışılan, devletin ve halkın kahir ekseriyetinin silahlı bir kalkışma ve terör olarak nitelendirdiği meselenin hepimizin canını yaktığı aşikar. Bütün toplum bir şekilde bedel ödüyor. Sonuç itibarı ile Osmanlı’dan günümüze kadar meydana gelen onlarca Kürt isyanının en uzun süreni ve en sonuncusu ile karşı karşıyayız. Devlet bu isyanın silahlı kanadıyla belki de tarihinde hiç olmadığı kadar sert bir şekilde mücadele ediyor ve tabiri caizse, bu isyana destek veren, yanında duran, legal siyasetini yapan herkesi de sigaya çekiyor. İstediği bu isyanı sopa atarak sönümlendirmek, muhtemelen çok büyük kan dökülecek ve bu kısmen başarılacak, yani Türkiye Cumhuriyeti bu işin ayaklanma kısmını tarihte onlarcası görülen isyanlar gibi bastıracak. Fakat yine görünen o ki hiçbir şey eskisi gibi olmayacak ve yeni bir dönem hepimiz için açılacak. Bizler ise bu şiddetin ortasında hissemize ne düşecekse payımızı alacağız.

Bu uzun müddet süren savaşın artçıları yavaş yavaş uç vermeye başladı. Suriye’de Rojava bölgesinde ortak bir yaşam, birlikte mücadele gibi kavramlarla, orada bulunan bütün halklar, Kürt hareketinin etrafında, daha demokratik, daha özgürlükçü, daha katılımcı bir yönetim kurmaya çalışıyorlar. Aslında bu savaşın ve bu kadar uzun süren isyanın etkileri daha sonra görülecek, ben kendi adıma neyi görebilirim bilmiyorum ama hiçbir şey eskisi gibi olmayacak onu biliyorum. Rojava’da yapılmaya çalışılan şey, muhtemelen bütün coğrafyayı etkileyecek, işte tam bu yüzdendir ki İsmet Özel, son yazısında anladığım kadarı ile buraya bir vurgu yapıyor.
“Bu yazıyı yazmağa giriştiğimde size kendimin niçin gerek AKP’ye ve gerekse MHP’ye hayat sahası temin eden dinamiklere uzak, giderek düşman olduğunu, buna mukabil PYD’nin parlaklığını sağlayan dinamiklerle ne derecede dost, o dinamiklerle nasıl içli dışlı olduğumu izah etmek niyetindeydim. Yazı ilerledikçe niyetlendiğim şeyi başarmağa güç yetiremeyeceğimi fark ettim. Yazarlık hayatımın ilk gününden itibaren yanlış anlaşılma ihtimaline kötü gözle bakmadım. Okurun bildiğini okuması beni tedirgin etmedi. Yeter ki, bir şey anlama zevkine talip olunsun. Geçen zaman haysiyet kaybı korkusu getirdi bana. Birileri içlerine çektiği zehri yüzüme üfürsün istemiyorum.”[6]
Benim anladığım İsmet Özel, Türklüğün bir ırk değil, bir hal olduğunu ve günümüzün ‘Türklerinin’, Kürtler olacağını her zamanki üslubu ile ama bu sefer daha ‘mahcup’ bir şekilde anlatmaya çalışıyor. Çünkü kendisinin söylediği gibi haysiyet kaybı korkusu yaşıyor.
Bildiğim bir tek şey var, bu iki halkın nabzı çok uzun zamandır birlikte atıyor. Yaşadığımız şeyler bizleri çatışmaya doğru götürse de, bizim eşit, adil ve özgürce bir arada yaşamaktan başka çaremiz yok.
[1] Babailer İsyanı, Ahmet Yaşar Ocak, s.27
[2] Babailer İsyanı, Ahmet Yaşar Ocak, s.31
[3] Babailer İsyanı, Ahmet Yaşar Ocak, s.139
[4] Babailer İsyanı, Ahmet Yaşar Ocak, s.220
[5] Osmanlılardan önce Anadolu, Claude Cahen s. 167
[6] Üçün birini almak, AKP,MHP, PYD, istiklalmarsidernegi,org.tr
* Vladimir Kush’un Sunrise by the Ocean adlı tablosudur.

18 Mayıs 2016 Çarşamba

İSLAM’IN 2. KOŞUSU NOTLARI (2) – Ahiler ve Tekkeler - YAVUZ SOYSAL

06:37 Posted by Bedri Münir , No comments

Ahiler 13. Yüzyılın toplumsal bloklarından biridir. Anadolu’nun her yerinde Barkan’ın deyişiyle adeta masonik bir örgütlenme vücuda getiren ahiler, çok sistemli ve bağımsız bir ağ kurmuşlardı. Sarsıntı dönemlerinde emniyetli yerler, karşıtlıkların yatıştığı zamanlarda iktisadi sorunların çözüldüğü yerler olacaktır. Ahilik 12. Ve 13. Yüzyılın savaş, isyan ve göç dalgalarıyla savrulan Anadolu coğrafyasında Sabri Ülgener’in demesiyle “dinlendirici, huzur ve emniyet verici bir ocak başından başka bir şey değildi. Bu sebeple ahi zaviyelerine dar ve genel manası ile birer iktisadi teşekkülden ziyade, fertleri arasında samimi ve sıcak bir topluluk ruhunun tecessüm ettiği müesseseler nazarı ile bakmak daha doğru olur.”
Topluluk bilinci ve birbirini kollama ihtiyacı ahilere savaşçı bir karakter verecektir. Beli kılıçlı ve eli bayraklı karakterini olanca şiddetiyle koruyan ahi birlikleri iktisadi işlevlerinden çok siyasi birliklerdi. Siyaset ahiliğin ruhuna işlemiş ve sinmişti(Ülgener)Ahiliğin ruhuna siyasetin işlediğini, Ahi Evren’in yaşamından ve ahilerin her kritik aşamada devletin kaderinde rol oynamalarında görebiliriz. Selçuklu devrinde her zaman devletin bir tarafında bulunan ahiler, Moğol istilası devrinde Moğollara direnmiş ve bu mücadeleler sonucunda uçlara gidenler Osmanlının kuruluşunda mühim bir rol oynamıştır.
Tekkeler, toplumda çok değişik işlevler yüklenen, devletin formel örgütlenmesinin dışında Anadolu’da göçebe aşiretlerle yerleşik halk arasındaki ekonomik çatışmanın en şiddetli olduğu dönemde ortaya çıkan kurumlardır. Geçiş döneminde dini, ekonomik, sosyal ilişkilerdeki boşluğu dolduran Batıni tekkeler sadece dinsel kurumlar değil kültür aracı kurumlardır. Kendi gereksinimlerini kendileri karşılar. İktisadi olarak müstakil sayılır.
Tekkeler çatışmaları çözümleyici, çevrelerine düzen getirici özellikleriyle merkezi devletlerin çözülme dönemlerinde toplumsal dayanışmanın sürdürülmesinde önemli işlevler yüklenmişlerdi. Bunların yanında tekkeler muhalefetin geliştiği siyasal kurumlardır. Osmanlılar kurulurken onlarla iyi geçinmiştir, güçlendikten sonra bu kurumları siyasal muhalefet odakları olarak görecektir.
Haçlı seferi, Baba İshak ayaklanması, Moğol istilası türünden büyük olaylara maruz kalan Anadolu’da güvenlik duygusundan yoksun ve süregelen karşıtlıklardan usanan öbekler tekke, tarikat çatısı altında birlikler kuruyorlardı. Kargaşaya dayanma gücü veren, biz çatısı altında siyasal bir güç olarak duran böylesi cemaat örgütlenmelerinin başında gelen tekke ve tarikatların devletler, sultanlar tarafından tanınması, yönetimin çeşitli kademelerinde bulunanların, dahası sultanların büyük şeyhlere mürit olmaları, şeyhlere büyük bir manevi nüfuz bahşediyordu. Başbuğ da denilebilecek şeyhlerin, tekkelerin önde gelenlerinin siyasi ve manevi etkileri ve güçleri artıyordu. Beyler de şeyhlerin bu gücünden yararlanabilmek için her yanda zaviyeler yaptırıyor, onlara zengin vakıflar ayırıyorlardı.(Köprülü)
Moğol istilası ve Timur’un Anadolu’da yürüyüşü sadece göçlere ivme kazandırmakla kalmamış, onlara dini-kültürel özel bir içerik de katmıştır. Moğol istilasının hareketliliği ve Timur’un eylemliliği İran etkisini kırıp Anadolu’da Türkmen kültür, dil ve siyasi geleneklerini perçinlemişti. Timur’un zaferi, desteklediği Türki popüler sufi tarikatların Anadolu’da ve daha sonra Balkanlarda çoğalmasına yardım etmiştir.
Göçebe Türklerin kaderi, tarihin sürüklediği faktörlerle beraber, savaşla sürekli mücadele ile belirlenmiştir. Bu karmaşık dönemde yaşayan Hacı Bektaş, Baba İlyas, Ahi Evren, Yunus Emre ve diğerleri hem halkın ruhunu korumuşlar ve hem de onlara yeni ufuklar açmışlardır. Moğol istilası ile yavaş-yavaş Türkleşen Anadolu’nun ruhunu, manevi iklimini bu kişiler oluşturuyordu ve tarihte benzeri görülmemiş şekilde bir İslamlaşma oluşuyordu. Hem Müslümanlar arasındaki mezhep kavgasını aşan diliyle ve hem de Hıristiyanlar arasında, ortaya koyduğu hoşgörü ve büyük ahlak sebebiyle, Anadolu zamanla İslamlaştı.
Yavuz Soysal
Yazı serisine Türkler ve Türk Yurdu başlığı ile devam edeğiz.

17 Mayıs 2016 Salı

17. Metin: Babailer İsyanı (Aleviliğin Tarihsel Altyapısı) - AHMET YAŞAR OCAK

04:52 Posted by Bedri Münir , No comments
Ahmet Yaşar Ocak
DERGAH YAYINLARI
Bu kitap, Babailer İsyanı gibi sıradan bir ayaklanma olmayıp, Anadolu'nun siyasi ve toplumsal tarihinde önemli bir yer işgal eden, Türkiye tarihindeki halk hareketlerinin, günümüzde çok tartışılan Bektaşilik ve Aleviliğin sağlıklı bir yaklaşımla incelenip anlaşılması bakımından bir hareket noktası oluşturan önemli bir konuda, olabildiğince nesnel bir bakış açısı ortaya koymaya çalışmaktadır.

 
Yayın Tarihi 2011-10-01
ISBN 9759954277
Baskı Sayısı 5. Baskı
Dil TÜRKÇE
Sayfa Sayısı 284
Cilt Tipi Karton Kapak
Kağıt Cinsi Kitap Kağıdı
Boyut 16 x 23.5 cm

PDF için: https://drive.google.com/open?id=0BxRTNEEEQWGMVFRzVnpPTmFkUDQ

11 Mayıs 2016 Çarşamba

Karamustafa'nın Tanrının Kuraltanımaz Kulları Kitabı Üzerine – ALİ ALTINTAŞ

00:05 Posted by Bedri Münir , , No comments
Çalışma, “Derviş Gruplarının Açılıp Serpilmeleri” bölümünde de vurgulandığı gibi üç grupta sınıflandırılabilecek tarihsel kaynaklara dayandırılmıştır; derviş gruplarının toplumu reddedişlerine paralel olarak işleyen bilgi rejimine de tavır alışları ve yaşam biçimlerine dair pek yazmamaları sonucu onların sadece zahid pirlerinin menkıbelerini anlattığı kayıtlar, kültürel seçkinlerin büyük çoğunluğu tarafından ancak başka ilgi ve uzmanlık alanını ilgilendirdiği ölçüde derviş gruplarının ele alınmış olması ve bunun sonucunda not edilmiş üstünkörü bilgiler, son olarak da toplumu yok saymalarından ötürü rahatsızlık duyan aleyhtarlarının onları esasen yermek için yaptıkları uzun ve bağımsız çalışmalar. Bu sonunculara elbette Avrupalı gezginlerin dışsal bakış süzgeciyle ortaya koydukları metinler de eklenebilir.

Karamustafa’nın çalışması esas olarak aleyhtarların ve Avrupalı gezginlerin yergi dolu çalışmalarına odaklanmış, sonuç olarak Haşhaşilere dair yoğun spekülatif tarihsel çıkarımların bir benzerinin derviş grupları için de yansıtılması söz konusu olmuştur. Karamustafa bu problemi pirlere dair menkıbelere ve başka alanlara dair çalışmalardan elde edilen bilgilere dayanarak aşmaya çalışmıştır. Bir grubun tarihsel aleyhtarlarının iddialarına temkinli yaklaşmak gerektiği ortadadır. Özellikle kuraltanımazlık boyutunda serdedilen örneklerin olumsuz içeriklerinin genellikle son gruptaki eserlerle doldurulması söz konusudur. Bu anlamda karikatürize bir örnek, Şeyh Kadı Zahireddin Muhammed’in Şehrizur’daki bir camide yaşadıklarına dair tanıklığının İran’da Kalenderilerin varlığına bir delil olarak gösterilmesidir; Akşam olunca on cavlak camiye gelip kapıyı arkadan kitlemişler, haşhaş suyu hazırlayıp içmiş ve sema yapmışlar, en sonunda Zahireddin’in anlatmayı uygun bulmadığı işlere –muhtemelen livataya- girişmişler. Bu anlatının aktaranının sapkın zühdün aleyhtarı ve Moğolları Kalenderlere karşı sert tutumlarından ötürü şiddetle öven Muhammed-el Hatib olması dikkate değerdir. Keza el-Hatib’in Kalenderlerin ilk ortaya çıkışını anlattığı kitabını Kastamonu’da yerel bir okuyucu kitlesine yönelik olarak –muhtemelen bu kendini bilmez sapkınların tehdidine karşı uyarmak için- yazdığını belirtmek gerekir. Ayrıca ünlü filozof Nasreddin Tusi’nin Kalenderler için Hülagu’ya “bu dünyanın fazlalıklarıdır” tanımını yapmış ve öldürülmelerine yol açmış olması çarpıcıdır ve günümüz Selefilerinin Şiilere müslüman olmayanlardan daha fazla düşman kesilmesine benzer bir görünüm arz etmektedir. Sapkın dervişler üzerine kitap büyüklüğünde bir suçlama yazmış seçkin Osmanlı Sufisi Vahidi’nin de başvurulan başlıca isimlerden biri olması dikkat çekicidir.

Yüksek kültüre dahil sufilerin yargılarını tekrarlayan Menavino da zahidlerin bir kasabaya topluca girerek ‘felaket oyunu’ oynayıp köylüleri kandırdıklarını ve paraları cukkaladıklarını iddia etmektedir. Ancak Cemalleddin Savi, Kutbeddin Haydar ve Otman Baba gibi kurucu pirler asla sadakayı kabul etmeyen bir profil çizmişlerdir. Hatta Otman Baba’nın bu konuda fazla hassas olduğu da belirtilmektedir. Seçkin sufilerin diğer sufi tarikatlarını zaman zaman dilencilik yaptıkları için küçümsemesi de söz konusudur. Daha sonra Hacı Bayram Veli’nin talebesi olacak Akşemseddin’in onunla tanışmadan evvel pazarda dilendiğini görüp ayıpladığı ve yüz çevirdiği anlatılır.

Ancak Karamustafa’nın sapkın zahidlik İslam tarihi içerisinde değerlendirilirken konunun “halk dini” kategorisine sokularak karaktersizleştirilmesi noktasındaki itirazı yerindedir. Bu yaklaşım, İslami literatürün diline de hakim olan avam-havas ayrımının günümüze uzanan yönünü yansıtmaktadır. Köprülü’nün sapkın zahitlik gruplarına tabi olanların genellikle alt sınıflar olduğu ve bu nedenle hazmedilmemiş “panteistik” inançların onlarda reenkarnasyon, Tanrı’nın insanda vücut bulması ve toplumun reddi gibi ‘ilkel’ inançları doğuracağını iddia etmiştir. Genel olarak ise, İslam dindarlığı iki katmanlı modele indirgenmiş sapkın zahidliğin arayışları “tektanrıcılık içindeki çoktanrıcı gereksinimlere bağlanmış”, yani halk dini içinde barınan geçmiş inanışların birer dışavurumu olarak kabul edilmiştir. Karamustafa’ya göre bu grupların açıklaması yine İslam içinde bulunmalıdır.

Sapkın zahitlik yanlısı dervişlerin de tersten inşa edilmek istenen toplumsal bir kimlik arayışında oldukları söylenebilir. Çünkü toplumu yadsırken bile aslında toplumu yıkıcı bir muhalefetle hedefe koymaktaydılar. Karamustafa, sünnetin zühdcü görünümünü devreye sokarak dünyayı benimseyen müslümanlara meydan okumanın ve peygamber imgesini özenle inşa ederek dünyayı benimseyen bir dindarlıkla yanıt vermenin imkanlar dahilinde olduğunu belirtmektedir, dolayısıyla genelde Ortodoksi-Heterodoksi çatışmasını, özelde Sufilik-Sapkın Zahitlik çatışmasını bu pencereden değerlendirebilmek mümkündür. Kinberg’in mal ve servet kayıran hadislerin ancak burjuvazinin yükselen iktisadi gücüne bir ortaya çıktığına dair tezine benzer biçimde zühd karşıtı hadislerin de zahidlerin halk arasında etkinlik kurmaya başladığı dönemde dolaşıma sokulmuş olması olasıdır. Bu dolaşımın başını tutanların zahidleri Hristiyan keşişlerine benzetenler olması da ilginçtir

Otman Baba’nın manevi yetkiye dair görüşleri üzerinde tartışılmaya değerdir. “Alimler peygamberlerin varisleridir” hadisiyle aktarılana yakın bir anlayışla –aslında Şiilerin “veliler peygamberlerin varisleridir’ yorumunu da taklid ederek- veliliğin peygamberliğin ‘çobanı’ olduğunu, yani geçerliliğini ebedileştirme ve teyid etme görevi olduğunu belirten Otman Baba, bunun inkarının küfre denk düştüğünü öne sürer. Bu imtiyazı da Kalu Bela’da sorulan “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” sorusuna velilerin cevap vermeye tenezzül etmediğini iddia ederek inşa etmeye çalışır. Çünkü, velilerin Allah’la olan bağları ayan beyan ortadadır, ikrara hacet yoktur. Yine “Benim dostlarım benim cübbem altındadır” biçimindeki hadis-i kudsiye dayanarak Sufilerin tekkeler üzerindeki gösterişçi otoritesini sarsmak istemiştir. Cemaleddin Savi ve Kutbeddin Haydar’dan farklı olarak Rum Abdalları’nın yıldızı Otman Baba sadece topluma değil, özel olarak Sufi işletmelere ve politik dini seçkinlere de çatmaktan geri durmamıştır.

Rum Abdallarının çalışmada belirtilen iki özelliği anılmaya değerdir; Genel olarak yerde uyuyup İsrafil’in surunu çağrıştıran bir boru sesiyle uyanırlar, her sabah yeniden dirilişi taklid ederlermiş. Ayrıca, öğle yemeği için dilenerek elde ettikleri yemeğin artakalan kısmını geri vererek bunların yoksullara sadaka olarak verilmesini sağlar ve bu davranışı her öğün için tekrarlarlarmış. Kanuni döneminde Seyyid Battal Gazi tekkesi hakkında -İsmet İnönü’nün Şark Raporu misali- bir rapor hazırlayan Eskişehir Kadısı İşreti’ye göre, hocasıyla kavga eden talebe, ağasından kopan tımarlı sipahi, babasına kızan genç buranın adını sayıklamaya başlıyor ve bazısı yollara düşüyordu.. Yani, söz konusu tekke, hayal kırıklığına uğramış isyankar ruhlar için adeta bir cazibe merkezi haline gelmiştir. Kanuni’nin rapor sonucu verdiği –nispeten ılımlı- yaptırım kararı ise Rum Abdalları’nın toplumsal meşruiyetinin derinliğini yansıtmaktadır.

Karamustafa’nın 1584 yılına dair aktardığı bir vaka, farklı maddi çıkarlardan ötürü ‘dış mihrak’ ve ‘vatan hainliği’ temalı suçlamaların nasıl da hemen işler hale getirebileceğini leziz bir biçimde özetlemektedir; İstanbul kadısına dönemin padişahı tarafından İstanbul’daki bir Haydari zaviyesini denetlemesi görevi verilir. Daha evvel kimi kent sakinleri tarafından ‘Safevi İran ile temas halinde olan dinsizler’ suçlamasına maruz kalmış dervişler dilekçe yazarak arsalarını ele geçirmek için iftira atıldığını belirtip iddialarını tanıklıklarla kanıtlamışlar ve zaviyenin kapatılmasını engelleyebilmişlerdir. Sultan da kadıya gönderdiği fermanla dini hukuka aykırılık içeren kentli iddialarının yeniden gözden geçirilmesini buyurmuştur. Heterodoksi düşmanlığıyla maddi çıkarların iç içe geçtiği bu örnek günümüzün siyasal süreçleri için de oldukça anlamlıdır.

16.yüzyılda Osmanlı, Safevi, Özbek ve Moğolların imparatorluk düzenlerini perçinlemelerinin sapkın derviş gruplarının daha sıkı örgütlenmelerine yol açtığını ileri süren Karamustafa’ya göre, Sünni-Sufi ittifakının merkezi baskısıyla yüz yüze gelen Şii yönelimli Osmanlı Abdalları’nın Bektaşilik içerisinde eriyerek tutunmaya çalışmaları gerekmiştir. Burada önemli bir husus, Moğol İstilaları ve Haçlı Seferleri ile istikrarsızlığa bürünmüş coğrafyalarda sapkın zahidlerin tomurcuklanmasının hız kazanmasıdır. Ancak Karamustafa, bu tür derviş gruplarının belirgin birer unsur haline gelmesini büyük ölçüde Sufi-sapkın zahid diyalektiği ile açıklamakta ve politik atmosferin kaotik niteliğine pek değinmemektedir.

Sapkın derviş gruplarının önde gelen şahsiyetlerinin seçkinlerden ve onların çocuklarından oluşuyor görünmesi, bir bakıma Buda’nın saraydan çıkıp doğaya dönüşüyle, kitapta değinildiği gibi 1960larda ABD’de ortaya çıkan Hippi hareketiyle ve hatta ailesinin günahını üstlenmek istemeyen burjuva çocuklarının başka bir hayat güzergahı tercih etmeleriyle özdeşleştirilebilir. Mevzubahis bakış açısı, çalışmada baba-oğul temsiliyle açıklanan Sufi-sapkın zahid diyalektiğine de uygunluk arz eder.

Rufailik, Bedevilik ve Mağrib’de İsave gibi Arap toplumlarında ortaya çıkmış hareketlerin zaman zaman toplumun genel dini yaşayışından büyük kopuşlar gerçekleştirseler de topluma yönelik köklü protesto hareketleri olmadığını savunan Karamustafa, sapkın derviş zahidliğinin Arap toplumlarında yankı bulmadığı tespitini yapar ve Araplar arasında etkili olan Kalenderlik ve Haydarilik’in de Araplar tarafından İran menşeili olgular olarak algılandığını savunur. Bu durum, muhtemelen Arap toplumunun dinamikleriyle şekillenen ve dindarlığı temsili eden kurumların sonradan Müslüman olan toplulukların kültürlerine yönelik kapsayıcılığının eksikliğiyle açıklanabilir. Dolayısıyla, Arap olmayan topluluklar Sünni-Sufi ittifakına daha gürültülü tepkiler vermeye eğilimli olmuşlar ve muhalefetlerini kurgularken tarihi Şii itirazından da beslenmişlerdir.

Karamustafa’nın ileriki araştırmalar için vurguladığı mühim bir sorunsal, Sufiliğin içinden sapkın derviş hareketlerini çıkaran toplumsal güçlerin, devlete angaje ulemaya karşı da ‘öze dönüşçü’ tavır alışların sahibi alimleri türetip türetmediğidir. Bu-dünyaya boğulmuş ve toplumsal, politik meşruiyetlerini korumaya çalışan ulemaya karşı İbni Teymiye ve Mehmet Birgivi gibi ‘bağnaz’ reformcu kanat saldırılarının doğmuş olması, gerçekten de geliştirilmeye ve genelleştirilmeye açık bir alan olarak durmakta; hatta –el-Azmi’nin belirttiği üzre- 20.yy’da İslam toplumlarındaki seküler devletlerin ikna ediciliğini yitirererek zayıflaması ve İslamcılığın –günümüzde özellikle Selefiliğin- önce retorik, sonra fiili düzeyde merkezi ve/veya resmi ulemayla kapışması, söz konusu izleğin devamlılığını hissettirmektedir. Denilebilir ki; nasıl sapkın zahidliğin yayılması Moğol İstilaları ve Haçlı Seferleri sonucu parçalanmışlığın derin etkilerini taşıyorsa, Ortadoğu’da Selefi hareketin revaç bulması da toplumsal meşruiyetleri zayıflayan ve hatta son dönemde kaba askeri gücünü de yitirmeye başlayan devletlerin çözülmesi neticesinde oluşan politik kaos ortamından büyük oranda faydalanmıştır.

Ali Altıntaş