Merhabalar, Anadolu'nun İslamlaşma sürecinde önemli bir tarihsel aralığa tekabül eden ve İslam'ın ikinci koşusu olarak adlandırılan 11. ve 13. yüzyıl arasındaki dönemde cereyan eden olaylara dair okuma notlarını paylaştığımız blogumuza hoşgeldiniz.

27 Ekim 2014 Pazartesi

3. Metin: Türk Dini Düşüncesinin Teşekkül Devri - FATİH M. ŞEKER

14:42 Posted by Bedri Münir , No comments
TÜRK DÎNÎ DÜŞÜNCESİNİN TEŞEKKÜL DEVRİ

Türk dînî düşüncesinin teşekkül devri; Türklerin kendilerini İslâmiyet'te aradıkları döneme tekabl eder. Devir, geçmişe bakaak geleceğe akar. Eken değiştirilen bu dönemeçte gidilen istikâmeti gözden kaçırmadan gelinen aşamaya dikkat kesilir. Mazi tabiî şekilde İslâm'ın çerçevesi içine alınır. Güç ve kudret devşirebileceğimiz menbâların hayat bulduğu bu başlangıç noktası, Selçuklu ve Osmanlı'ya hâliyle günümüze kaynak vazifesi görür.Zihniyet dünyamızın ve hayat felsefemizin oluştuğu İslâmlaşma süreci etrafında kaleme alınan elinizdeki çalışma, dînî düşüncenin teşekkül devrini dolduran meselelerin, bugünümüzün çerçevesine girebilecek bir mâhiyete ve aktüelliğe sahip olduğuna dikkat çekmektedir.

Kitap Detayları
Sayfa Sayısı: 
  293 sayfa
Kağıt Cinsi: 
  2. Hamur
Kapak Cinsi: 
  Karton Kapak
Ebat: 
  13,5x21
Basım Tarihi: 
  İstanbul, 2013
Baskı: 
  1.
ISBN: 
  978-975-995-435-2
Kaynak: http://www.dergahyayinlari.com/?q=node/801 

2. Metin: İstila Devirlerinin Kolonizatör Türk Dervişleri ve Zaviyeler Makalesi Kritiği - ÖMER LÜTFİ BARKAN

14:40 Posted by Bedri Münir , No comments
Kaynak: http://www.recepsen.com/Kolonizator_Turk_Dervisleri.pdf

İSTİLA DEVİRLERİNİN KOLONİZATÖR TÜRK DERVİŞLERİ VE ZAVİYELER 
Prof. Dr. Ömer Lütfi BARKAN

Barkan, Ömer Lütfi, Vakıflar Dergisi, s. II, Ankara, 1942, sf. 279-304.

Selçuk-Bizans hudutlarında yaşayan bir uç beyliğinin, diğer emsalinin mazhar olmadığı bir talihle, pek kısa bir zaman içinde tarihin seyrini asırlarca değiştirecek kuvvetli bir imparatorluk haline girivermesi hâdisesi, son zamanlara kadar birçok malûmları noksan bir muadele şeklinde vazedildiği veyahut Türk ırkının tarihî varlığı hakkında mevcut ve an’ane halinde müesses dar ve kısır noktai nazarlara esir kalındığı için, içinden çıkılmaz bir mesele teşkil etmekte idi.

Filhakika, koskoca bir imparatorluğun kuruluşu nev’inden muazzam bir hâdise, bizde uzun zaman, sadece Padişahların dirayet ve şecaati veya Allah’ın bu saltanatın kurucularına karşı gösterdiği lütuf ve inayet ile izah edilmek istenilmiştir. İlk Osmanlı membalarında kaydedilmiş görülen Sultan Osman’ın rüyası, mucize nevinden vukua gelen bu hâdisenin izahını ancak ilâhî takdir ile yapmak mümkün olduğuna inanışın bir ifadesidir.

Bu işin izah edilmesi matlup bir mesele teşkil ettiğinin farkına varan daha yeni ve ecnebi tarihçiler ise; Türkler hakkında tetkik edilmeden kabul edilmiş batıl itikatları kafalarına koymuş olmalarından ve meseleyi muhtelif cephelerden ve/daha geniş kadrolar içinde mütalaa etmeğe hazırlıkları ve ellerinde mevcut malzeme kâfi gelmediğinden, içinden çıkılmaz faraziyelerle tarihî hakikati tahrif etmeğe mecbur kalmışlardır. Meselâ, henüz son zamanlarda bu meseleyi tetkik etmiş bulunan Gibbons gibi müelliflere göre; Osmanlılarla Asya insan kaynakları arasındaki muvasalanın rakib civar beylikler tarafından kesilmiş olması lâzım geldiğinden, bu devletin kurulması için lüzumlu unsurlar ancak yerli Rumlar arasından tedarik edilebilirdi. Bu görüş tarzına nazaran yeni İslâm olmuş Türklerle İslâmlaşan Rumlardan hasıl olan Osmanlı milleti faraziyesi, bütün müşkülleri hal ile lâzım
gelen izahın anahtarını vermiş oluyordu. Bu suretle Türkler, ancak bu sayede yeni ve büyük bir devleti kurmak için lâzım gelen idarecileri, imparatorluk harblerinde kan dökecek askeri bulmuş ve Osmanlı imparatorluğunu Osmanlılaşmış Rumlar ve Bizans’ta gördükleri teşkilât ile kurmuş oluyorlardı.[1]

Aşikârdır ki, ilmî olmak ve izah etmek iddiasında bulunmalarına rağmen, esaslı tetkiklere istinat ettirilmeyerek ortaya atılan bu nevi faraziyeler, sadece göçebe olduğu zannedilen Anadolu Türklerinin yalnız başına bir imparatorluk kurmadıklarına ve kuramayacaklarına ait olan batıl, fakat düne kadar umumî bir itikada istinad etmekte ve, herhangi bir tenkide dayanamayacak kadar esassız bulunmaktadırlar.

Osmanlı imparatorluğunun menşe’leri ve kuruluşu meselesine dair yapılan tetkiklerin şimdiye kadar saplanıp kaldığı bu dar ve an’anevî telâkkilerin manasızlığını, son zamanlarda neşrettiği etüdlerinde[2] Prof. Fuad Köprülü, ilim âlemine göstermiştir. Üstadın Orta Zaman Türk Tarihinin bu çok mühim olduğu kadar çok davalı da olan meselesini büsbütün yeni bir şekilde vazetmiş olmak itibariyle, ilme ve ihtisasa feyizli çalışma yolları açan etüdlerinin bazı ana fikirlerini burada hatırlatmağı münasip görmekteyiz. Çünkü ancak bu sayededir ki, makalemizin mevzuunu teşkil eden meseleyi ne münasebetle ve hangi görüş tarzının tesiri altında tetkik etmiş olduğumuz daha iyi anlatabileceğimizi zannediyoruz. Filhakika, etüdümüzün esaslarından birçokları, Prof. Fuad Köprülü’nün kitablarında daha evvel vaz ve işaret ettiği mühim meselelerden bir kaçının daha muayyen ve mahdud kadrolar içinde ve elde mevcut arşiv malzemesiyle işlenmesi suretiyle bir kıymet ve mâna kazanabilmişlerdir. Şu halde Prof. Fuad Köprülü’nün kuruluş meselesini vazediş şekli nedir, ve ne için bir çok hâdisatın anlaşılması ve izah edilmesi için kendimizi vazetmemiz zarurî olan noktai nazarı temsil etmektedir?

Her şeyden evvel, müellifin ortalığı mevcut hazır fikirlerden temizlemek için kullandığı sıkı ilmî tenkid usulünü tebarüz ettirmek münasib olur. Böyle bir tenkid karşısında ilk Osmanlı membalarının izah tarzı kadar, düne kadar yabancı âlimlerin saplanıp kaldıkları noktai nazarlar da kıymetini tamamen kaybetmekte ve zamanımızın ilmî tarih usullerine göre gerî, ve kör körüne ananeci gözükmektedirler. Şöyle ki: İlk Osmanlı membalarının, Osmanlı İmparatorluğunun kuruluşunu izah ederken Osmanlı Padişahlarının mensub olduğu soyun nereden ve ne zaman geldiğine, dînine, uç beyliklerinde bulundukları zamanki sosyal hacimlerine, göçebe, köylü veya şehirli oluşlarına,
hristiyanlar ve diğer Türk beylikleri ile olan münasebetlerine ait verdiği malûmat eksiktir ve baştan aşağı yeniden tetkike muhtaçtır. Bundan başka, meselenin anlaşılması için bilinmesi şart olduğu halde, Osmanlı imparatorluğunun teşekkül edeceği sıralarda Anadolu’nun içinde bulunduğu siyasî ve sosyal vaziyet de, şimdiye kadar, ilmî bir şekilde tetkik edilmiş değildir. 

Bu sebeble, Osmanlı membalarında olduğu kadar, Garblı tarihçilerin eserlerinde de Osmanlı tarihi bir göç hikâyesiyle başlar: Dört yüz çadır halkından cihangirâne bir devlet kuran aşiretin Bizans hududlarında yerleşdiği yer, Bahri Muhit ortasında yalnız başına bir ada gibi, Türk ve İslâm dünyasından uzaktır. Bu itibarla, sürülerine otlak aramak üzere buralara kadar gelmiş olan bu göçebelerin bir müddet sonra muntazam bir ordu teşkil ettikleri, bir imparatorluk kuracak kadar çoğaldıkları görülünce hayrete düşürmektedir. Halbuki, Prof. Fuad Köprülü’nün yapmak istediği, şekilde, hadisata biraz daha geriden ve ilmî bir gözle bakmak sayesinde bu nevi hayretlere mahal bulunmadığı ve her şeyin izahı mümkün bir şekilde cereyan ettiği anlaşılmaktadır:

Osmanlı tarihi, bütün diğer tarihler gibi, bir hanedanın destanını yapmak isteyen tarihçilerin kaydettikleri şekilde münferit ve müstakil bir seri vekayiden ibaret değildir. Her hâdise kendisini hazırlayan bir sürü sosyal, ekonomik ve dinî şartlarla işlenmiş ve haricî tesirlerle dünya yüzünün değişmesi nev’inden bir oluşla yavaş yavaş tabiî olarak hazırlanmıştır. Bu bakımdan siyasî şahsiyetler ve vekayi arkasında onları hazırlıyan içtimaî sebebleri aramak
lâzımdır. 

Böyle ilmî ve derin sebebleriyle Anadolu tarihi tetkik edilecek olursa, Osmanlı târihi XIII. asırda Anadolu’da cereyan eden sosyal ve siyasî büyük tahavvüllerin bir temadisi gibi gözükecek ve bu sayede bir çok meseleleri anlaşılmağa daha yakın bir şekilde vazetmek imkânı bulunacaktır. Esasen, her şeyden evvel hatırda tutmak lâzım gelir ki, daha Selçukîler zamanındaki Anadolu fütuhatı da, garbe doğru devam eden büyük Türk muhacereti için,
sistematik bir iskân ve kolonizasyon işi olmuştu. Nitekim Prof. Fuad Köprülü tarihi vesikalarda, XII. ve XIII. asırlara doğru yapılan büyük çapta iskân işlerine ait mevcut kayıtları tetkik ve toponymie tetkikatıyla tamamlamak suretiyle, Selçukîlerin iskân siyasetlerinin bazı esaslarını tesbit etmek imkânı bulunduğunu kaydetmektedir. Anadolu’da muhtelif tarihlerde vukua geldiği muhakkak olan mühim hacimlerdeki nüfus hareketlerinden başka, vekayiin ilmî bir şekilde anlaşılması için aynı surette ehemmiyetli olan, Anadolu’daki nüfusun göçebe, köylü ve şehirli nisbetleriyle; orta Asya, Mısır, Suriye ve Rusya arasındaki büyük muhaceret ve ticaret yolları üzerinde
kurulmuş olan Selçuk devletinin ekonomik ve kültürel terakkileri gibi mühim meseleleri de gözden geçirmek lüzumuna kani olan Profesör, ayrıca Moğol İstilâsıyla Anadoluda hadis olan yeni vaziyet üzerinde bilhassa durmak lâzım geldiğini tebarüz ettirmiştir.[3]

Filhakika, Osmanlı imparatorluğunun kuruluşu meselesinde bu mütekaddim hâdiselerin
büyük rolü olduğunda kimsenin tereddüdüne meydan vermeyecek kadar bu hususlar aşikâr
gözüküyor: Türk orta zamanının edebî, sosyal ve bilhassa dinî tarihi üzerinde uzun senelerden beri
giriştiği çok verimli ve orijinal mesainin verdiği bir salâhiyetle Prof. Fuad Köprülü’nün
kitabında bu asırlarda Anadolu’da husule gelen dinî cereyanların ve müslüman mistik
tarikatlerinin teşekkülünde Orta Asya’dan gelen akınların ve Türk Moğol şamanizminin
tesirlerinin oynadığı rolü hatırlatması, kayda şayan olduğu gibi; Moğolların öncüsü olarak
gelen göçebe Türkmenlerle Anadolu nüfusunun işbaa geldiği bir sırada, imparatorluğun
sosyal ve hukukî kadroları içinde sıkışan bu göçebe unsurların ne büyük bir kuvvet teşkil
ettiklerini ve ne geniş bir teşkilât içinde birbirine bağlı bulunduklarını Babâî isyanında
Selçuk devletini pek fena bir halde sarsmış olmalarıyla göstermiş olduklarını tesbit etmesi.de
bizim bu makaleyi yazarken daima göz önünde bulundurduğumuz fikirlerden birini teşkil
etmektedir.[4]
Filhakika, 1242’de Erzurum’u alan Moğollar, Sivas ve Kayseri’yi yağma ettikten sonra
çekildilerse de, Selçuk devleti onların tabiiyetine girdi ve bu istilâdan sonra, Moğol
imparatorluğunun diğer aksamıyla teessüs eden münasebet dolayısıyla, yeni bir takım göçlere
yol açıldı. Bu suretle Anadolu muhtelif devirlerde kadınları, çocukları ve davarlarile beraber
gelen Moğol işgal ve tedib orduları, Moğol valilerin maiyet askerleriyle doldu. Bu vaziyet
karşısında, Garbe doğru akın o kadar tabiî ve zarurî bir hâdise haline gelmiş bulunuyordu
ki, Profesöre göre, eğer Anadolu’da hasıl olan bu kesafet, fütuhat sayesinde Garbe doğru
boşaltılmamış olsaydı, içtimaî vücutte derin huzursuzluk doğurarak dahilî karışıklıklara ve
mevcut sosyal nizamın tahrib edilmesine sebeb olabilirdi.
Diğer taraftan, Prof. Fuad Köprülü’ye göre, Gibbons’un iddiasının tamamen aksine olarak bu
asırda Anadolu ve Osmanlıların yaşadıkları uç beylikleri ile diğer Türk ve müslüman dünyası
sıkı bir münasebet halinde bulunmakta idi. Bu devirde putperest Moğollara karşı
islâmlaşmakda devam eden Anadolu’da tahrikatta bulunan Altın Ordu devleti ile, Suriye ve
Mısır Memlûkları velhasıl İslâm ve Türk âleminin her tarafı, Anadolu ile sıkı bir münasebet
halinde bulunmakta idi. Hudutların yalnız göçebe değil, Türk-islâm dünyasının her tarafından
gelmiş şehirli unsurları ve o meyanda ulema, şeyh ve zanaat sahibi her türlü muhacir
kafilelerini cezbetmiş olması, bu noktai nazarı teyid etmekte idi.
* * *
Demek oluyor ki, Osmanlı imparatorluğu teessüs etmeğe başladığı zaman, bu kadar geniş
hudutlar içinde kaynaşmakta olan bir âlemin dört bucağında tekevvün eden dinî ve sosyal
cereyanları, bilgi ve tecrübeye sahib insanları ve mânevi kuvvetleri kendi arkasında buldu.
işte mevzuubahs cereyanları bulmak ve is basında göstermek teşebbüsü, Prof. Fuat
Köprülü’nün, Osmanlı imparatorluğunun sür’atle kuruluşu mucizesini izah etmek için,
ortaya attığı fikirlerin ve yaptığı ilmî yardımların en mühimlerinden birini teşkil etmektedir.
Zira, ancak bu sayededir ki; Osmanlılaştırılmış Bizanslılar, devşirmeler, İslâmiyeti kabul
etmiş esirler faraziyesine müracaat etmeğe lüzum kalmadan, Osmanlı İmparatorluğunun
kurulması için lâzım gelen kan ve kol kuvvetini, akıl ve siyaset adamını Osmanlıların,
bilhassa ilk zamanlarda, nereden bulmuş olduklarını anlamak mümkün gözükmektedir.
Filhakika, Osmanlı tarihinde, bilhassa İstanbul’un fethine kadar, kütleler halinde
İslâmlaşma ve devletin kozmopolitleşmesi mevzuubahs değildir. Bilâkis, Osmanlı idare
teşkilâtı Selçukî ve İlhanîlerin devlet ve idare an’anelerine göre tesis edilmiş ve devlet
işlerinde bidayette daha fazla Selçuk idarî teşkilâtına mensub yüksek Türk aristokrasisi ve
memurları kullanılmıştır. Bu Türk idare adamları devşirme unsurlar lehine ancak XV.
asırdan sonra azalmağa başlamıştır. Esasen Fuad Köprülü’ye göre, muhtelif unsurlardan
teşekkül eden her büyük imparatorluk için sarayın bir müddet sonra atsızlar ve
soysuzlardan mürekkeb bir Kapu Kulu yaratması ve kozmopolitleşmesi mukadder bir
hâdisedir. Abbasîler ve Bizanslılar için tabiî addedilen bu hal, Osmanlı imparatorluğunda neye
Türklerin kabiliyetsizliğine veriliyor? Bizansta birçok imparatorların yabancı unsurların
yetişmiş olması, Bizans Rumlarının idare kabiliyetini haiz olmadığını mı isbat eder?..[5]
* * *
Türklerin, Osmanlı imparatorluğunu kurmak için kendilerine lâzım gelen kuvvetleri nereden
bulduklarını göstermek itibariyle, Fuad Köprülü’nün o asırlarda Türk Anadolu’daki dinî ve
sosyal hareketlere ait verdiği malûmat ta, yukarıda söylediğimiz gibi, çok kıymetlidir ve bu
husustaki esas fikir şu şekilde hulâsa edilebilir.
Osmanlı imparatorluğunun kurulmakta olduğu zamanda Anadolu’daki uç beylikleri, medenî
bir hayatın kaynağı olan Türk ve İslâm dünyasının her tarafından gelmiş her sınıftan ve
meslekten adamlarla doludur: Iran, Mısır ve Kırım medreselerinden çıkan hocalar, orta ve
şarkî Anadolu’dan gelmiş Selçukî ve İlhâmî bürokrasisine mensub şahsiyetler, muhtelif
tarikatlerin mümessilleri İslâm şövalye ve misyonerleri diyebileceğimiz dervişler. Bunlar
arasında bilhassa, Paşazade tarihinde Gaziyânı Rum diğer tarihlerde Alpler (kahmaran,
muharib mânasına) veya Alp Erenler namı altında zikredilen ve daha İslâmiyetten evvel
bütün Türk dünyasında mevcut olan eski ve geniş bir teşkilâta mensub Türk Şövalyeleri
mevcuttu. Fiahakîka: Osman Gazinin arkadaşlarından bir çocuğun unvanı olan bu Alp tâbiri
dikkate şayandır. Bunlardan şehirlerde ve İslâm dünyasına mensub bazı dinîlerin tesiri
altında kalmış olanların ise unvanı bilâhare Gaziye tebdil edilmiş gözükmektedir. Yine aynı
kitapta ismi geçen Ahıyânı Rum yani Anadolu Ahileri ile; Horasan Erenleri de denilen
Abdalân Rum yani «abdal» ve «baba» ismini taşıyan ve bilhassa Türkmen kabileleri arasında
telkinatta bulunan ve umumiyetle Osmanlı Padişahlarıyla bütün harplere iştirak etmiş
bulunan delişmen tabiatlı ve garib etvarlı dervişler bulunmakta idi. Aşık Paşazade tarihinin
Bacıyânı Rum yani Anadolu kadınları dediği ve haklarında tafsilâta mâlik olmadığımız
teşkilât veya tarikatten sarfınazarla, diğerlerini ele alacak olursak, banların her birinin Türk
ve İslâm dünyasının her tarafında şubeleri olan ve bu günkü Komünist yahut farmason
teşkilâtına benzeyen teşkilâtı bulunan tarikatler olduğunu görürüz. Kökleri bu suretle geniş
Türk ve İslâm dünyasına yayılmış olan bu gibi teşkilât vasıtasıyla her tarafla temas halinde
bulunan Osmanlıların ise. Osmanlılaşmış Rumların yardımına muhtaç olmadan daha evvelki
emsali Türk imparatorlukları gibi büyük bir imparatorluk kurmak teşebbüsünde bu
kuvvetlerden istifade etmiş ve kendilerine lâzım gelen her türlü unsurları bulmuş olduklarına
şüphe yoktur. Burada, yalnız bazı büyük şehirlerde ve burjuvalar muhitinde değil, uç
beyliklerindeki köylerde de bilhassa şubeleri olan Ahi teşkilâtının Anadoludaki faaliyetlerinin
Osmanlı imparatorluğunun kurulmasında büyük rol oynamış olduğunu kaydetmek
icabeder.[6] Prof. Fuad Köprülü’ye göre; «Gazi» Osman’ın kayın pederi şeyh Edebâlî ile silâh
arkadaşlarından bir çoğunun hattâ Orhan’ın kardeşi Alâeddin’in bu tarikate mensub
bulunuşu, ilk piyade askerî üniformasının Ahi üniforması oluşu ve Yeniçeriler için Ahi
başlığının kabul edilmiş olması, bu bakımdan son derecede manidardır.[7]
Bu mistik tarikat ve teşkilâtın ne büyük bir kuvvet temsil ettiğini, aralarına aldığı halk
kütlesini muayyen sosyal nizamlar için nasıl harekete getirerek zamanlarının vekayiinde
büyük roller oynamış olduklarını tarih esasen kaydetmektedir: Selçuk devletinin en kuvvetli
bir zamanında Babaî’lerin Anadolu’daki bütün Türkmen aşiretlerini birden harekete getirmek
süretile bu devleti fena halde sarsmış oldukları malûm bir hakikattir. Fütuhatı başarmak
için Osmanlı ordularına yalnız teşkilâtlı ve imanlı muharib temin etmekle kalmayıp, bu
misyoner dervişlerin dinî ve sosyal fikirler propagandasıyla da, halk kütleleri arasında çok
faal bir maya gibi faaliyete geçerek, o memleketlerin sosyal bünyesinde ve siyasî
kuruluşunda büyük yenilikler yapmak için müsait kaynaşmayı yaratmakta, temsil ve
fütuhat işlerini kolaylaştırmakta âmil oldukları da muhakkaktır. Rum İlinin
İslâmlaşmasında bu misyoner derviş grublarının oynadığı rol her halde büyüktür.[8]Hattâ daha ileri giderek bazı delillere göre diyebiliriz ki, orta zaman hristiyan hukukıyâtına
karşı yeni bir sosyal nizam ve adalet telâkkisi taşıyan ve esrarengiz bir din propagandası
şekline bürünen misyoner Türk devrilişlerinin telkinatı ordularla birlikte ve hattâ ordulardan
evvel fütuhata çıkmış ve karşı tarafı daha evvel manen fethetmiş bulunmaktadır. Demek
oluyor ki, Osmanlı İmparatorluğunun kuruluşu işinde çalışan kuvvetler böyle tevettürü
yüksek derin ve uzak membalardan gelmekte ve Hristiyan ve İslâm dünyaları gibi iki ayrı
âlemin maddî ve manevî bütün kuvvetleriyle karşılaşması şeklinde tarihi islemektedir.
Prof. Fuad Köprülü’nün, tetkikimizin muhtelif fasıllarında mevzuubahs toprak mes’eleleri
münasebetiyle[9] ve bazı yeni vesikaların yardımiyle işlemek fırsatını bulduğumuz ve
etüdümüzün mânasının anlaşılması için zarurî bir methal telâkki ettiğimiz bazı esas fikirleri
aşağı yukarı bunlardır. Bu fikirlerden hareketle, biz Osmanlı tarihinde imparatorluğun
teşekküliyle beraber, içtimaî bünyesinin kendisine mahsus hususî şeklini alması için
yoğurulması hususunda iş başında çalışan demografik ve dinî âmilleri tesbit etmeğe
çalışacağız. Kanaatımızca, yine aynı fikirlerin kuvvetle ortaya koyduğu gibi, Türk tarihinin
bir muharebeler ve muahedeler tarihi, bir hanedan destanı olmaktan kurtarılarak hakikî bir
izahını yapmak ve anlaşılmasını temin etmek için bu mes’eleleri vaz’ ile hemen işe başlamak
lâzım gelmektedir. Bu sebeble, Osmanlı imparatorluğunun kuruluşu mes’elesini daha iyi
izah edebilmemize yarayacak olan böyle bir faraziyeyi takviye edecek mahiyette gördüğümüz
bazı vesikaları, çok hususî bir noktai nazardan yapmağı tecrübe ettiğimiz kısa izahlarla
birlikte, okuyucularımıza arz edeceğiz.
* * *
a. Kolonizatör Türk Dervişleri
Osmanlı imparatorluğunun kuruluşu hâdisesini, Anadolu’dan gelen bir muhacereti akvam;
daha doğrusu Anadolu’da istikrarını bulamayan bir muhaceret akınının ve toprağa
yerleşmek üzere olan bir nevi muhacir göçebelerin temsil ettiği kudretin kendisine yer
bulmak için önüne geçen siyasî hudutları yıkıp takatinin yettiği bir yere, Tuna boylarına ve
Arabistan çöllerinin içlerine kadar yayılması hâdisesi gibi tetkik ve mütalea etmek lâzım
geleceğini yukarıda söylemiştik, imparatorluğun teşekkülünden evvel Anadolu’da büyük bir
izdiham halinde tekasüf eden orta Asya göçlerinin öteden beri bu istikametlerde yayılmağa
namzet bir kudret temsil ettiklerini ve ilk Osmanlı Padişahlarının imparatorluğun kurulması
için lâzım gelen askeri ve bu imparatorluğa bir Türk devleti damgasını vuran her nevi kuvveti
bu büyük insan hazineleri içinden bulmuş olduklarını da görüyoruz.
Böyle bir imparatorluğun kurulması hâdisesinin büyük mikyasta nüfus kitlelerinin yer
değiştirmesi nev’inden demografik yahut, métanastasiques hâdiselerle aynı zamanda vukua
gelmiş olduğunu göstermek için; istilâlarla birlikte göçebe unsurların bu harekâtı temin
edecek bir şekilde kolaylıkla ve muvaffakiyetle ileri sürülmüş olmalarını, muhtelif
mıntıkaların imar ve iskânı için kullanılan sürgün usullerini ve topraklandırma ve toprağa
yerleştirme siyasetinin bu hususta oynamış olduğu rolü de başka bir yerde izah edeceğiz.*
Biz şimdilik burada bu nüfus hareketlerinin ve büyük çapta kolonizasyon işinin şayan-ı
dikkat tezahürlerinden birini gözden geçirelim:
Mevzuubahis etmek istediğimiz mes’ele; hâlî ve tenha yerlerde, boş topraklar üzerinde bu
Orta Asyalı muhacirler tarafından kurulan bir nevi Türk manastırları, (couvent ermitage)i
olan zaviyelerle, yeni bir memlekete gelip yerleşen kolonizatör Türk dervişleridir. Dervişlerle
tekkelerin son zamanlardaki soysuzlaşmış şekillerine ait taşıdığımız kanaatleri sarsacak
mahiyette ve iddialı olduğu kadar garib de gözükecek olan bu fikrimizi haklı gösterecek bazı
vesikaları bu tetkikimizde zikredebilecek vaziyette olduğumuzu zannediyoruz. Meselenin bu
suretle izah edilmesi matlub birtakım vâkıalar şeklinde hazırlanıp bahse mevzu edilmesi ise,
bizim tetkikimizin yeniliklerinden biri olacaktır. Filhakika, Prof. Fuad Köprülü’nün tetkiklerine istinaden[10] müslüman mistik tarikatlarının
teşekkülünde Türk-Moğol şamanizminin tesirleri olduğunu ve binnetîce Orta Asya’dan gelen
akınlarla birlikte Anadolu’ya yeni birtakım dinî cereyanların sokulmuş olduğunu
kaydedebiliriz. İşte bizim burada mevzuubahis etmek istediğimiz dervişler, kendilerile
beraber memleketlerinin örf ve âdetlerini, dinî âdâb ve erkânını da beraber getiren
insanlardır ki bunların içinde Türk-İslâm memleketlerinden Anadolu’ya doğru mevcudiyetini
kayıt ve işaret ettiğimiz muhaceret akınını sevk ve idare etmiş müteşebbis kafile reisleri, bu
istilânın öncüsü olmuş kolonlar, gelip yerleştikleri yerlerde hanedan tesis etmiş soy ve mevki
sahibi mühim şahsiyetler vardır. Bu dervişlerin nazarı dikkati celb eden din ve cihan
telâkkileri, daha eski Türk memleketlerinden gelen muhacir kitlelerinin getirdiği din ve cihan
telâkkilerinin aynı olduğu gibi, müridleri de ekseriya kendi aile ve soyları âzasıdır. Bu
sebebledir ki bu unsurlar sayesinde Anadolu, ayrı bir teşkilât ve an’anelere sahib insan
yığınlarıyla beraber, onların getirdiği dinî ve mistik cereyanların da kaynaşmasına bir sahne
teşkil etmekte idi. Bu sıralarda karşımıza çıkan şâyân-ı dikkat şahsiyetlerin haklarında
bilâhare uydurulmuş menâkıbde umumiyetle kabul edildiği gibi derviş, tarikat müessisi ve
keramet sahibi insanlar gibi tasvir edilmiş olmalarına rağmen; maşerî psikolojinin malûm
kanunlarına uyarak kendilerini ihata eden bu dinî hâlenin hakikî mânasını keşfetmek güç
değildir. Onlar yeni bir dünyaya, yâni diğer bir Amerikaya gelip yerleşen halk yığınları için,
içtimaî ve siyasî büyük bir rol oynamış büyük kahramanlar, bu hengâmeli devirde halkın
içinden yetişmiş mümessil şahsiyetlerdir ve bu itibarla onları son zamanın dilenci
dervişlerinden dikkatle ayırmak lâzım gelir.[11] Bittabii biz burada ne Anadolu din tarihinden
ne de muhtelif tarikatlerin birbirine benzeyen ve benzemeyen taraflarından bahsetmek
niyetinde değiliz. Dervişlerle ve zaviyelerle alâkamız, onların Osmanlı İmpratorluğunun
kuruluşu meselesinin anlaşılması için üzerinde ısrarla durduğumuz bu garbe doğru akın
işinde bize birer mümessil ve öncü gibi gözükmelerinden ileri gelmektedir. Bir çok köylere
ismini veren, elinin emeği ve alnının teriyle dağ başlarında yer açıp yerleşen, bağ ve bahçe
yetiştiren dervişler; ve daima garbe doğru Türk akını ile beraber ilerleyen benzerlerini
doğuran zâviyeler ve bu zaviyelerin harbe giden, siyasî nüfuzlarını Padişahların hizmetinde
kullanan, zaviyelerinde Padişahları kabul eden ve onlara nasihat veren şeyhler, bizim
alâkamızı celb etmek için bir çok vasıfları haizdirler. Hele onların daha fazla yarı göçebe
Türkmenler arasında telkinatta bulunuşu, köylerde yaşayışı, toprak işleriyle meşgul
gözükmesi ve benimsemek için dağdan ve bayırdan toprak açması bu alâkayı
şiddetlendirmektedir. Filhakika, bilâhare tanıyacağımız dervişlerin şehirlerdeki tekkelerde
âyîn ve ibadetle meşgul olan ve sadaka ile geçinen mümesillerinin aksine olarak,
mütemadiyen kırlara, boş topraklar üzerine yerleşen ve henüz bir devlet memur ve aylıkçısı
şekline girmemiş olan bu dervişlerin hayatı ve onları oralara iten kuvvetlerin mânası
anlaşılmağa lâyıktır.
* * *
b. Bazı Tarihî Simalar
Bu suretle, muhtelif memleketlerden gelmiş muhtelif insanların ve onların temsil ettikleri
telâkkilerin kaynaştığı Osmanlı İmparatorluğu; o zamanki Türk-İslâm âlemi içinde yeni bir
dünya, bir başka Amerika teşkil ettikten sonra, her türlü yeniliklere sahne yeni bir hayatın
hazırlandığı yeni bir âlem haline girmiş bulunuyordu. Dünyanın her tarafından gelmiş her
fikir, her türlü insan ve malzeme kuvveti onun zamanın cihanşümul bir Türk ve İslâm
dünyası imparatorluğu olarak kurulmasına hizmet ediyordu. İmparatorluğun kuvvetini aldığı
menbaların çokluğu ve bu nevi kozmopolitliği, kuruluş devirlerinde bu devletin kurucuları
yanında toplanmış olan şahsiyetlerin muhtelif cereyanların mümessili olan muhtelif menşe’li
kimselerden teşekkül etmesiyle sabittir. Bu[12] suretle bu şahsiyetlerin kimler olduğunu tesbite çalışmak bu adamların şahsiyetinde
imparatorluğun kurulması için iş başında olan kuvvetleri çalışırken görmek demek oluyur.
Bu bakımdan isimleri bir tesadüf gibi tarihlere geçmiş olan bazı şahsiyetler ve onlar hesabına
imâl edilmiş olan pek saf ve pek basit gözüken menâkıb, bize tetkikatımızm istikbali için geniş
ufuklar açan kıymetli görüşler ilham edecek vaziyette bulunmaktadırlar.
Filhakika, Osman Gazi’nin silâh arkadaşları kimlerdir, kimlerle konuşmuş ve kimlerin
yardımını ve hayır duasını istemiştir. Bu hususta elimizde mevcut kayıtlar, umumiyetle
zannedildiğinden çok daha manidardır. Bu kayıtlara dair fikir vermek için bazı tarihçilerin
Osman Gaziye diğerlerinin ise babası Ertoğrula gördürdükleri meşhur rüya hikâyesini ele
alalım:
I. Ertoğrul hâl-i hayattayken bir gece düş gördü. Bir aceb vâkfa görüb ol vakıadan, uyanıb bu
düşi, fikr iderek, Allahı zikr iderek durdu, sabah namazını kıldı. Suret değişdirüb doğru
Konya’ya vardı, anda bir muabbir kişi vardı. Adına Abdülaziz dirlerdi... Amma bazılar
didilerkim bu düşi tâbir iden bir aziz şeyh idi... (Giese’nin neşrettiği Tarih-i Âlâ-i Osman sf.
11.)
Babinger’in neşrettiği Uruc Bey tarihinde ise, Ertoğrul’un gördüğü rüyayı tâbir eden şeyh,
Konya’da oturan ve sultan Alâüddin’in dahi itikad ettiği meşhur ve zengin bir şahsiyetti.
Yukarıdaki kayıtta ismi geçen Abdülaziz ise, sultan Alâüddin’in veziridir. Sultan Osman
Konya sultanının askerleriyle birlikte İstanbul Tekfuruna karşı yaptığı bir mücadeleyi
müteakib, ganâimden öşrünü çıkarıp Konya sultanına göndermesi üzerine, sultan tarafından
kendisine gönderilen sancak ve saire ile birlikte şeyh Edebâlî’nin kızını da getiren işte bu
vezirdir. Aşağıya dercettiğimiz kayıttan anlaşılacağı veçhile, Osman Gazi’ye bu kızı ne için
alması lâzım geldiğini izah ederken, babası Ertoğrul’un gördüğü rüyadan şu şekilde
bahsetmektedir:
II. Ey oğul atan Ertoğrul gördüğü düş buydıkim, şeyh Edebalî ol düşi tâbir etmişdi...
Atına sivar olub doğru Konya’ya vardı. Meğer Konya’da bir mu’abbir muteber kişi vardı, şeyh
Edebâlî dirlerdi. Sâhib-i kemâl idi. İlm-i rüyayı hûb bilürdi. Kerameti zahir olmuş kişidi,
dünyası çoğdı. Ol vilâyetde Meşhurdı, sultan Alâüddin dahi ana itikad etmişdi...
Şeyh ayıtdı, ya yiğit düşinin tâbiri budurkim bir oğlun ola, adı Osman ola ve benim dahî bir
kızım ola Râbia (diğer tarihlerde Bâlâhun Mâlhum) aldu, benim kızımı senin oğlun Osman’a
vireler... (Sf. 8).
İlk Osmanlı Padişahının bu surette akrabalık münasebetleri tesis ettiğini gördüğümüz bu
şeyh Edebalî kimdir, ve böyle nüfuzlu bir adamla bir nevi siyasî anlaşmayı tahakkuk ettiren
bu izdivaç ne gibi şartlar altında yapılmış ve neticesi ne olmuştur? Diğer tarihler de, rüyayı
gören şahsın Ertoğrul değil Osman Gazi olduğunu ve şeyh Edebâlinin davarı, nimeti çok,
misafirhanesi daima dolub boşalan,zengin ve halk üzerinde nüfuzlu bir şeyh olduğunu ve
Osman Gazi’nin bu şeyhe, sık sık misafir olduğunu kaydetmektedirler. Rüyada bu şeyhin
kuşağından çıkan bir ay Osman’ın koynuna girmekte ve oradan gölgesi bütün âlemi tutan
bir ağaç halinde yükselmekte olduğuna göre rüyayı gören şahsın bu şeyh ile tanışık olması
ve gölgesi âlemi tutan bir ağaç hayaline sahib olacak kadar siyasî emeller besleyecek
vaziyette bulunması; rüyayı tâbir eden şeyhin de hiç olmazsa, böyle bir rüyanın ifade ettiği
fikrin tahakkukunu mümkün telâkki edecek kadar hâdisatın bu hususta hazırlamakta
olduğuna dair bir sezi; ve tecrübeye sahib olusu hakikaten manâlıdır. Bu nevi rüyaların
Osmanlılardan evvel diğer hanedan müessislerine de gördürülmüş olması, bu nevi
hikâyelerin alelade bir masal ve fantazi olduğunu kabul ettirse bile, bu rüya hikâyesi
münasebetiyle Osmanoğullarının böyle bir şeyhle sıkı münasebetlerini öğrenmekte ve şeyhin
kızıyla mevzuubahis olan bu evlenme hikâyesini hakikaten manidar bulmaktayız. Şu halde yalnız bu bakımdan, yani tarihî folklor da malûm bir mevzuu işlemek için o
cemiyetten alınan motifler dolayısiyle, hâdisenin hakikatte ne şekilde cereyan etmiş
olduğunu bize tasavvur etmek için lâzım gelen malzemeyi temin edecek olan hikâyeyi
muhtelif menbalardan takib edelim:
III. Meğer Osman’ın halkı arasında bir aziz şeyh vardı. Adına Edebâlî dirlerdi ve dünyası bî
nihâye idi. Amma derviş siyretin dutardı. Hattâ derviş diyü lakab iderlerdi. ‘Bir zaviye yapub
âyende ve revendeye hidmet iderdi. Kâh kâh Osman onun zaviyesine misafir olurdu. (Neşrî
tarihi, Yp. 24, Veliyüddin efendi kütüphanesindeki nüsha).
IV. ...kendülerin arasında bir aziz şeyh vardı, hayli kerameti zahir olmuştu. Ve cemi halkın
mutemedi idi. Ve illâ dervişlik batınında idi dünyası nimeti ve davarı çokdu ve sahib-i çerağ ve
âlemdi, dâim misafirhanesi hâlî olmazdı. Ve Osman Gazi kim bu dervişe konuk olurdu... (Âşık
Paşa Zâde tarihi, İstanbul basımı sf. 6).
Görülüyor ki bu şeyh dünyası ve davarı çok olan bir adamdı, bütün zevahir onun mâlî
kudretinin ve siyasî nüfuzunun büyük olduğunu gösterir. Misafirhanesi hiç bir zaman boş
kalmamaktadır. Bununla beraber, Âşık Paşa Zadeye göre, bütün, bu alâmetlerle beraber, bu
meşhur adam bir dervişti de.
Bu nüfuzlu şeyh ile Osman Gazi’nin münasebetleri mes’elesi, Osman Gaziye verilen bu
müjde ve mevzuubahs münasebetlerin temin ettiği yardım mukabilinde, kendisi Padişah
olduğu takdirde gerek bu şeyhe ve gerekse müridlerine yâni bütün zümreye ve teşkilâta, bir
şey vâdetmesi lüzumu mevzuubahis edilince, hakikî bir siyasî anlaşma şeklini almaktadır.
Filhakika, Neşrinin şeyh Edebâlî’nin oğlu Mehmet Paşadan naklettiklerine göre, bu şeyh ve
müridlerinin Osmanlı memleketlerinde işgal ettikleri mevkie bakılırsa, bu sıkı münasebet ve
kız alma hikâyesinin hakikatte mütekabil bir anlaşmadan ibaret olduğu meydana
çıkmaktadır:
V. Çünki şeyh, Osman’ın düşünü böyle tâbir etdi, derviş Durgud adlı şeyhin bir müridi vardı,
anda hazırdı, ayıtdı: Yâ Osman! Sana Padişahlık virildi, bize şükrüne ne virirsin, didi. Osman
ayıtdı, sana bir şehir vireyin, derviş ayıtdı, şol köyceğize dahi razıyım, dedi. Ve bana mektub
vîr, didi. Osman ayıtdı, ben yazı yazmak bilmezin, işte bir maşraba ve bir kılıcım var sana
vireyin, tâ ki sana nişan olub anları evlâdım gördükde ibka edeler. Ol maşraba ve ol kılıç
anlarda nişan kaldı. Ve şimdi dahi Padişah olanlar anı görüb ziyaret idüb ol dervişin evlâdına
inâmdar ve ihsanlar ideler. Ve bu Edebâlî de diğimiz şeyh yüz yirmi yaşında vefat itdi.
Ömründü hemen iki hâtûn aldı, birin cıvanlıkda ve birin pîrlikde. Evvelki hâtûnun kızın Osman
Gaziye virdi, sonraki hâtunı Tâceddin Kürd kızı idi. Hayreddin Paşa ile bacanaklar idi. Ve bu
münasebet ve bu, menakıb Edebâlî oğlu Mehmed Paşadan naklolundu. (Neşrî tarihi, Yp. 24).
Aynı mes’ele hakkında tafsilât Aşık Pasa Zâde tarihinde (İstanbul tab’ı) 60. sayfasında da
mevcuttur. Fakat mevzuubahis tarihe göre, şeyh Edebâlî’nin müridi olan ve Osman’a “bize
bir kâğıt vir imdi” diyen ve atasından kalmış bir kılıcı nişan olarak alıkoyan şeyh Durgud
adlu derviş değil, Kumral Dededir.[13] Ve bu defa kendisine bir şehir vâdedilmis
gözükmektedir. Burada Ertoğrul Beye ait olarak gösterilen kılıç, dervişin elinden köyünün
sonra gelecek Padişahlar tarafından geri alınmaması için verilmiştir. Her ne kadar bu iki
tarihte görülen isim farkları, aynı vak’anın iki anlatış tarzına ait gibi görünüyorsa da,
Osman’ın bu tarikattan birçok dervişlere yardım mukabilinde sadece bir köy değil belki
birçok köy ve kasabalar vâdetmiş olmasını da hatırlatabilir. Osman’ın mezkûr bir çok
dervişlere yazılı nişan yerine kılıç verişi ise zikri geçen tarihçilerin izah etmek istediği gibi,
Osman’ın yazı bilmemesine değil, belki henüz resmen nişan vermek salâhiyetine sahib
olmayışı veya sıkışık vaziyette bu tarikatin dervişlerine yazılı bir kâğıttan çok daha kıymetli
ve kendisinden sonra gelecek evlâdları üzerinde de müessir olacak bir ata kılıcı vermeğe
mecbur edilmesiyle, yahut da kendisinin her türlü şübheyi izale edecek bir garanti vermek
istemesiyle izah edilmelidir. Yoksa Osman Gazi’nin muhitinde herhangi bir senedi veya nişanı hazırlayacak kimselerin
mevcut bulunup bulunmadığından şübhe etmek caiz değildir. Ehemmiyetine binâen Âşık
Paşa Zade tarihinin verdiği malûmatı da aşağıya dercedelim:
VI. Şeyh Edebâlîkim Osman Gazi’nin düşini tâbir eyledi ve Padişahlığı kendüye ve neseb ve
nesline muştaladı. Yanında şeyhin bir müridi vardı «Kumral Dede» dirlerdi, ol derviş ayıdır: Ey
Osman, sana Padişahlık virildi, bize dahi şükrâne, didi. Osman Gazi ayıdır: Her ne vakit kim
Padişah olam, sana bir şehir vireyin, didi. ‘Derviş ider, ‘bize bir kâğıt virimdi, dir. Osman Gazi
ayıtdı ben kâğıd yazmak bilirmiyim ki benden kâğıd istersin, didi. Amma atamdan bir kılıç
kalmışdır sende dursun, nişan. Beni Allahü Teâlâ Padişahlığa irgörürse benim neslim ol kılıcı
göreler, köyünü almayalar, deyü virdi. Şimdi dahi ol kılıç Kumral Dede neslindedir. Âl-i
Osman’dan her kim ki Padişah olsa ol kılıcı ziyaret iderler. (Sf. 6).
Aşağıya dercettiğimiz kayıttan da Şeyh Edebâlînin nüfuzlu bir Ahi Şefi bulunduğu,
kardeşinin de bir Ahi olduğu anlaşılmaktadır. Filhakika Bursa fethinde Orhan’a yoldaşlık
eden Ahî Hüseyin, mevzuubahis Şeyh Edebâlînin kardeşi Ahî Şemseddin oğlu idi:
VII. Orhan Bursa fethine giderken babasının önünde yer öpüb itaat gösterdi. Ve yine Köse
Mihalı ve Torgut Alpı Orhan Gaziye yoldaş koşdu. Ve anda bir aziz vardı ana Şeyh Mahmud
dirler idi. Anunla Edebâlî didikleri azizin bir karındaşı var idi. Ahî Şemseddin dirler idi. Anın
oğlu Ahî Hüseyin’i Orhan Gazi atasından isteyüb Osman Gazi dahi virdi ve hilece gönderdi.
(Neşrî tarihi, sf. 38).
* * *
Baş tarafta, Osmanlı imparatorluğunun kuruluşu meselesini tetkik ederken, Prof. Fuad
Köprülü’nün o zamanlar Anadolu’da kuvvetli bir teşkilât halinde mevcut olan bu Ahî
zümrelerine mensub şahsiyetlerin bu devletin kuruluşunda büyük bir rol oynadıklarına ait
fikirlerinin hulâsasını kaydetmiştik.[14] Bu neviden dinî teşkilât, mevcut delâilden
anlaşıldığına göre diğer Anadolu Beyliklerinin teşekkülünde de büyük bir rol oynamıştır.
Anadolu’da, Osmanlılardan evvel teşekkül etmiş olan diğer beyliklerin de Osmanlılar gibi
muhtelif tarihlerde Anadolu’ya gelen veya nakledilen Oğuz yani Türkmen boylarının Bizans
ve Kilikya hudutlarına yerleştirilmesi neticesi meydana geldiği düşünülecek olursa, Türkmen
kabileleri arasında yayılmış olan dinî tarikatlerin ve bu tarikatleri temsil eden şahısların
nüfuzu kendiliğinden meydana çıkar. Selçuk devletinin sarsılmasında bu Türkmen
kabilelerine istinad eden Babâîlerin isyan ve propagandalarının tesiri olduğu gibi, aynı Babâî
şeflerinin Ertoğrul ve Osman Gazi zamanında faaliyette bulundukları ve Karamanoğullarının
da müstakil bir devlet kurmasında Babaîliğin ve Babâî şeflerinin büyük bir rol oynamış
olduğu anlaşılmaktadır. Bu mühim meselelerin tafsilâtiyle tetkikini yapacak ve bu hususta
kat’î bir fikir beyan edecek vaziyette bulunmamakla beraber; biraz ilerde toprak mülklerini ve
vakıflarını tetkik edeceğimiz dervişlerin hakikî şahsiyetleri hakkında bir fikir edinebilmek
için, esasen herkes tarafından bilinen bâzı kayıtları burada zikretmeği münasip görmekteyiz:
VIII. Alâüddin vefat itdi. Hicretin 659’unda oğlu sultan Gıyas tahtına geçüb Padişah oldu,
hükmü hükümet itdi. Amma zuIüm itmeğe başladı. Meğer ol zamanda bir şeyh vardı, adına
Baba İlyas dirlerdi. Acemden, gelmişdi. Sultan Alâüddin zamanında gelüb Amasya
nahiyesinde Çat dirler bir kasabada karar itmişdi. Hazret-i Mevlânâ Celâleddin dahi ol vakitte
Konya’da olurdu. Ol zamanda çok ulular ve şeyhler vardı. Zira sultan Alâüddin şeyhlere muhib
olduğu için kamu onun memleketine gelmişlerdi...
Sultan Alâüddin vefat idüb oğlu Gıyasüddin kim tahta geçdi idi çok zulümler itmeğe başladı,
akıbet bir sebeb ucundan Baba İlyasdan havf idüb leşker gönderdi. Babâîleri kılıçtan geçürdü.
Anun dahi başka bir hikâye vardır, Âşık Paşa oğlu Elvan Çelebi menâkibinde malûm itmişdir.
Karaman iline evvel Yunan dirlerdi, Karaman denmesine sebeb anuncun bu hikâyeti getürdük:
Bir gice nâgâh sultan Gıyasüddin Padişahı kulları tepelediler, oğlu ve kızı memleket hâlî kaldı.
Babâîlerden Muhlis Paşa bir sebeble Padişah oldu. Babâîleri kıranlardan intikam alub ol leşkerden kim varsa hep, kılıçdan geçürdi, kırk |gün
beylik itdi. Bâzılar altı ay beylik itdi didi. Andan sonra Babâîlerden Halife Göre Kadı Baba
llyas zamanında üç ile (üç yıla) Halife olmuşdu. Meğer ol Göre Kadının beş yaşında bir oğlu
kalmışdı, adına Karaman dirlerdi. Muhlis Paşa ol oğlanı getürüb tahta geçürdi, Padişah eyledi,
Nefes idüb itdi ki, bu nesil bu vilâyeti duta, Padişah ola, didi, Karaman vilâyetine. Karaman
didiklerine sebeb budur. (Uruç Bey, Tevârih-i Âl-i Osman, sf. 11. Babinger tab’ı 1925).
IX. Ertoğrul zamanında Baba İlyas divâne vardı. Ruma Ertoğrulle bile gelmişlerdi ve Koçum
Seydi vardı. Baba İlyasın Halifesi idi bunların kerametleri zahir olmuş duaları makbul
azizlerdi.
Osman Gazi zamanında. Ulemadan Tursun Fakih vardı ve fukaradan Baba Muhlis ve Osman
Gazinin kayın atası Edebâlî vardı, bunlar duaları makbul azizlerdi.Ñ (Âşık Paşa Zade Tarihi Sf.
199).
X. Murad Hudâvendigâr zamanında dirler ki ol vakit Kala’-i Ankara Ahîlar elinde îdi. Sultan
Murad Han Gazi yakın geliyecek Ahiler istikbal idüb kala’yi teslim etdiler. Çünki sultan Murad
Han Gazi şehre girdi, üzerine akçeler nisâr udiler, kullar ol akçeyi yağma itdiler. (Neşrî tarihi,
Yp. 55).
Ahilikle Babailiğin ve burada muhtelif mümessillerinin isimlerini zikrettiğimiz muhtelif
tarikatlerin yekdiğerleriyle olan münasebetlerini lâyikiyle tayin edememekle beraber, bu
tarikatler mümessillerinin Türkmen kabileleri üzerinde telkinâtta bulunduğu, Türkmenlerle
birlikte onları temsil eden bu dervişlerin ve tarikatlerin de orta Asya’dan gelmiş olduğunu
söyleyebiliriz. Diğer tarikatler gibi Ahiliğin de yalnız şehirlerdeki Burjuva sınıflarına hâs bir
teşkilât, meslekî zümrelere ait teşekküller olmadığı ve bir çok Ahi rüesâsının köylerde
yerleşmiş olduğu da nazarı dikkati celb etmektedir. Ve biz burada, henüz lâyikile tenvir
edilmemiş olan bu meselelerin üzerinden atlayarak, gerek Ahileri gerek diğer tarikat
müessiselerini köylerdeki faaliyetleriyle, bilhassa köylerde tesis ettikleri zaviyeler ile,
memleketin imar ve iskânı ile dinî propaganda işlerine yaptıkları yardım bakımından ve
tamamen hususî bir zaviyeden tetkik edeceğiz. Anadolu’da dinlerin tarihi, şehirlerin ve şehre
ait teşekküllerin tarihi bizim mevzuumuzdan hâriçtir.[15] Bununla beraber, bu hususta
daha fazla malûmata sahib olmak bizim isimizi de çok kolaylaştırabilirdi.
* * *
Buraya kadar Osman oğullarının bir devlet kurmak teşebbüslerinde ilk günden itibaren
esrarengiz gözüken bâzı şahsiyetlerin ve onlar vasıtasiyle bir takım dinî ve siyasî
teşekküllerin yardımından istifade etmiş olduklarını ve bu yardımların daima kendilerine bir
takım arazinin mülkiyet haklarının veya sadece toprağın temin ettiği menâfiin terki şeklinde
mükâfatlandırılmış olduklarını görmeğe alışdık. Bundan sonra, bu hususu daha fazla
derinleştirerek, aynı meselenin tenvir edilmesine yardım etmeğe çalışalım. Bu hususta,
Osman Gazi’nin kayın atası Şeyh Edebâlî ve müridlerine Osman Gazi’nin daha Padişah
olmadan vâdettiği köyler ve ellerine verilen nişanlardan sonra; aynı şekilde Anadoluda son
zamanların siyasî vekayiinde büyük bir rolleri olan tarikatlar mümessillerinden birine,
Bursa’da türbesi olan Geyikli Babaya verilen araziden bahsedelim:
Yukarıda mevzuubahis ettiğimiz gibi, Osman oğulları ile beraber, bir çok şeyhler gelip
Anadolu’nun garb taraflarında yerleşmişlerdi. Bu yeni gelen derviş muhacirlerin bir kısmı
gazilerle birlikte, memleket açmak ve fütuhat yapmakla meşgul bulundukları gibi; bir kısmı
da o civarda köylere veya tamamen boş ve tenha yerlere yerleşmişler ve oralarda müridlerile
beraber ziraatle ve hayvan yetiştirmekle, meşgul olmuşlardır. Filhakika, o zamanlar bu
şayanı dikkat dinî cemaatlere hemen her tarafta tesadüf edilmekte idi. Onların, tercihan boş
topraklar üzerinde kurdukları zaviyeleri, bu suretle büyük kültür, imar ve din merkezleri
haline giriyordu. Bu zaviyelerin ordulardan daha evvel hudut boylarında gelip yerleşmiş olması, onların
harekâtını kolaylaştıran sebeblerden biri oluyordu. Aşağıdaki kayıt bu noktayı
göstermektedir:
XI. Göynük ve Tarakluya hazırlanan bir akında «Osman Gazi Köse Mihalın bu vech tedbirini
savab bilüb guzâtı cemidüb gelüb Beş taş (Beşiktaş) zaviyesine konub şeyhine Sakarı -
suyunun geçidin sordular, şeyh ayıtdı... (Neşri, 26) (Âşık Paşa Zade, 12).
Bursa’nın fethini müteakib, Evliya Çelebinin kaydettiği gibi[16] Belh, Buhara ve Horasan
taraflarından nice erenlerin gelip tavattun etmesi de manidardır. Ve esasen, Bursa’da türbesi
olanlardan Şeyh Abdal Murad Horasan erenlerinden olub Bursa fethinde bulunmuşdur. Şeyh
Abdal Musa Yesevî fukarasındandır ve Hacı Bektaş ile Ruma gelmiştir. Emîr sultan Hüseynî
nesebdir. Buharada doğmuş büyümüştür. Şeyh Geyikli Baba Sultan da fukarayi
Yeseviyedendir. Konya’da, bâzı aşiretler arasmda Geyiklü Baba dervişlerinin bulunduğuna
nazaran, bu taraflardan gelmiş bir Türkmen kabilesine mensub olması lâzim gelen. Geyikli
Baha’nın, Bursa’nın fethini müteakib Orhan Gazi ile münasebetlerine ait aşağıdaki fıkra da,
naklettiği menâkîbi işliyen motifler bakımından, dikkate şayandır. Bu kayıttan anladığımıza
göre; bu sıralarda İnegöl civarında ve Keşiş dağı yanında gelip yerleşen dervişler bir nicedir
ve bu dervişler tercihan kırlara ve köyler civarına yerleşmişlerdir. Bunlar, Baba İlyas
müridlerinden ve Seyyid Ebû Elvan tarikatindendirler. Az çok kendi âlemlerinde kendi
kuvvetlerinden emin, çekingen bir halde yaşamakta ve zamanın Padişahının harekâtını
uzaktan takib etmektedirler. Aşağıdaki kayıtta görüldüğü üzere Geyikli Babanın kendisile o
kadar görüşmek istiyen Sultan Orhan’a karşı istiğnası, günün birinde Bursa’ya çıkageldiği
zaman hediye olarak bir ağaç getirib dikmesi de manidardır. Kendisini mekânında ziyaret
eden Padişahın verdiği kıymetli eşyayı red ile dervişin “Şol karşuda duran tepecikden beri
yerceğiz dervişlerin avlusu olsun” seklinde arazi temlik edilmesini teklif etmesi ve Padişahın
gerek kendi nefsine ve gerek nesline bu dervişlerin makbul dualarını temin etmiş olmak
hususunda gösterdiği alâka da ayrıca kayda değer:
XII. Hikâyet-i Geyikli Baba Hazretleri: Rivayet olunur ki, çünki Sultan Orhan Gazi Bursaya
geldi.Bursada bir imaret yabdırüb dervişleri teftiş itmeğe başladı, inegöl yöresinde Keşişdağı
yanında bir nice dervişler gelüb karar itmişlerdi. Amma içlerinde bir derviş vardı, dağda
geyikcikler ile bile yürürdü. Turgut Alp ana gayet muhabbet itmişti, dâyim anınla musahebet
iderdi Turgut Alp ot vakit gayet pir olmuşdu - Sultan Orhan Gazinin dervişleri teftiş ittüğün
îşidüb âdem gönderüb ayıtdı: benim köylerim dayiresinde bir nice dervişler gelüb tavattun
itmişlerdir, içlerinde bir derviş vardır, geyikcikler ile musahabet ider, hiç bir hayvan undan
kaçmaz, hayli kimesnedir, deyü haber gönderdi. Sultan Orhan Gazi işidib kimin
müridlerindendir sorun diyüb yine kendüden istifsar itdiler. Andan dervis ayıtdı: Baba İlyas
muridlerindendir ve Seyyid Ebû Elvan tarikatindenim, dedi. Gelüb Sultan Orhan Gazi’ye
didiler, âdem gönderüb varın ol dervişi bunda getürün, didi. Varub dervişi da’vet itditer
gelmedi, ayıtdı: Zinhar Orhan dahi bunda gelüb beni günaha koymasın. Bu haberi Sultan
Orhan Gaziye didiler. Yine âdem gönderüb ayıtdı, bizim lıazretimiz ite didâr görüşmek gayet
muradımızdır, nîçün gelmezsiz, veya niçün bizi anda varmağa komazsız, didi. Derviş yine
cevab virdi ki dervişler gözcü olur dua iderüz, deyüb bunun üzerine bir kaç gün geçdi. Bir gün
ol derviş bir Kavak ağacın omzuna koyub getürüb Bursa hisarında Bey sarayı havlusının
kapusının iç yanında bu kavağı dikmeğe başladı. Tiz Sultan Orhan Gaziye haber verdilerkim ol
derviş bir kavak ağacı getürmüş dikeyordu. Sultan Orhan Gazi dahi sormadan derviş haber
virdikim bizim teberrükümüş oldukça budur. Amma dervişlerin, duası sana ve senün nesline
makbülüdr, deyüb hematiden dua idüb ve durmayub yine dönüp gitti. Ol kavak ağacının şimdi
eseri vardır, saray kopusunun iç yanındadır, gayet yoğun ve büyük ağaç olmuşdur,
Padişahımız al ağaca timar idüb daima kurucasın giderirler. Sonra Sultan Orhan Gazi dahi ol dervişin mekânına varub bir vâfir eşya virmek mürad idüb
derviş ayıtdı: Ey Han bu mülk ve mâli hudâyi mütte’al ehline virir biz bunların ehli değiliz, yine
mâl sizlere lâyıkdır, didi. Sultan Orhan Gazi ibram idüb ayıtdı: Derviş elbetde sözü kabul eyle,
didi. Derviş ayıtdı, Padişahım senin sözün sınmasun sol turşuda duran depecikden beri
yerceğiz dervişlerin avlusu olsun, didi. Sultan Orhan Gazi kabul idüb dervişin yine hayır
duasın alub gitdi. Sonra ol derviş vefat ediycek Sultan Orhan Gazi üzerine türbe yapub yanına
bir tekye ve bir cami dahi yapdı. Şimdiki halde anda beş vakitde dua olunub ihya olunmuşdur.
Geyikli Baba zâviyesi dirler. (Neşrî, Yp. 50) (Âşık Pası Zadeye de bak, Sf. 46).
* * *
Askerî istilâlarla birlikte, ilerde tetkik edeceğimiz bir şekilde, bir çok aşiretlerin veya köylü ve
asker halkın kendiliğinden gelip yerleşmesi ile veyahut mecburî iskân ve sürgünlerle birlikte
gelen ve aynı cereyanın bir başka şekildeki ifadesi olarak derviş sıfatlı insanların az çok bir
teşkilâta tâbi akınları, hoş yerlere gelip yerleşmeleri ve orada bir nevi Türk ‘uzletgâh ve
manastırlarını (couvent ermitage) tesis ettikleri ve oralarını yavaş yavaş bir köy, bir kültür ve
tarikat merkezi halinde teşkilâtlandırdıkları görülmektedir. Bidayette Türk nüfusunun
mütemadiyen garbe doğru taşmasının o kadar tabiî bir tezahürü olan bu teşekküller, Anadolu
içinde bu taşıb yayılmanın bütün merhalelerini tespit etmeğe hizmet edecek vaziyette adım
adım ilerlemişlerdir. O kadar ki bu kolonizatör Türk dervişlerine ve onların köylerde tesis
ettikleri zaviyelere, Türk istilâsı ile birlikte ilerleyen bir şekilde, bütün Anadolu’da tesadüf
edilmektedir. Aynı muhacir akını garbe doğru taştıkça bu akının öncüleri olan dervişler ve
onların kurdukları ma’mureler (zaviyeler) garbe doğru ilerlemiş ve çoğalmıştır. Bu yayılış
hakkında oldukça tam bir fikir vermeğe yardım edecek birçok kayıtları ihtiva etmesi, tetkimiz
için iddia edebileceğimiz kıymetli noktalardan birini temin etmektedir. Türk tarihi için bu
kadar büyük ve ehemmiyetli bir meselenin halli için bundan böyle girişilecek mesâinin
kıymetli yardımcılarından biri gibi telâkki edebileceğimiz bu kayıtları ne şekilde anlamak
lâzım geleceğine ait burada verdiğimiz izahat ise, ancak bu «deneme» mahiyetindedir.[17]
* * *
Bu kayıtlara göre, bidayette ve asliyet halinde bu şekilde kendiliğinden bir kolonizasyon
hareketini temsil eden bu zaviyelerin müessisliği ve şeyhliği vazifesi, yavaş yavaş devlet
teşekkül ettikçe, bir me’muriyet şekline girmiş ve nihayet bu devlet müesseseleri de
soysuzlaşarak bir nevi tufeylîliğe (parasitisme) müncer olmuşlardır. O kadar ki, son
devirlerin dilenci dervişleri ve tenbelhane haline inkılâb etmiş tekke ve türbeleriyle
mevzuubahis ettiğimiz müesseseler arasında hiç bir münasebet kalmamıştır.
Bittabii Osmanlı İmparatorluğu teşekkül edeceği devirlerde Anadolu’ya doğru yapılmış
olduğunu, gördüğümüz bu derviş akını ve bu dervişlerin köylerde yerleşerek toprak işleri ve
din propagandası ile meşgul olmaları hareketi ve zamanın beylerinin bu gibi kolonizatör
dervişlere bir takım muafiyetler, haklar ve topraklar bahşetmek suretile onların kendi
memleketlerine yerleşmelerini temine çalışmaları, Anadolu istilâ ve iskânları kadar eskidir ve
bu istilâların şiddetiyle mütenasib bir şekilde kuvvet ve ehemmiyet kazanmakta
bulunmuştur. Bu itibarla, Osman oğulları beyliğinin kuvveti gün geçtikçe artmakta olduğu
sıralarda bu teşkilâtın Anadolu’da ancak öteden beri mevcut cereyanları temâdî ettirdiğini ve
belki ancak son siyasî hareketler dolayısiyle daha fazla bir hareket ve faaliyete meydan
vermiş olduğunu kaydedebiliriz. Nitekim; tetkikimizin kayıtlar kısmında görebileceğimiz, 24,
25, 26, 28, 29 ve 217 numaralı kayıtlara göre Anadolu’da tesadüf edilen zaviyelerin çoğunun
Osmanlılardan evvelki beyliklerin himaye ve nişanlariyle kurulmuş Ahî zaviyeleri olması
lâzım gelir. Bu Ahiler ve şeyhler, biraz sonra Osman oğulları zamanında olduğu gibi, bu
devirlerde mevcut hak ve imtiyazlarını âyende ve revendeye hizmet etmek mukabilinde
almışlardır [216, 73, 77, 78].[18] Hattâ bâzıları bu yerlerin kâfirin kovub gelüb oralarda
yerleşmişlerdir [82, 91]. Aynı şekilde, meselâ Ahî Mahmud Aydın taraflarında Isa Bey nişanıyla bir takım araziye
mülkiyet üzere tasarruf etmekte idi [96]. Bu gibi eski devirlerden müdevver olmak üzere
Saruhanda Ahi Aslan, Ahi Farkun, Ahi Şaban, Ahi Çarpık, Ahi Yahşi ve oğullarına Ahi Yunus,
Kandırmış şeyh, Âdil şeyh, Duruca Daha, Nusrat şeyh, Saru İsa, Saru şeyh, Kutlu Bey. Kızıl
Emeli zaviyeleri ile Menteşede Ahi Yusuf, Ahi Feke, Ahi Debbağ, Ahi Ummet, Ahi İsmail
zaviyelerinin mevcut bulunması da bu hususu teyît eder. Amasya’da ve Tokat’da da aynı
şekilde eski devirlerde tesis edilmiş olması muhtemel bulunan pek çok Ahi zaviyesi
mevcuttur [198, 199]. Nitekim meşhur seyyah İbn-i Bututa da Ahileri “Bilâd-ı Rum’da sakin
Türkmen akvamının her vilâyet ve belde ve karyesinde mevcut” olarak tasvir etmiştir.[19]
İlk Osmanlı Padişahları da, aynı ananeyi idâme ettirerek mevcut zaviye şeyhlerini muhafaza
ettikleri gibi; bir çoklarının yeniden yerleşip zaviye açmasına da yardım etmişlerdir. Osman
Beyin ve Orhan Gazinin şeyhlerle olan münasebetlerine dair bâzı tarihî kaynaklarda
gördüğümüz kayıtları yukarıda zikretmiştik. Burada, arazi tahriri defterlerinden çıkardığımız
diğer bâzı kayıtlara istinaden; bu hanedanın şeyh, Ahi ve saire gibi birer dinî teşkilâta
merbut kimselerle olan münasebetlerini takib edeceğiz: Meselâ kayıtlar kısmında bir çok
numunelerini çıkardığımız veçhile, 544 numaralı Bolu evkaf defteri ilk Osmanlı
Padişahlarının ve silâh arkadaşlarının vakıf ve mülklerini ihtiva etmektedir. Bunlar arasında
pek çok şeyh, Fa-kih ve Ahi mevcuttur. Bundan başka [224, 225] numaralı kayıtlar da gerek
Osman ve gerek Orhan Gazinin bu gibi şahsiyetlere verdiği mülklerden bahsetmektedir.
Nitekim [46] numaralı kayıt da, Ezine kasabasını Süleyman Paşanın Ahi Yunus’a vakf ve
kendisini her türlü tekâliften muaf kılmış olduğunu; şehrin sahibinin ise artık kendisine ait
olan bu şehrin varidatını gelene geçene hizmet edilmek üzere zaviyesine vakfetmiş
bulunduğunu göstermektedir. Aynı Süleyman. Paşa zamanında Geliboluda Hacı Izzeddin
isminde bir zat Hudâvendigârın başı sadakası olarak Ümid Viranını ve Kavak’daki bağı
yanında çiftliği ile Kavak Ahisine, Emir îlyas çiftliğini ise İshak Fakihe vakfetmiştir [192]. Bu
kayıtlarda mevzuubahs olan Kavak Ahisi, Kavak kasabasındaki Ahi manâsına alınacak
olursa, her köy ve kasabada bir Ahi reisi mevcut bulunduğu anlaşılmaktadır. Kayda göre
Kavak Ahisi vefat edince bu yerler diğer bir Ahiye verilmiştir.
Bu suretle, Osmanlı Padişahlarını Rumelindeki fütuhatları ve icrââtları esnasında da bir
takım Ahiler, Şeyhler ile münasebette görüyoruz. Aynı teşkilât, aynı akın Rumeline de geçmiş
ve kendisine mahsus usullerle oraları da Türkleştirmeğe, İslâmlaştırmağa ve imar etmeğe
çalışmağa koyulmuştur:
Meselâ, [195/4] numaralı kayıtlarda mevzuubahis Ahi Musa ailesine Gelibolu’da bahsedilen
imtiyazlar ve arazi bu hususta tetkika şayandır. Ellerinde bulunan ve 767 tarihinde tanzim
edilmiş olan vakıfname mucibince; bu ailenin mülkü evlâdlık vakıf olarak Ahi Musa’nın
evlâdına ve evlâdı inkıraz bulduktan sonra akrabalarından veya köylülerinden her kime Ahilik
icazeti verilmişse ona; şart konulmuştur. Bu şart, Ahiliği teşvik ve himaye eylemek üzere
konulmuş olduğu gibi Ahilik teşkilâtının ehemmiyetini de göstermektedir. Bundan başka
istilâyı müteakib birçok dervişler ve Ahi unvanını haiz kimselerle birlikte Kümeline geçen bu
şeyhin, ilk Osmanlı Padişahları nezdindeki itibarlı mevkii bu ailenin ele geçirdiği diğer
mülklerle de göze çarpmaktadır. Filhakika aynı Ahinin çiftliklerinden başka, Malkara
şehrinde bir bashane ile dükkânı ve değirmenlerinin mevcut bulunması bu keyfiyeti isbat
eder. Nitekim Ahi Musa evlâdından ve hattâ azadlı kullarından diğer bâzıları da, bu civarda
evlâdlık vakıf olarak bâzı çiftliklere sahib olmuşlardır. Aynı şekilde Gelibolu taraflarında bir
Kara Ahi köyü, diğer bir Ahi Zule (?) zaviyesi de mevcuttur. Murad Hüdâvendigâr’ın Rumelinde ilk işgal mıntıkaları üzerinde bulunan Malkara
köylerinde, Yegân Reise bir köy bağışladığı ve bu köye oraya yerleşen Yegân Reis evlâdları
nâmına izafeten Yegân Reis köyü denildiği gibi Yegân Reisin bu köyde bulunan zaviyesi vakfı
oğlu Ahi İsa ve evlâdı elinde bulunmakdadır [195/1]. Aynı mıntıkada yine Murad I.
Zamanından beri Aydın Şeyhe vakfedilmiş bir yer bulunmaktadır [168]. Aynı şekilde Yıldırım
Bayezid’in de Dimetokada diğer bir Ahiye bir zaviye yapdırıb, ayrıca şehir içinde bina ettirdiği
bir bashanenin gelirini bu zaviyeye vakfetmiş olduğu görülmektedir [169]. Yenice Zağrada
Kılıç Baba zaviyesi [204]. Çirmende Musa Baba zaviyesi [197] hep bu devirlerde tesis edilmiş
zaviyelerdir. Ve yalnız Paşa livasında ekserisi bu suretle ilk zamanlarda tesis edilmiş
bulunan 67 zâviye mevcuttur.
Diğer taraftan, Kümeline ilk Osmanlı Padişahlarıyla birlikte geçen ve fütuhatı beraber yapan
bu dervişlere dair hakikaten şayan-ı dikkat bâzı malûmatı ihtiva eden kayıtlar da mevcuttur.
Bu hususta bir fikir edinmek için [172 - 173] numaralı kayıtlan gözden geçirmek kâfidir:
Dimetoka kazasında medfun Es-seyyid Ali nâmı diğer Kızıl Sultan (Kızıl Delü) diyar-ı Rumeli
şeref-i İslâm’la müşerref oldukta bile geçüb zikrolan köylere 804 tarihli bir mülknâme ile
mutasarrıf bulunmaktadır. Ve o tarihten beri Kızıl Delü oğullarının tasarruflarında olan Tatar
Viranı ve Tatarlık gibi mezralar zaviyelerine inen yolculara hizmet etmek mukabili evlâdlık
vakıf olarak kayıtlıdır. Ve şayan-ı dikkattir ki, vaktiyle, Tatarlar tarafından iskân edilmiş olan
bu viraneler bir derbend köyüdür. Ve babaları hissesine mutasarrıf olan Ahi ören ve
Bahsayiş, vakfın müessisi ve ataları adına izafeten Kızıl Delü Derbendi ismi verilen bu
derbendi kendileriyle birlikte olan dervişleriyle beraber hıfzetmektedirler ve bu derbend onlar
sayesinde 58 Müslüman ve 23 kâfir haneli bir köy haline gelmiştir. Demek oluyor ki, Allahın
dağında böyle asayişin ve yolculuğun temini için şenlendirilmesi lâzım gelen bir derbend
yerinde zaviyeyi tesis ve köy vücûde getirilmiş olan bu Bektâşî şeyhleri aynı zamanda
hizmetleri takdir edilen jandarmalar, dağ başlarında emniyeti temine kadir tabiatta
insanlardır. Ve, ilk zamanlarda Ancak bu gibi hizmetleri mukabilinde örfî tekâliften muaf
tutulmuşlar ve kendilerine dağ başında ancak bir harabenin mülkiyeti bahsedilmiştir.
Filhakika, bu devirlerde henüz yüzlerce köylerden haraç toplayan Bektaşi dergâhlarından
eser yoktur. Dağ başlarını, hâlî ve çorak toprakları işlemek için yerleşen, evlâdları çoğalınca
köyler tesis eden ve yerleştikleri toprakları yavaş yavaş bir kültür ve iktisat merkezi bir
ma’mure haline sokan bir takım muhacirler mevcuttur. Dağ başlarında yerleşen bu
muhacirlerin orada tutunup çoğalmaları da onların kuvvetini göstermektedir. Bunlar gözü pek
ve azimkâr Türk kolonları, bu memlekete yalnız bir fatih ve işgal ordusu olarak gelmeyen
Türklerin memleket ve toprak açılarıdırlar [Not. 11]. Yeni fethedilen bir hristiyan
memleketinde, bu şekilde gelip dağ başlarında yerleşecek, oraların imar ve emniyeti ile
meşgul olacak ve tesis ettikleri merkezlerle Türk dil ve dinini yaymağa başlayacak
misyonerlere ve gönüllü muhacirlere mâlik olmak ise; yeni kurulmakta alan Türk devletinin en
büyük kuvvetini temsil etmekte olduğu meydandadır, imparatorluğu kuran kuvvet işte
kendisinden bu kadar emin, kendiliğinden taşan ve atılgan bir istilâ kuvveti idi.
Bu dervişlerin geldikleri yerlerde fevkalâde imtiyazlarla karşılaştığını da zannetmek doğru
değildir. Bir asker gibi harb edebildiği halde yine bir köylü gibi çalışan bu dervişlerin çoğu bu
devirde henüz öşürden bile muaf değillerdi. Meselâ, [182] numaralı kayıtta görüleceği üzere,
Anadolu’dan gelip Şumnıya tâbi bir köyde yerleşen Hüseyin Dede ve yerine geçen beş oğlu, o
köyde bina edilmiş olan zaviyede gelene geçene hizmet mukabilinde cemi’ rüsumdan muaf
olmakla beraber, öşürlerini köy Sipahisine vermekte devam etmektedirler. Filhakika, bu
devirlerde gördüğümüz dervişler, henüz bizzat ziraatla meşgul olan ve bağ bahçe
yetiştirmekle zaviye ve değirmen inşa etmekte mahir olan işgüzar insanlardır. Vakitlerini âyîn
ve ibadetle geçirdiklerine, başkaları sırtından yaşadıklarına dair ortada henüz hiç bir delil
mevcut değildir[20]. Nitekim, bilâhare bir çok vakıflara sahib büyük bir dergâh halini alacak olan, Varnaya tâbi
Kaligra kalesi içinde bulunan Sarı Saltık Baba türbesi dervişleri de henüz bu sıralarda
işledikleri bağ, bahçe ile, ellerindeki sazlık, çayır ve çiftliklerinin mahsulünden bir kısmını
Sipahiye ve Padişaha verdikten sonra geriye kalanı zaviyede gelene ve geçene
yedirmektedirler. Bu suretle bu mezar da henüz büyük ve zengin bir tekke halinde değildir
[208/1].
Mevzuubahs Sarı Saltığa ait bildiklerimizi biraz hatırlamak, bu dervişlerin Kümelinin
işgalinde oynamış oldukları mühim rol hakkında bize bir fikir vermeğe de hizmet edecektir.
Filhakika; gerek Evliya Çelebi’de[21] ve gerek diğer Saltıknâmelerde[22] verilmiş malûmat,
efsanevî hikâye ve menâkıb mahiyetinde[23] olmakla beraber, çok manidardırlar. Bilhassa,
Dervişin eski bir Türk vatanı olan Dobruca ile diğer hristiyan memleketlerindeki faaliyeti,
Osmanlı istilâsı ile birlikte ve ondan evvel Balkanları işleyen din ve fikir propagandasının ve
bu propagandanın faal ajanları olan dervişlerin rolü hakkında bizi düşünmeğe sevk edecek
mahiyette görülmektedir.
* * *
c. Köylerde Zaviyeler Nasıl Kurulur
Umumiyetle bizim şehirlerde gördüğümüz türbe ve mezarlar, sahihlerinin ölümden sonraki
hayatlarının temini için, bir takım hayır işleri ve umumî hizmetlere tahsis edilen gelirlerle
vakıflandırılmışlardır. Bu suretle âyende ve revendenin yâni gelenin geçenin çeşmesinden su
içip hayır sahibi için dua ettiği türbeler olduğu gibi, vakit vakit fukaraya yiyecek ve giyecek
dağıtmak, yolcu ve misafirlere yiyecek ve yatacak yer temin etmek için vakıfları olan türbeler
de vardır [2, 135]. Bu hususta en müteammim olan usullerden birisi de, bırakılan vakıf para
ile türbeyi bekleyen kimselerin ölünün îstirahat-i ruhi için gece gündüz ibadete yahut Kur’an
okumağa memur edilmeleridir. Aynı şekilde müteammim olan diğer bir usul de, zamanın
zengin ve nüfuzlu şahsiyetlerinin yine kendi ruhlarının selâmeti hesablariyle, bâzı evliyaların
veyahut eshabtan bâzı kimselerin mezarlarını tamir ve ihya ile bu büyük ölülerin yardımını
kendi üzerine çekmek istemeleridir. Bu gibi mezarları ziyarete gelenlerin getireceği adaklar ve
sadakalarla zengin olmağı veya kolayca yaşamağı düşünerek bir evliya mezarı ihdas ve ihya
idüb kendisini türbedâr tayin ettirmek isteyen insanlar da bittabii mebzûlen mevcut
bulunmuştur.[24]
Fakat bizim burada tetkik edeceğimiz türbeler ve bazen o türbelerin etrafında teşekkül eden
zaviyeler, daha başka mahiyette ve daha manalı müesseselerdir ve çok defa zaviyede yatan
ölüler o zaviyenin tesisinde bir gaye değil ancak bir vesile ve timsal hizmetini görmektedirler.
Filhakika, bizim tetkik etmek istediğimiz zaviyeler, içtimaî ve dinî mühim cereyanların
doğurduğu mühim propaganda ve kültür müesseseleri, yeni açılan memleketlerde yerleşen
Türk muhacirlerinin yerleşme ve teşkilâtlanma merkezidirler. Mevzubahis zaviyelerin
müessisleri veyahut nâmına kuruldukları şeyhler ve dervişler de umumiyetle o köylerde
yerleşen muhacirlerin o mıntıkada öncüleri ve kafile şefleri veya büyük babalarıdırlar.
Bu hususta daha açık bir fikir vermek için tetkikimizin Defteri Hâkani kayıtları kısmında
bulunan bâzı zaviye tarihçelerini gözden geçirelim:
Meselâ, [142] numaralı kayda nazaran; a’n cemâatin dervişlerile diyâr-ı Horasandan gelmiş
olan şeyh Hacı İsmail, Lârende kazasında kendi ismini verdiği bir köyü kurmuştur ve bu
suretle şeyhin evlâdı ve akrabalarıyla teşekkül eden bu köy halkı, Yavuz Sultan Selim
zamanında yazılan bir defterde 95 yetişkin erkeği ihtiva etmektedir. Bu köyde oturan Şeyh
Hacı İsmail oğullarının yaylak ve mera işlerinde civarda oturan Türkmen aşiretleriyle olan
iştirakleri ve sair münasebetler, bu ailenin bu cemaatlerden ayrılmış ve toprağa yerleşmiş bir
cemaat olduğunu ve belki de bu memleketlere komşu cemaatlerle aynı zamanda gelmiş
olduklarını göstermektedir. Diğer taraftan; bu aile gün geçtikçe bu köyde yerleşmekte ve çoğalmaktadır: Şeyh İsmail’in
oğlu Musa Paşa burada bir zaviye bina etmiş ve onun oğlu da ikinci bir zaviye yaptırmıştır.
Aynı cemaatten Yunus Emre nâmında bir zat, bir mezrayı Karaman oğlu İbrahim Beyden
satın almıştır ve elinde mülknâmesi vardır. Bundan başka, bu ailenin efradı ve dervişleri
avârızdan, resm-i ganemden ve resmî çiftten muaflardır. Ve öşürleri de bu zaviyede sarf
edilmektedir.
Görülüyor ki, Şeyh Hacı İsmail köyünü kuran derviş, bizim bildiğimiz dervişler gibi elinde asa,
belinde teber dolaşan cezbeli bir âşık değildir.[25] Belki de bir cemaat beği ve bir kabile
reisidir.[26] Her halde nüfuzlu bir şahsiyettir. Çünkü, bir çok imtiyazlarla buraya gelib
yerleşmiş olan bu Horasanlı muhacirlerin devlet hemen hiç bir işlerine karışmamaktadır. Bu
sıralarda onların zaviyelerine misafir olmuş olan seyyahların kendilerini hanedandan bir
kişinin, bir Derebeyinin konağına inmiş addedeceğinde şüphe yoktur. Bir köyde bir zaviye
inşasiyle öşrün oraya tahsisi de, bugün devlete ait olan umumî hizmet işlerinden birinin,
yâni yolun ve yolculuğun temini hizmetinin bu ailenin müstakil olarak ifasına terkedilmesi
şeklinde anlaşılabilir. Aynı şekilde, Ankara’da Tapu ve Kadastro Umum Müdürlüğünde
muhafaza edilmekte olan 537 numaralı Erzurum Evkaf defterinde, Kuzey nahiyesinde Kurdî
köyünde şu izahat mevcuttur:
XIII. Molla Mehmed Kurdî ulemâ-i izâmın mevdudı idi. Diyarı Acemden olub, Ak koyunlu
zamanında Ruma gelüb Kürdi nâm karye hâti iken ihya idüb, zira’at hıraset idüb, talebeye
talimi hasbî ve kut-ı lâyemuta vefa edecek nafakısı kendi kisbi imiş... (Kayıt, 159).
Boş bir köye gelip yerleşen ve orayı ihya eden Molla Mehmed’in Kurdî unvanını izah için
vilâyet muharriri şöyle bir hikâye naklediyor: Müşkül bir meseleyi Acem uleması
halledemeyib kendisine gönderdikleri zaman, o meseleyi, bu adam ulemanın kurdudur
şeklinde bir takdir uyandıracak tarzda, halletmiştir. Fakat, ilmi bu dereceyi buldoğu halde
gelib bir köyde ziraatle meşgul olan bu Türk âliminin Kurd’lukla olan münasebeti ayrıca
tetkike değer bir mesele teşkil edeceği meydandadır, içlerinde ehl-i ilm ve müderris olanları
da bulunan ve bu suretle bulundukları yerlerde neşir-i maarif eden, fakat daima ziraatle de
meşgul olan dervişlere, diğer kayıtlarda da tesadüf edilmektedir [143]. Aynı şekilde, akraba
ve taallûkatiyle gelib bir mınlakayı şenlendiren, köyler tesis eden, derbendleri bekliyen,
köprüler, cami ve değirmenler kuran ve ancak bu gibi hizmetleri mukabilinde kendilerine
şeyhlik rütbesi verilen ve muafiyetler bahşedilen sahib-i velayet ve keramet şahsiyetlere ait
daha birçok misaller zikretmek, bizim için, mümkündür. Meselâ [194] numaralı kayıtta
mevzuubahs olan mefhârü’l-ârifîn Yakub Halifenin akrabası ve taallûkatı, Trabzon’da Kortun
kazasında, elinde toprak olan 35 ve topraksız olarak 38 olmak üzere cem’an 73 hane halinde
o civarda beş köy tesis edecek şekilde dağılmış bulunmaktadır. Bu aile buradaki Yakub
Halife ve Süleyman Halife köprülerine; Yakub Halife ve Bakacak derbendlerine hizmet
ettikleri için öşür ve rüsumdan muaf addedilmektedir ve mahsulâtlarını hânedan-ı
mezkûreden her kim şeyh olursa âyende ve revendeye sarf etmektedir. Aynı şekilde [203]
numaralı kayıtta da, yol üzerinde olduğu halde otuz kırk yıldanberi harab olan bir yeri
aşiretlerden adam bulub şenlendirmek şartîle Sinan Beye kadîmlik ve Yurdluk olarak ve
oturub şenlik olmasına sebeb olsun maksadile vermişlerdir. Bu zât da orada bir cami ve tekke
bina edib yeni yerler açıb çiftlik haline sokuyor ve bu suretle mülkü haline giren bu toprağı
zaviyeye vakfediyor.
* * * Bu ve buna benzer kayıtlar, birçok zaviyelerin nasıl tesis edilmiş olduklarını açıkça
göstermektedir.
Filhakika, bu dervişler buralara akvam ve akrabalariyle gelib yerleşmiş olan muhacirlerdir ve
böyle hâlî bir yerde bir zaviye bina etmek işi, oraların imân ve asayişinin temini için olduğu
kadar, ailenin imtiyazlı mevkiinin muhafazası için de tesisi lüzumlu umumi bir hizmet
müessesesi kurmak demek oluyor ve imâr ve iskân taahhüdünün îfâ edilmiş olmasının fiilî bir
alâmeti sayılıyor. [141] numaran kayıtta da, Akça Kurum demekle maruf bir zemin üzerinde
bir takım muafiyetlerle toprağı işleyen sâdât görülmektedir. Diğer bir köy de yine
şenlendirilmek şartiyle dervişlerin elindedir [202], Nitekim, Yatağan Abdal zaviyesinin
Bozdağ’da Karlı Oluk deresi ve Kaba Koz denmekle meşhur yerleri bu şeyhe verilmiş yurtluk
yerlerdir [98], Aynı şekilde Şarkî Karahisarda kadîmlîk yurdları üzerinde zaviyedâr olan bir
Abdalın taallûkatının, aynı zamanda fatih-i vilâyet olanların evlâdı da olmaları dolayısiyle ve
yol üzerinde bir yerde oturub gelene geçene hizmet ettikleri için, salb ve siyaset icab
etmedikçe hiç bir kimsenin müdâhade edemeyeceği bir istiklâl içinde, o mıntıkayı idare
ettikleri anlaşılmaktadır [158]. Bu zaviye sahihlerinin fatih-i vilâyet olanların evlâdı olarak
anılmaları da dikkate şayandır. Filhakika, diğer taraflarda da bir çal dervişlerin bizzat o
memleketlerin fethine iştirak etmiş Gazi askerler oldukları da malûmdur. Ekseriya bu gibi
hizmetler mukabili olarak kendilerine verilen boş topraklar üzerine âileleriyle birlikte
yerleşmektedirler. Bu surede birçok köylere isimlerini veren şeyhler mevcuttur.
Bu imâr ve iskân işinin vüs’ati hakkında bir fikir vermek için, ayrıca şu misalleri de
zikredebiliriz: Kümelinde, Yağmur oğlu Hasan Baba zaviyesi, Tanrı dağı kurbünde hâil ve
viran bir mezraa üzerine kurulmuş olmakla beraber, kendisine cezbettiği kalabalık ve
cıvarında bina edilen değirmen ile bahçe sayesinde, buraların mâmur olmasına ve gelene
gecene faydalı durak ve uğrak mahalli haline gelmesine sebeb olmuştur. Bu zaviyede 28
nefer derviş toplanmıştır [179]. Hasköy civarındaki Osman Baba zaviyesi de, Osman Babanın
tapaladığı boş yerler üzerinde kurulmuş olmakla beraber, bu şeyhin maiyeti defterde 69 kişi
olarak kayıtlıdır. Bu zaviyenin eşyası arasında 16 kazan, 37 tepsi, 16 Bakraç ve saire mevcut
olduğunu, merasim günlerinde pişen yemeğin ehemmiyeti hakkında bir fikir vermek için
zikretmek mümkündür. Filhakika, bu zaviyeye senede 356 kadar kurbanlık koyun gelmekte
olduğu yine kayıtlardan anlaşılmaktadır. Aynı şekilde zaviyelerle birlikte o zaviye civarında
toplanan kalabalığa bir misal olarak, Dimetoka civarında Elmalu mezreasmda yerleşmiş olan
Temurhan Şeyhe ait bir kaydı da zikredebiliriz. Bu zaviye civarında sahibi vakıf evlâdından
128 hane mevcuttur ve bunlar bilfiil
beratla bu vakfa tasarruf eden 24 haneden ve beratsız olarak tasarruf eden diğer 31 haneden
ayrıdırlar. Ayrıca bu vakfa hizmet ettiği için muaf addedilen 53 hane mevcuttur [171, 174].
Aynı şekilde, Eskihisarı Zagrade berveçh-i timar tasarruf edilen Mümin Baba zaviyesinin de
30 nefer dervişleri olduğu gibi [177], Şeyh Ömer Dede zaviyesinin dervişleri de şeyh-i
mezkûrun nesli olduğu ve bizzat kendileri çalısıb zaviyeyi işletmekte oldukları tasrih
edilmektedir [212].
* * *
d. Açılacak Toprak Arayan Muhacir Dervişler
Görülüyor ki; zaviyelerin pek çoğu boş toprak bulmak ve kendilerine yer ve yurt edinmek için
gelib yeni açılan Rum memleketlerine yerleşen muhacirler tarafından kurulmaktadır.
Filhakika, yeni açılan veya boş bulunan bu topraklar üzerinde zaviyelerin tesisi oralarını
şenlendirmek, imâr ve iskân etmek hususunda büyük bir rol oynamaktadır. Boş toprak aramak, dağdan ve bayırdan toprak açmak, iskân edilemeyecek bir halde ıssız,
tenha ve vahşi bir tabiat ortasında, hırsız yatağı yerlerde yerleşmek gibi işlerin ise ancak
azimkar insanlar ve hayatiyeti yüksek bir millet tarafından yapılabileceği aşikârdır. Hattâ
biraz sonra göreceğimiz veçhile, zaviyelerin ekseriya devlet tarafından bilhassa seyahat ve
mübadele işleri için tehlikeli addedilen yerlerde tesisi teşvik edilmektedir ve bu bakımdan
dağlarda korkunç boğazlarda tesis edilen melcelere, jandarma karakollarına
benzemektedirler.
Bu hususta bir fikir edinmek için bâzı zaviye kayıtlarını gözden geçirmeğe devam edelim. Bu
suretle zaviyelerin dağdan, bayırdan yer açmak ve yeni köyler tesis etmek hususunda
oynadıkları rolü daha iyi anlıyacağız:
Saruhanda Nif nahiyesinde Kapu Kaya demekle maruf mevzii Hamza Baba nâm derviş dest-i
rencile açub ihya idüb, su getirüb bir zaviye bina idüb, bağ diküb Allah rızası için oradan gelip
geçene hizmeti dokunduğu sebeble; Sultan Bayezid tarafından öşürden effedilmiştir [89].
Kütahya köylerinden birinde Gene Abdal ismindeki derviş, bir zaviye bina ederek zaviye
civarında kâfir zamanından kalmış kör yerleri dervişleri muavenetiyle açıp ziraat etmiş
olduğundan; Kütahya kadısı, bu dervişlerin kâfiri körden yer açub, ziraat idüb zaviye bina
itdüklerini Padişaha bildirince, ellerine bâzı vergilerden muafiyet için hüküm verilmiş
bulunuyor [30]; aynı şekilde, Kütahyada Beşparmak isminde bir dağın altında Hüsam Dede
namında seccade nişin bir aziz kendi çapasiyle otuz beş dönüm kadar yer açub bir mikdar
yere bağlar dikmiş; oraya evler, ahırlar, hânkah ve mescit yapmış ve bu suretle meydana
çıkardığı mülklerinin gelirini gelene geçene, sarfedilmek üzere vakfetmiş. Sonra, oraya daha
bir çok dervişler gelüb sakin olmuşlar ve çalışub hasıl ildiklerinin öşrünü ve resm-i
zeminlerini sahib-i arza virmekle beraber, ayrıca oradan gelüb geçenlere de hizmet
idiyorlarmış [35]; Saruhanda Şeyhler köyündeki zaviyenin arz-ı beyzâsına Dede Bâli b. Şeyh
Toğrul arak-ı cebînîyle bağ ve bahçe idüb ziraat olunan arzın öşrü zaviyeye vakfedilmiş [l, 4].
Yine Saruhanda, Akkaya adlu dağ içinde Şucca’ Abdal ve arkadaşları müştereken
«suvârından bir pare yer tapulayub taş ve ağacın arıdub on akçe haraciyle yurd idinüb ihya
idicek» Fatih Sultan Mehmed tarafından kendilerine muâfiyetnâme verilmiş [84]. Aynı şekilde
Malatya’da bir zaviyenin vakfı olan toprak, mevâtdan ihya edilmişdir [628]. Bu dervişlerin
yalnız «mevat» dan, «kâfiri kör» den toprak açub taşını budadığnı arıdub bağ ve bağçe
yetiştirmekle kalmayub; gayet iyi cinslerde meyve ağaçları, limon, portakal ve gül bağçeleri
yetiştiren mahir bağcıvanlar, değirmen arğı ve binası inşa eden, kuyu kazub su çıkaran ve
araziyi sulamasını bilen muktedir mühendisler olduğu da anlaşılmaktadır. Zamanın teknik
vaziyeti düşünülecek olursa, münasebetli bir yerde bir değirmen bina etmek ve onu işletmek
gibi işler, büyük bir meharete ve tecrübeye mütevakıf addedilebilir. [100, 101, 102, 1]
numaralı kayıtlardaki zaviyelerin vakıfları içinde gül ve limon bağçesi, armutluk, zeytinlik ve
kestanelikler ve diğer meyve ağaçları zikredilmektedir. [214] numaralı kayıtta da Delü Baba
seccadesi üzerinde oturan Hacı Baba, zaviyesine iki değirmen ile mülk zeytin bağçesi ve
armutluk vakfedilmiştir ve şeyhin oğulları ziraatle meşgul olmaktadırlar.
[215] numaralı kayıtta ise; Tufan Dede nâmıyla meşhur şeyhin kendi bina ettiği zaviyesinde
gelene geçene sarf edilmek üzere vakfettiği mülkler arasında, değirmen, haraçlu bağçe ve
şâire yanında, meşhur bir cins armut yetiştiren «Koz deresindeki Abası armutluğu» da
bulunmaktadır. Hele değirmen yapub vakfetmek hemen hemen umumî bir usul sayılabilir:
Yamada Akyazılu Baba zaviyesinin dervişleri birçok değirmenler yapmışlar ve değirmenlerin
etrafında bağ ve bağçe yetiştirerek zaviyelerine vakfetmek için müsaade almışlardır. Fakat
vaktiyle aldıkları bu müsaadeler sayesinde resimden affedilen değirmenlerle öşrü alınmayan
bağ ve bahçeleri zamanla çok büyümüş olacak ki, muahhar bir fermanla «fakat sair
değirmenlerin resmin ve Batava nehrinin ve Varna etrafında olan bağlarının ve bağçelerinin
öşrün vermemek caiz değildir» denilmektedir. Filhakika, bu zaviyede, zamanla dervişlerin sayısı muhtelif tarihlerde 5, 10, 19 olarak arttığı
gibi, iki göz değirmen de 4, 6 değirmen olmuştur [208].
Aynı şekilde, Nigeboluya tâbi Dervişler köyü de su şekilde teşekkül etmiştir: Koyun Baba
dervişlerinden Ali Kocu nâm dervişin zaviyesinin vaktiyle hiç bir evkafı ve varidatı yokmuş.
Bu zat öldükten sonra ahbapları toplanıp «kendi yetiştirdikleri» bağlardan ve bahçelerden
hasıl eylediklerini zaviyede gelene geçene sarf etmeğe başlamışlar. Bu mıntakada boş ve
defterden hariç bir mezrayı tapulayub, bedel-i öşr senede 200 akçe vermek üzere, Padişahtan
hüküm almışlar. Ondan sonra, bu mezrea içinde iki değirmen bina etmişler ve bu suretle
zaviyenin vakfı olan mezrea yavaş yavaş büyümeğe başlamış, hariçden kimsenin yazılısı
olmayan kâfirlerden de 14 nefer kadar kâfir toplanarak mezrea 45 hanelik bir köy haline
gelmiş ve zamanın Padişahı da bu köyü bütün hukuku ve rüsumu ile, nüfuz ve kudretini bu
suretle göstermiş olan zaviyeye vakfetmiş [181].
Çirmen nahiyesinde Timur Taş Bey Oğulu Hızır Baba’ya, verilen ve kendisi tarafından da
zaviyeye vakfedilen yerler üzerinde de az zamanda 22 hane derviş toplanmıştır. Bu dervişler
bizzat 35 mudluk tohum ekilen bir toprağı işlemektedirler ve 300 kadar armut ağacı
yetiştirmişlerdir [193].
* * *
Görülüyor ki, mevzuubahis ettiğimiz dervişler, zahit ve tufeyli bir zümre teşkil etmekten
ziyade; çalışmak ve toprağı açmak muhabbetiyle müteharrik bir sınıf kolon, kırlara doğru
taşmakta ve yayılmakta olan bir cemiyetin doğurduğu canlı ve müteşebbis bir tip yeni
insandır. Ve esasen, istifade etmekte oldukları ehemmiyetsiz bazı muafiyetler, bilhassa
bidayette taşıdıklarını gördüğümüz büyük hizmet ve fedakârlık duygularına karşı hakikaten
yerinde ve âdil bir mükâfat teşkil edecek şekilde verilmiş bulunmaktadır. Böylece boş ve
tenha yerleri ihya etmiş gözüken dervişlerin bile, birçok vergilerden muaf tutulmadığı, öşür
verdikleri ve örfî rüsum için de miriye maktu bir şey ödedikleri görülmektedir. Sıkı bir devlet
kontrolü de bu derviş isimli çiftçilerin bilâhare yaptıkları gibi mühim bir içişim devlet gelirini
ellerine geçiren bir mütegallibe ve istismarcı sınıf haline gelmesine mâni olmağa çalışmaktadır.
Şu halde bu dervişler tetkik ettiğimiz devirlerde, cemiyet içinde duyulan bir ihtiyacın ifadesi
olmanın verdiği bir hayatiyetle canlı kalarak binbir müşkülâta rağmen kendilerinden
yerleştikleri yerlerde toprağa yapışup tutunmakta ve oralarda muvaffakiyetle üremektedirler.
Esasen bu gibi zaviyelere daha ziyade «mevât» dan açılmış veya hâlî ve harabeden satun
alınmış olan ve bu itibarla hukukan kendilerini işleyecek olanların mülkü olabilir bir
vaziyette bulunan topraklar vakfedilebilmektedir.Å Bâzan öşür veren bir mülk toprak, zaviye
vakfı olduktan sonra da öşür vermekte devam ettiği gibi; vaktiyle sahibinin sefere eşmek
mecburiyetiyle elde ettiği bir yurtluk toprak da; zaviye vakfı olduktan sonra da yine sefere
eşkünci göndermek mecburiyetinde bulunmaktadır. Meselâ, [67, 71] numaralı kayıtlardaki
zaviye vakfı topraklar, öşür ve haraç vermekte devam etmektedir. [8, 9, 10, 71 ve 73]
numaralı kayıtlarda gördüğümüz veçhile, harbe giden veya yerlerine adam gönderen zaviye
şeyhlerinin bulunması, daha evvel Osman Gazi’nin ve Orhan’ın bir çok silâh arkadaşlarının
Ahi ve Derviş unvanı taşıyan muharib dervişler olduğunu yukarıda gördüğümüz için, bizi
hayrete düşürmemelidir. Nitekim; Ahilerden bahseden İbn-i Batuta da onların Anadolu’da
Türkmen akvamı arasında her köy ve kasabada mevcut olub eşkıyayı tenkil için büyük bir
kudret temsil ettiklerini söylemektedir. Şüphe yok ki, bugünkü bazı Faşist rejimlerdeki fırka
milisleri gibi, Ahilerin emri altındaki gençlik teşkilâtı da, silâh kullanmasını öğrenmiş oluyor ve
icâbında Ankara Ahilerinin yaptıkları gibi, idarî bir istiklâle kadar varan sağlam bir teşkilât
kabiliyetini gösterebiliyorlardı. Bundan sonra göreceğimiz veçhile; tenhâ ve ıssız yerlerde
adetâ bir emniyet karakolu ve bekçi vazifelerini gören zaviye şeyhlerinin bu hususî zaviyeleri
de ancak kendilerinin temsil ettikleri bu harb ve tenkil kuvveti ile izah edilebilir.
* * * e. Derbend Bekleyen Dervişler ve Zaviyelerin Emniyet ve Menzil Vazifeleri
Zaviyelerin bir kısmının tesis ve muhafazasının sebebini, boş toprak bulub yerleşmek
ihtiyacında olan muhacirlerin nüfuzlu mümessilleri tarafından yeni açtıkları toprakların
geliri mukabili olarak, devlete ait umumî hizmetlerden bir kısmını kendi üzerlerine alarak
yolculara ve nakliyata yardım etmek suretiyle muafiyetlerini idâme ettirmek teşebbüsü gibi
telâkki edebiliriz. Filhakika, unutmamak lâzım gelir ki, hükümetin zaviye sahihleri gibi iç
kolonizasyon işlerinin faal ajanları vaziyetinde olan dervişlere karşı uzun zaman bir takım
imtiyazlı vaziyetler tanıması için, onların tesis ettikleri zaviyelerin, hakikaten mahallinde
açılmış olması ve müessir bir şekilde yolculara muavenette bulunabilmesiyle kaimdir. Aksi
takdirde ya [15] numaralı kayıtta görüleceği üzere, yol üzerinde vâki olmadığı için zaviye
olmağa salâhiyeti olamayacağından bahsedilerek; veyahut [12, 13, 14] numaralı kayıtlarda
olduğu gibi, şeyhlerinin «âyende ve revendeye hizmette kusuru» veya «bel’iyâtı» zahir
olduğundan bu zaviyeler ilga ve yahut sahihlerinin elinden alınub başkalarına verilmektedir.
Diğer taraftan, devlet için malûm birçok zaviyelik yerler boş ve harab olduğu zaman,
oralarını tekrar şenletmeğe ve zaviyeyi işletmeğe iltizam edenlere tekrar verilmektedir.
Nitekim, Kütahyada Şeyh Saltık zaviyesinin vaktiyle tımara verildiği için harab olmuş
bulunduğunu gören bir vilâyet muharriri, onu merkeze «tamir ider kimesne bulunur» diye
bildiriyor. Bu suretle bu zaviye şeyhliği talibi uhdesine havale edilmek üzere, adetâ askıdadır
[15]. Bu şekilde münhal olan diğer bir zaviye şeyhliği için ise; Kütahya kadısı Ahi Hızır’ın
münasib olduğunu bildirmektedir [16]. Aynı şekilde Kütahya’da harab bir halde bırakılmış
olan Şeyh Bahsayiş zaviyesinin «imaretine» Isa Fakih «iltizam gösterdüğü ecilden» kendisine
sadaka olunmuştur [18]. Aynı suretle Karaman’da öyüklü Viran denilen mezreayı derviş
Bahsayiş «tamir ve âyende ve revendeye hizmet eylemeğe iltizâm gösterdiği sebebden» Cem
Sultan işaretiyle mezkûr dervişe kaydolunmuştur. Daha sonraki bir tarihde de ayın zaviye
«gayet mahallinde bir zaviye olduğu ecilden» kaydiyle «mukarrer kılınmıştır» ve bu şeyhin
evlâdı bu vaziye civarında «kendi çiftçileriyle» ziraat idüb âyende ve revendeye hizmet ettikleri
mukabilinde rüsum ve avarız virmezler imiş» [36|. Kadı olanların kime dilerlerse verdikleri
diğer bir zaviye hakkında da; «Hacı Hızır, tamirine iltizam itmekle» eline berat verilmiş, o da
zaviyeyi, yeniden inşa ile gelene ve geçene hizmet etmeğe başlamış olduğu kaydını
görmekteyiz [37]. Bursa’da bir kaç defa yandıktan sonra yenisi yaptırılamayan bir zaviyenin;
«yol üzerinde ve âyende ve revende yatağı olduğu» ileri sürülerek bu defa asıl vakıf köy içinde
kurulduğunu görüyoruz. Sivas taraflarında yol üzerinde «memerrinâsta» «mahalli hatar» bir
takım viraneleri «şenledüb ve zaviye bünyâd idüb âyende ve revendeye hizmet itmeğe» bir
takım dervişler «iltizam» etmişlerdir [152]. Çorumlu livasında; «haric-ez-defter». «mahûf ve
tahaffuzu vâcib» bir yerde Mezîd Fakih bir mescit ve bir kârbansaray bina idüb şenlenmek içün
gelecek halka bir takım, muafiyetler bahsedilmesini temin etmiş bulunduğundan; bu şekilde
«konağı muhafaza için istimâlet» ile cem olanlarla teşkil edilen bu köyün malikâne hissesi
«zaviye» ye ait bulunmaktadır. Bu kayda nazaran; «zaviye» kelimesi gayet umumî bir mânâ
ifade etmekte ve bazan bir tekke, bir konak yeri, veyahut burada olduğu gibi, bir kârbansaray
bile zaviye addedilmektedir. Filhakika, [219] numaralı kayıttan da anlaşılacağı veçhile;
zaviye, yolcuların emniyetle inüb istirahat edebilecekleri, hattâ yiyecek bulabilecekleri bir
yerdir ve zaviyenin biraz büyüğü bir imaret addedilebilir. Bu kayıtda vilâyet muharriri,
Silifkenin, Kıbrıs fetholunandanberi gayetle geçit yeri olduğu sebebden, zaviye değil hattâ
imarete külli ihtiyacı varken zaviye vakfının medreseye verilmesini çok mânâsız buluyor ve
gelüb gidenlerin yatacak yer hususunda müzayaka çekmelerini münasib görmiyerek «her
karar-ı sabık taam çıkmak üzere» zaviyelik üzere tasarrufunu deftere geçiriyor. Nitekim Bursa
civarında da Sâmit Dede isminde bir derviş Bursa ile İnegöl arasında Aksu kenarında böyle
kârbansaraylı bir merkezi idare etmektedir. Bu yeri kendisinden evvel Çiçek Dede şenletmiştir [88, 65]. Bu kayıtlar bize göstermektedir
ki, mevzuubahs ettiğimiz Dedeler ve Şeyhler yalnız ufak zaviyelerin değil, bu zaviyelerin daha
büyümüş şekillerinden başka bir şey olmayan tekkelerin ve kârbansaraylı konak yerlerinin
de başında bulunmaktadırlar.
Tekkeler ile konak yeri ve zaviye arasındaki bu vazife birliğini aşağıdaki kayıtlarda da
görmekteyiz: Nigeboluda Hezâr Gırad civarında Bâli Bey Oğlu Yahya Beyin tekkesi Tutrakan
gibi Kümelinde şekavet yeri olarak tanılan ve halk ağzında, son zamanlara kadar.
«Tutrakandan gelmiyorum» yâni o kadar kaba değilim, şeklinde dolaşan bir sözün
yaşamasına sebeb olan bir yerde, kurmuştur: «zikrolan mahal, ifratla mahûf ve harami
yatağı olmağın, ol yerde mezkûr tekkeyi bina eyleyüb ve haymanadan âyende ve revendenin
atlarına ot biçüb odun getürmek içün mezkûr kâfirleri cem eyleyüb teskin etdirmiş. Ol
vakitden berü zikrolunan mahal, mezkûr Bey sebebiyle müemmen olub müslümanlar bilâ
havf gelüb gider olmuşlar...» Bu suretle meydana gelen 162 haneli köy kaydının kullandığı
tâbir ile Padişah tarafından «Bâli Bey zaviyesine» vakfedilmiştir [183]. Aynı şekilde Bozokda
yalnız yol üzeri olmakla kalmayub aynı zamanda bir ılıcası bulunan köyde, gelüb gidenlerin
inmesine ve hizmet görmesine mahsus olarak yapılan bina «tekke misâli bir ev» olarak tavsif
edilmekledir.
Bu suretle kendiliğinden bir iskân ve kolonizasyon şekli olmaktan çıkarak hükümetin
mütemadi kontrolü altında çalışsan bir umûmî hizmet müessesesi şeklini aldıklarını ve zâviye
şeyhliklerinin resmî bir memuriyet haline girdiğini ve bu suretle memleketin nakl ve
mübadele işlerinin muntazam işlemesine yardım etmek sayesinde, refahın ve zenginliğin
artması için ne kadar büyük bir mevkii olduğunu büyük idare memurlarının çok iyi takdir
etmiş olduklarına diğer bir misal de Erzincan evkaf kanununda bulunmaktadır. Bu kanunun
muhtelif maddelerinde uzun süren harbler neticesinde harab olan bir memleketi
şenlendirmek, asayiş ve emniyetini temin ederek halkı celb edebilmek için düşünülen tedbirler
arasında; (madde, 3) eski zaviyelerin ihyâsı ve münasib mahallerde yenilerinin ihdası hususu,
vilâyet muharririne devlet merkezi tarafından sarih bir talimat şeklinde tafsilâtiyle emredilmiş
bulunmaktadır.[27] Bundan başka, zaviyelerin oynadığı rol hakkında bir fikir edinmek için
Sultan Süleyman tahrirlerine göre; bu sıralarda Anadolu vilâyetinde 623, Karaman’da 272,
Rum vilâyetinde 205, Diyarbakır’da 57, Zülkadiriye’de 14, Paşa livasında 67, Silistire
livasında 20, Çimen livasında 4 zaviye mevcut bulunduğunu hatırlatmak da lâzımdır.[28]
Bu zaviyelerin her birinin en lüzumlu ve tenha yerlerde mamur bir konak yeri hizmetini
gördüğünü, derece derece muhtelif büyüklükte olanlarının, imaretli ve kârbansaraylı
şekillerinin mevcut bulunduğunu da biliyoruz. Zaviye şeyhlerinin aynı zamanda gerek
zaviyenin ve gerek civarın emniyetinden de mes’ul bulunduğunu hatırlıyalım. Filhakika;
Osmanlı imparatorluğunda aylıkla asker ve memur kullanacak kadar para ekonomisi
münkeşif bir halde bulunmadığından, her vazife ve memuriyet toprak gelirinden bir kısmının
hasr ve tahsisi veya sadece bazı vergilerden muafiyet mukabili olarak iyfâ edilmektedir. Hu
vaziyette yolların ve memlketin emniyeti ile alâkadar olan devlet; çok defa bu emniyeti temin
edecek vaziyette olan kimselere, harb adamlarına veya cemaat reislerine bir köyün timarını
veya bir derbend yerinin bac resmini vermektedir; veyahut o hizmet mukabilinde cemaati ile
beraber o civarda yaşayıp her türlü vergi vermekten affedilmiş olmasını kabul etmektedir.
Fakat bu kabil kimseler, bu gibi muafiyetler mukabilinde, o yerin emniyetinden mesuldür. O
civarda bir hırsızlık veya katil vakası vuku bulursa onlar tazmin etmekle mükelleftirler.
Suret-i umumiyede derbend teşkilâtına hâs olan bu nizamlar zaviyelerin bir çoğunda carîdir.
[156, 155, 156, 120]. Dağ başlarında [83, 65] ve isimlerinin ifade edeceği veçhile meselâ, Yalnız Kuyu demekle
maruf viranelerde [136], Ahi Çukurunda [119], «begayet gereklü» yerlerde tesis edilen
zaviyelerin, yukandanberi gösterdiğimiz veçhile kırlarda emniyet ve konak hizmetleri olduğu
gibi; [3] numaralı kayıtta görüleceği üzere, açıkça «ıssuz ve korkuluk» yerleri görüb gözetmek
içün bir tekke kurub oralara yerleşen ve sefer olduğu zaman asker gönderen yerler gibi
zaviyeler de pek çoktur. Filhakika, o zamanın münakale tekniğinin çok geri vaziyetine
rağmen, ancak bu sayededir ki ticaret re ziyaret maksatlariyle seyahat büyük mikyasla
kolaylaşmış, teminat altına alınmış bulunmaktadır. Çünkü, yol boyları ve menziller hesablı
bir şekilde yerleşdirilen köyler, zaviyeler ve kârbansaraylar tarafından itinâ ile muhafaza
edilmektedir. Ve şayanı dikkattir ki, bugün ancak devletin salâhiyetdar dairelerinin bir plân
dahilinde tasavvur idüb meydana getireceği bu neviden etraflı düşünülmüş ve ilerisi
görülerek tahakkuk ettirilmiş eserler, o zamanlar daha ziyade hususî teşebbüslerle ve pek
çok defa kendiliğinden meydana gelmekte bulunmuştur. Devletin bu hususta takib ettiği
hattı hareket ise, bu gibi teşebbüslerin teşvik edilmiş olması için zarurî olan müsaadeleri,
muafiyetleri ve hattâ idarî-mâlî muhtariyetleri bahşetmekten çekinmeyerek, her mahallin
ihtiyaçlarını o mahalde bulunub hissedenlerin rey ve teşebbüsleriyle becerebilmesi için adem-i
merkeziyetçi ve mümkün olduğu kadar her tesise kendi mahiyetine uygun bir şekilde inkişaf
edebilmesi için müdahalelerini az hissettirir bir tavır ihtiyar etmiş olmasıdır, işte tetkik
ettiğimiz zaviyeler de, umumiyetle vakıf müesseselerine bahsedilmiş olan bu idarî - mâlî
muhtariyetten istifade etmektedirler ve zamanına göre yolların emniyetini en kolay, en
müessir ve en ucuz bir şekilde temini için bulunmuş en iyi çareyi temsil etmektedirler.
* * *
f. Zaviyelerin İdaresi ve İşleyiş Tarzı
Bu zaviye şeyhliklerinin ekserisi, vaktiyle o zaviyeleri tesis etmiş olanların evlâdları elinde ve
evlâdlık vakıf[29]olarak bulunmakla beraber; zamanla evlât münkariz olunca veya şeyhlerin
bazı yolsuzlukları görülünce, yerine devlet tarafından başkalarının tayin edildiği [17, 29, 34]
ve bu suretle vakfın evlâtlık vakıf halinden çıkarak bir âmme vakfı haline girdiği
görülmektedir [22]. Diğer tarafdan bu zaviyelerden bir kısmının doğrudan doğruya devlet
tarafından açılmış olması da mümkün olduğu gibi, bazı vâkıflar şart olarak «hâkimü’l-vakt,
her kim bu makamın hizmetine elyak ise anı şeyh nasb ider» kaydını koymuş
bulunmaktadırlar [215]. Filhakika, diğer vakıflar gibi, zaviyeler de vâkıfların tayin edeceği
şartlar dahilinde idare edilmektedirler, onların da bâzan mütevellileri ve nazırları vardır [65,
83]. Fakat topraklar, daha ziyade, vaktiyle yurtluk olarak verilmiş olub ailenin müşterek malı
vaziyetindedir. Bu vaziyette, bittabii bazan şart-ı vâkıf iyice tasrih edilmediği için, evlâtlık
vakıf halinde idare edilen zaviyelerde meşihat «bervech-i iştirâk» tasarruf edilmektedir [217].
Fakat çok defa, bir zaviyenin idaresine seksen kişi karışmasın diye, «iştirak merfu olmağın»
ibaresiyle berât hak sahiblerinden yalnız birine verilmektedir [38]. Filhakika, yukarıda pek
çok misallerini gördüğümüz veçhile, bu zaviye müessislerinin evlât ve akrabaları pek
kalabalıktır. Nitekim, herkesin hissesine sahib olmak istemesi üzerine büyük ihtilâflar
çıkmış plan, Kengırıda Kozlu Dede boynundaki, iki zaviyenin sahihleri (Şeyh Sami evlâdı) 50
kişi idi. Bu sebeble hükümet, hisse usulünü tamamen kaldırıp bu zaviyelere tarikatleri üzere
kim şeyh ve seccade nişin olur ise yalnız onların nazır olmasını emretmiştir [145]. Bu
zaviyeler bazan aynı tarikate mensub diğer daha eski zaviyelerin bir şubesi mahiyetinde
bulunduğundan, yeni zaviyenin şeyhleri ana zaviyedeki dervişlerin aslâhı olarak
seçilmektedir [167].
* * * Bazı zaviye müessislerinin [63, 74, 32, 81] numaralı kayıtlarda gördüğümüz Kız Bacı, Ahi
Ana, Sakan Hatun, Hacı Fatma zaviyeleri gibi bazı zaviye şeyhlerinin de aynı suretle kadınlar
olması nazarı dikkati celp etmektedir. Bu hususta bir misal olarak [43 mükerrer] numaralı
kaydı zikretmek isteriz: şöyle ki, Kütahya evkafı içinde Od Yakan Baba nâmındaki dervişin
bir köyde bina ettiği tekke, civardan gelen adaklar ve kurbanlarla az zamanda inkişaf bulup
dinî mühim bir merkez haline girmiştir ve bu inkişafta bu zaviyeyi idare etmiş olan Hacı Bacı
nâm sâliha ve mütedeyyine ehl-i velayet hâtunun ve kendisinden sonra yerine geçen Hundi
Hacı nâm hâtûnun ve ondan sonra zikrolan ocağı ihya etmiş olan Sume Bacı nâm bir aziz ve
satiha ve bakire hâtûnun büyük hizmetleri olmuştur. Ve hattâ bu sonuncu Bacı, kendi
zamanında tekkeye maylettiği çiftliklerle, bağ, bahçe, değirmen ve sairenin, kendi ölümünden
sonra akrabasından kimsenin müdahale etmemesi için, kendi parasiyle temin edilmeyip
hayrât-ı müslimînden toplanan para ile satın alınmış olduğunu herkesin önünde ikrar ve
zabta geçirmiştir. Filhakika, bu asırlarda Anadolu’da kadın tekke şeyhleri görmek bizi
hayrete düşürmemelidir. Yukarıda zikrettiğimiz gibi, Aşık Paşa Zade bu kadın dervişlerden
«bâciyânı Rûm» nâmı altında bahsetmektedir ve Hacı Bektaş’ın Rum Ahileri, Rum Abdalları
ve Rum Gazileri gibi grublar içinden Bâciyan-ı Rûmi ihtiyar edip, kadıncık ana (Fatma)
isminde bir kadına, bütün kerametini göstermesi ve tarikatı ona ısmarlaması bu bakımdan
manidardır:
XIV. Ve hem bu Rumda dört, taife vardır kim misafirler içinde anılar. Biri «Gazi-yan-ı Rûm» biri
«Ahiyan-ı Rûm» ve biri «Abdâlân-ı Rûm» ve biri «Bâciyân-ı Rûm».
İmdi Hacı Bektaş Sultan bunların içinden Bâciyan-ı Rûm-ı ihtiyar itti kim o «Hâtûn Ana» dır, anı
kız idindi, keşf ve kerametini ana gösterdi, teslim itdi, kendi Allah rahmetine vardı.
Suâl: Bu Hacı Bektaş hazretlerinin bunca müridi ve muhibbi vardır, bunların biatleri ve
silsileleri nerede olur?
Cevab: Hacı Belktaş, Hâtûn Anaya ısmarladı, nesi varsa. Kendi bir meczub budala azizdi,
şeyhlikden ve müridlikden fariğ idi. Abdal Musa dirlerdi bir derviş vardı. Hâtûn Ananın
muhibbi idi ol zamanda şeyhlik ve müridlik iken zahir değildi, silsileden dahi fariğlerdi. Hâtûn
Ana ol azizin üzerine mezar itdi. Geldi bu Abdal Musa bunun üzerinde bir nice gün sakin oldu.»
(Âşık Paşa Zade tarihi sf. 205).
* * *
Bir çoğu aynı zamanda tekke misillû, müşterek bir âyîn ve ibadet yeri de olan zaviyelerin,
gerek mutad olan vakitlerde yolculara temin ettikleri yatak ve yiyecek ve gerekse müşterek
büyük merasim günlerinde hazırladıkları yiyecek hakkında bir fikir edinmek için onlardan
bazılarının sahib oldukları eşyanın gözden geçirilmesinin faydalı olacağını zannediyoruz.
Şayanı memnuniyettir ki, tetkik ettiğimiz defterlerdeki zaviye kayıtları çok defa bu gibi
malûmatı da ihtiva etmektedir. Fakat, bu hususta bu defterlerde ne buldu isek almış
olmakla beraber bir zaviyenin iç hayatını ve dinî vazifelerini tetkik için başka menbalardan
ayrıca istifade etmeğe de lüzum vardır. Bu hususlar ayrica yapılacak işlerdir. Biz burada
yalnız su kadarını hatırlatmakla iktifa edelim: Umumiyetle büyük bir çiftlik, bir ziraî merkez
ve malikâne manzarasını arzeden zaviyelerde her türlü ziraî işler, bahçıvanlık, meyvacılık,
fırıncılık, değirmencilik yapılmaktadır ve bilhassa hayvan yetiştirilmektedir. Bu hususta bir
misal vermek için Aydın taraflarında Umur Paşa türbesi evkafının bu şekilde büyük bir ziraî
işletme halinde bulunduğunu hatırlatalım [105]. Filhakika bu vakıf çiftlikte 32 baş su sığırı,
70 baş kara sığır mevcut olduğu gibi; vakfın diğer bir çiftliğinde de 73 kara sığır mevcuttur.
Bundan başka, bu çiftliklerin ayrıca, yoncalıkları, koruları, yaylak ve kışlakları, ortakçıları ve
ihtimal «ortakçı kulları» mevcuttur.[30] Fakat, böyle büyük bir işletme mahiyetinde olan bir
vakfın zamanla maruz kalacağı buhranlar ve ziyalar da bu kayıtlarda görülmektedir. Çünkü, bir çok vakıflarda vaktiyle kaydedilmiş bulunan, sağmal ineklerle diğer çift
hayvanları ve kullar, böyle bir çiftlik manzarasını arz eden bir vakıfta uzun zaman idare
edilememektedir. Kullar zamanla hürler arasına karışıyor, zaviyede nüfuz ve mevki
kazanıyor; hattâ bir kısmı derviş ve şeyh oluyorlar. Hayvanlar bakımsızlık yüzünden ölüyor ve
kayboluyorlar, idaresizlik ve sû-i istimal de kendisini hissettiriyor. Bu itibarla, en sağlam ve
devamlı zaviyeler, diğerleri kadar zengin olmamakla beraber, bizzat sahihleri tarafından
işlenen ve aile vakfı olarak verilmiş olan zaviyelerdir. Kulların çalıştırıldığı bir çiftlik şeklinde
idare edilen bir zaviye misalini Bursa livasında Karış dağında Şeyh Akbıyığın tesis ettiği
zaviyede görmekteyiz. [220] Bununla beraber; ekseri zaviyelerin, çift hayvanları, kovan, inek
ve saire ile birlikte bir kaç beyaz veya arab kula sahib olduklarını da bu zaviyelerin eşya
listelerinden anlamaktayız [76, 190]. Müessir bir din propagandası merkezleri olan birçok
zaviyelerin bilhassa Rumelinde bazı mürîdlerini de müslüman olmuş kullar ve hristiyan
reaya arasından temin etmiş oldukları nazarı dikkati celb etmektedir. Birçok dervişlerin
Abdullah Oğlu olarak kayıtlı bulunmaları bazı mütevellilerin kul ve kuloğlu olmaları bu
hususu işaret etmektedir. Eski hıristiyanlardan yapılmış dervişlerin daha mutaassıb ve
hararetli bir din propagandası vasıtası olacakları da aşikâr olduğu gibi; uzun seneler,
zaviyede oturan hristiyan hizmetkârların, coşkun ve esrarlı dînî âyinlerin tesiri alımda
müslümanlığı kabul etmemelerine de esasen imkân yoktur.[31] Hıristiyan memleketlerinde
çalışan Türk misyoner dervişlerinin bu neviden faaliyetleri, hristiyan iken sonradan müslüman
olmuş dervişlerin bazı tarikat/erin âyin ve erkânı üzerinde yapacakları tesirler de ayraca
tetkik edilecek mevzulardır. Aynı şekilde, bu, tarikatlerin içtimaî hayat idealleri ve muhtelif
içtimaî meseleleri telâkki tarzları da ayrıca tetkike değerse de, bu hususlar maalesef bizim
için malûm değildir. Yalnız, birçok dervişlerin komünist bir hayat yaşamak için bir araya
toplandıkları ve beraber çalışıp beraber yemenin ve böyle müşterek bir hayat sürmenin
zevklerini tercih ettiklerini kabul edebiliriz. Bundan başka, son zamanlarda Rumelinde bazı
dervişlerin beraber çalışıb elde ettikleri mahsullerini iki gözlü anbarlarma taksim ederek bir
gözün muhtevasını kendilerine ve diğer gözdeki mahsullerini yolcuların fukaralarına tahsis
etmek üzere kullandıkları nakledilmektedir. Bu hareket tarzları, onların hayır ve benî nevine
hizmet gayesine kendilerini hasretmiş olduklarını istidlal ettirebilirler. Her halde muhakkak
olan bir şey varsa, o da bir içtimaî yardım müessesesi olduğu kadar, bu tekkelerin, aynı
zamanda bir imar ve iskân, vasıtası bulunması ve emniyet ve münakalâtın temini ve dinî
propaganda bakımından birinci derecede ehemmiyetli tesisler olmasıdır.[32]

[1] Gibbons’un Türkçeye Prof. Ragıb Hulusi Özdem taralından Osmanlı İmparatorluğunun Kuruluşu (Türkiyat
Enstitüsü neşriyatından) nâmı altında çevrilmiş olan kitabının bazı fasıllarının ismini gözden geçirmek bu
hususta kâfi bir fikir verecek mahiyettedir: Birinci mebhas: Osman, tarihde yeni bir ırk zuhur ediyor (s. 1-38).
İkinci mebhas: Orhan, yeni bir millet teşekkül ediyor ve garb alemiyle temasa geliyor (s. 39-91).
[2] Leş origines de l’Empire Ottoman (Paris 935) nâmındaki eser, Profesörün Sorbon Üniversitesinde Türk
Etüdleri Merkezi’nde verdiği konferansların bir araya getirilmesi suretiyle vücude gelmiştir.
Aynı müellifin 1933 senesi Varşova’da toplanmış olan beynelmilel tarihi ilimler kongresi’nde yaptığı bir
komünikasyonun mevzu’unu teşkil eden Bizans Müesseselerinin Osmanlı Müesseselerine Tesiri Hakkında Bazı
Mülâlıazalar ismindeki etüdü de Türk Hukuk ve İktisat Tarihi Mecmuası’nın birinci cildinde neşredilmiş
bulunmaktadır, (sf. 165-313). Bu meseleye dair, yine aynı müellifin, Hayat Mecmuasında (sayı 11 ve 12. 1924)
çıkan tenkidi makalelerine bakınız.
[3] Zikredilen eser, p. 38-41.
[4] Zikredilen eser, p, 39, 58-59, 118, 120.
[5] İsmi geçen eser, p. 17.
[6] Bu hususta Glese’nin tercümesi Türkiyat Mecmuasının I. cildinde (st. 151-171) neşredilen makalesi ile, bu
makale hakkında Fuat Köprülü’nün Hayat Mecmuası’nda yazdıklarına (sayı 11 ve 12, 1922) bakınız. F. V.
Hasluck’un Prof. Rağıp Hulusi tarafından Bektaşîlik tetkikleri nâmı altında tercüme edilen (1928) makalelerine
de bakiniz (st. 83). [7] Zikredilen eser. p. 109-111.
[8] Prof. Fuat Köprülü, Osmanlı heyeti içtimaiyesinin bünyesindeki hususiyetlerle o zamanlar mevcut sosyal
fikir propagandalarının nasırı dikkati celbedecek mahiyette olduğunu göstermek için, Avrupa’da rönesansın
öncülerinden biri gibi telâkki edilen fakat hayatının bir kısmını Türkler arasında ve Osmanlı sarayında geçirmiş
olan Pleton isminde bir zatın memleketinde ortaya attığı sosyal reform fikirlerinin teşekkülünde İslâm âleminde
o zamanlar mevcut dinî ve sosyal cereyanlardan ve Türk cemiyetinin sosyal bünyesini taklit arzusundan
mülhem olup olmadığının tetkike değer bir mevzu olduğunu kaydediyor (p. 112).
Tarihçilerin daima kaydettiği üzere, Osmanlı idaresinin yabancıları cezbeden «âdilâne» hareketinin
mevcudiyetine de istinad ederek bu fikrin doğru olduğunu kabul edebiliriz.
[9] Bu etüdümüz ve bunu takip edecek olanlar, Osmanlı İmparatorluğunda, Kuruluş Devrinin Toprak Meseleleri
ismini taşıyacak olan eserimizin medhali mahiyetindedir ve zaviyetlerle dervişlerden sadece toprak meselelerinin
şu veya bu şekil almasında mühim bir âmil olmuş olan bir iskân ve kolonizasyon metodu münasebetiyle
bahsetmektedir. Okuyucularımızdan makalemizi bu husustan göz önünde bulundurarak mütalâa etmelerini
bilhassa rica ederiz.
* İktisat Fakülteleri Mecmuası’nın III. cildinden başlayarak Osmanlı İmparatorluğunda, Bir İskân ve
Kolonizasyon Metodu Olarak Sürgünler başlığı altında neşredilecek olan yazılar.
[10] Prof. Fuat Köprülü, İnfluence du Chamanisme Turco - Mongol sur les ordres mysttiques musulmans
Memoires de l’tnstitut de Turcologle de l’universite d’İstanbul, 1929.
[11] Bizim burada tedkik ettiğimiz dervişlerle XVI. asır eski Osmanlı şâirlerinin tasvir ettiği şekilde, çıplak
gezen, esrar yiyen, kaşlarını, saç ve sakallarını tıraş eden, vücutlarında yanık yerleri ve dövme Zülfikar
resimleri ve ellerinde musikî âletleriyle dolaşan serseri dervişler arasında büyük bir fark mevcud bulunması
lâzım gelir. Prof. Fuad Köprülü, Türk Halk Edebiyatı Ansiklopedisi’nde yazdığı abdal maddesinde; XVI. asırdan
beri Türkiye’de yaşayan abdal lâkaplı şeyhler ile abdallar yahud ışıklar ismi verilen derviş zümreleri hakkında
izahat verirken, onları bir takım gezginci derviş zümreleri gibi tasvir etmiştir. Bu İzahata göre onlar âyin ve
erkân İtibariyle olduğu gibi akideleri bakımından da müfrit Şii ve Alevi heterodoze bir zümre idi (sf. 36). Diğer
serseri derviş zümreleri gibi evlenmeyerek bekâr kalırlar ve şehir ve kasabalardan ziyade köylerde kendilerine
mahsus zaviyelerde yaşarlardı. Bunların arasında bilhassa daha fazla Kalenderiye tarikatından müteessir
olanların dünya alâkalarından tamamen uzak olmak, geleceği düşünmemek, tecerrüd, fakr, dilenme ve
melâmet başlıca şiarlarıdır. Bununla beraber, bütün Rum abdallarının her zaman ve her yerde dilencilerden,
serseri ve çingene dervişlerden ibaret olduğunu farz etmek doğru değildir. Esasen, Prof. Fuad Köprülü de bütün
abdalların ayni seklide yaşamadığını ve bazı abdal zümrelerinin, mucerred kalmak prensibinden ayrılarak, sair
Kızılbaş zümreleri kabilinden bir secte halinde Türkiye’nin muhtelif sahalarında köyler kurup yerleşmiş
olmaları ihtimalini kaydediyor. Aynı suretle Profesör, İran Türk aşiretleri ve Hazer ötesindeki Türkmenler
arasında abdal adını taşıyan Türk oymaklarına tesadüf edilmesini ve Eftalit’lerin daha asırlarca evvel abdal
adını taşımış olmalarını da tedkike şayan görerek hatırlatmıştır. Bu vaziyette, abdal sözünün bir tasavvuf
ıstılahı olmadan evvel bir aşiret veya zümre ismi halinde bulunup bulunmadığı ve bu nam altındaki bütün
dervişlerin bidayette Orta Asya’dan gelmiş abdal aşiretlerinin mümessili birer aşiret evliyası olup olmadığı
meselesi tedkike muhtaç gözükmektedir. Serseri derviş zümrelerinin döküntülerinin toprağa yerleşerek köyler
vücude getirecek yerde, köyler vücuda ektirecek şekilde toprağa yerleşmekte olan göçebe aşiretlerin bir takım,
derviş zümreleri meydana getirmeleri daha fazla muhtemeldir. Esasen Prof. Fuad Köprülü de, bu abdalların
kendilerini Horasan’dan gelmiş göstermelerini, eski Oğuz rivayetlerinin aralarında hâlâ yaşamasını, bunların
etnik menşe’lerinin yâni Türklüklerinin tesbiti bakımından çok mühim addetmekte (sh. 39) ve abdalları
Türklüklerinden en ufak bir şüphe bile caiz olmayan ve eski Türk şamanizminin izlerini hâlâ saklıyan Anadolu
Alevi Türklerinden ayırmağa imkân görmemektedir. Şu halde, abdalların dilencilerden ve çingenelerden ibaret
olacağına tıpkı bu Alevî Türkler gibi, kısmen göçebe olmakla beraber, kısmen de eski zamanlardan beri toprağa
bağlanmış ve ekincilik hayatına geçmiş Türk oymaklarından çıkmış olmaları lâzım gelmez mi? (26 numaralı
nata da bakınız)
[12] Bu nevi rüya hikâyelerinin tarihî bir hakikat gibi telâkki edilemeyeceği ve Prof. Puad Köprülü’nün
tedkiklerinin gösterdiği gibi, onların Reşidüddin’de ve Paris nüshası bir Anonim Selçukname’de daha evvel
kaydedilmiş bulunan eski Bir Oğuz efsanesinin yeniden canlandırılmış bir şeklinden ibaret olduğu muhakkak
ise de; biz yine, ilk Osmanlı menbalarmın buna benzer hikâyeler ile derviş menakıbını süslemek için kullandığı
motifleri hatırlatmanın, hiç olmazsa bu tarihçilerimizin yazdıkları zamanlarda, kuruluş devrine aid kanaatlerin
mahiyetini anlatmak bakımından faydalı olabileceğine inanıyoruz. Bu sebeble burada, bu nevi derviş
menakıbını, bu menakıbın teşekkül ettiği zamanın psikolojik halini ve onun arkasından tarihi hakikatin
kendisini bulabilmek gayesiyle tahlil ediyor ve bu arada mevzuubahis hikayelerde umumiyetle dervişlere
atfedilen nüfuz, çokluk ve toprakla alâkadarlık vasıflarını hakikatin yakın bir ifadesi olarak alıyor ve onlarla
umumi nüfus ve arazi tahriri defterlerindeki kayıtları yekdiğerlerini tamamlar vaziyette görüyoruz.
Evliya menâkıbının, birçok dervişleri ziraatle meşgul ve toprak işleriyle ilgili gösterdiği gibi, Osman Bey’i de gece
ve gündüz çift sürmekle meşgul olarak tasvir etmesi mânâlıdır. Bu hususta İstanbul şehri İnkılab Müze ve Kütüphanesinde M. Cevdet yazmaları arasında (Küçtik boy) 5 numarada kayıtlı bulunan Velâyetnâme-i Hacı
Bektaş-ı Veli sf. 157’ye bakınız. Aynı suretle halk ağzında dolasan ve bektaşi dervişini elinde çapa tasavvur eden
şu söz de manalıdır: “Bektaşinin çapası, mevlevinin çivisi...”
[13] Yukarıda ismi geçen Türk Halk Edebiyatı Ansiklopedisi’ndeki Kumral Abdal maddesine bakınız (sf. 58).
[14] Osmanlı İmparatorluğunun kuruluş devirlerinde dinî tarikat ve teşkilatın oynamış olduğu rollere mümasil
tesirleri, son zamanların tarihi vak’alarında da müşahede etmek mümkündür. Hasluck, Turkçe’ye Bay Ragıb
Hulusi taralından Bektaşilik Tedkikleri namı altında tercüme edilen (1928) etüdlerinde bu hususda dikkate
şâyân misaller vermektedir: Yanyalı Ali Paşa (vefatı 1822)nın Tisalya ve Arnavudlukta tesis ettiği bektaşî
tekkeleri tamamen siyasî maksadlar için kullanılmıştır. Her biri en işlek yollara hakim sevkulceyş noktalarında
kâin olan bu tekkeler, etraflarındaki ahali için siyasî içtima merkezleri idi. Mesela, Tisalyada Tempe boğazı
medhalindeki Hasan Baba tekkesi, o boğazdan geçen mühim bir ticaret yolunun kontrolü için Ali Paşa
tarafından tesis ve himaye edilen bir bektaşî tekkesi idi. Tırhalada da bizzat Ali Paşa tarafından inşa edilen ve
mühim bir geçidi murakabe eden büyük ve mamur bir tekke mevcuddu (et. 35). Ali paşa bu tekkelerin şeyh ve
müridlerini muntazam memurlar gibi kullanıyordu.
Tekkelerin halk üzerindeki nüfuzundan istifade etmek için, bu sıralarda Rumeli ve Anadolu’da teşekkül eden
ayan ve mütegallibe de tekke ve tarikatlerle sıkı bir münasebet halinde idiler. (sf. 32) Haluck’a göre, bu yarı
müstakil derebeylerinin, ahenk ve müsalemet içindeki idareleri ve Hristiyanlara karşı muameleleri arkalarında
mevlevîlik ve bektâşîlik gibi hür prensipli dinlere aid serbest teşkilatın mevcud olduğunu farzettirir. Osmanlı
imparatorluğunda son zamanlara kadar devam eden Mevlevî-Bektaşi nüfuz mücadeleleri de herkesin
malûmudur. Yeniçeriler Bektaşilik tarafından tutulmakta idi. Sultan Mahmud devri ıslahatında yeniçerilikle
birlikte Bektaşiliğin de mahkûm edilişinde Mevlevî teşkilatı büyük bir rol oynamış gözükmektedir (sf. 132).
Yeniçeri-Bektâşî ittifakının pervasız bir düşmanı olan vezir Hâlet Efendi, mevlevilerle sıkı bir münasebet halinde
idi. Galatadaki Mevlevîhâneyi o yaptırmıştı.
Ñ Baba Muhlis hakkında naşir Âli beyin ilâve ettiği not: Cengiz fetretinde Anadolu’ya gelerek Amasya kurbünde
bir mahalde tavattun eyleyen Şeyh Baba İlyas Horasanı’nın oğludur. Devleti Selçukiyenin inkısamında altı ay
Konya’da Emir olmuş ve badelistifâ sultan Osman ile gazalarda bulunmuştur. Âşık paşanın pederidir.
[15] 9 numaralı nota bakınız.
[16] Cilt: II, s.9, 16.
[17] Derviş ve zaviyelerin hakiki hüviyet ve mahiyetleri ile, sarih bir şeklide yer tayin etmek suretlle onların
coğrafi yayılış tarzlarını, adetlerini ve dervişlerin ellerindeki vesikalara nazaran zaviyelerin tercüme-i hallerini ve
muhitleriyle olan münasebetlerini nakleden bu kayıtların, Fâtih Mehmed, Selim ve Kanuni Süleyman
devirlerinde yaptırılmış elan umumi nüfus ve arazi tahriri defterlerinde resmî bir vesika mahiyetini kazanarak
muhafaza edilmiş bulunmaları onların kıymetini büsbütün arttırmaktadır. Her hangi bir seyyahın tesadüfen
naklettiği sathî müşahedelerden veya halk arasında nakledilen rivayetlerin toplanması suretiyle elde edilen
malûmattan farklı olarak bu kayıtlarda tahrir eminleri bir devlet memuru sıfatiyle bizzat mahallinde yaptıkları
tedkiklerle bu dervişleri isimleriyle kaydetmişler ve bilhassa zaviyelerin eşyasını, tarlalarını, değirmen ve bahçe
gibi emlâkini ayrı ayrı sayıp dökmek, mevkiin ehemmiyeti ile zaviyenin ifa etmekte olduğu vazifeler ve bu
vazifelere mukabil istifade ettiği imtiyaz ve muafiyetleri ayrı ayrı bildirmek suretlle bizim için çok kıymetli
malûmatı toplamışlardır. Bu tahrirlerin mahiyeti hakkında İktisad Fakültesi Mecmuası’’anı ikinci cildinde
neşrettiğimiz makalelere bakınız. (Osmanlı İmparatorluğunda Büyük Nüfus ve Arazi Tahrirleri ve Hakana Mahsus
İstatistik Defterleri)
[18] Bu şekilde mutarıza içinde zikredilen rakamlar, tetkikimizin sonunda sıralanmış olan Kayıtların sıra
numaralarıdır.
[19] Cild: I, sf. 331.
[20] Not. 11
[21] Cild: II, sf: 133, 137. (Hoca Ahmed Yesevi’den cihaz-ı fakrı kabul idüb diyarı Rumda sahibi seccade olmağa
izin almış ve üç yüz yetmiş fukarasıyla Kaligra sultan ser çeşme-i fukara olduğu halde, Rumda Orhan Gaziye
gelüb sığınmıştı. Bursa fethinden sonra, Hacı Bektaş Kaligra sultanı yetmiş kadar fukarasıyla Moskov, Leh, Çek
Dobruca diyarlarına gönderüb Rum erenlerinden olmağa izin vermişti.)
[22] Topkapı Sarayında, Hazine Kütüphanesi Kitabları arasında No. 1612 ye bakınız.
[23] Hasluck yukarda ismi geçen etüdlerinde, Evliya Çelebi tarafından tesbit edilen Saltuk Menkıbesini tedkik
ile, Sarı Saltuğun Kırımdan gelen muhacir Tatar kolonları tarafından Baba çağa ithal edilen bir aşiret evliyası
olduğunun farz edilebileceğini (sf. 68) ve onun Kırım’da Sodak civarındaki şehre ismini veren Baba Saltuk
ismindeki veli olması lâzım geldiğini, ilk defa İslâmiyeti kabul etmiş bir Türk hükümdarı olmak üzere maruf
efsanevî bir şahsiyet olan Saltuk Buğra (944-1038) ile Sarı Saltuk arasında bir sirayet hadisesi mevzuubahis
olabileceğini, Kürd halk rivayetlerinde mevcud Sarı Saltı unvanlı dervişin Sarı Saltık efsanesinin garba doğru
intikalinde bir menzil teşkil ettiğini söylüyor. Sarı Saltuk ancak bilâhare ziyâretgâha memur edilen dervişler ve
halefleri tarafından Hacı Bektaş halkasına idhal edilmiş bir aşiret evliyasıdır. Sarı lâkabı umumiyetle aşiretlerin
inkısama uğrayan şubelerini ayırd etmeğe yarayan renk sıfatlarından gelmektedir. Yine Hasluck’a göre, bu mıntakada teşekkül eden Sarı Saltuk menkıbeleri arasında Bulgar halk rivayetlerinde İlyas Peygambere aid
bulunan menkıbeler mevcuddur. Arnavudlukda ise eski Ayayorgi hikâyeleri kontrolsüz bir şekilde
benimsenilerek, eski Hristiyan bir azizin yerine bir Müslüman evliya kaim olmuştur.
[24] Menşe ve teşekkül tarzı ile hizmet ettikleri gayeler ve kullandıkları usuller bakımından muhtelif türbe ve
tekke tipleri bulunabileceği ve hattâ zamanla ayni tekkenin hayatında büyük değişiklikler olabileceği aşikârdır.
Bu hususda Husluck’un yukarda 14 numaralı notta ismi geçen etüdlerinde etraflı malûmat vardır. Zaviye tipleri
arasında Anadolu’da Seyyid Battal Gazi, Hüseyin Gazi, Melik Gazi ile İstanbul’daki Eyüb Sultan türbeleri gibi
sekizinci ve dokuzuncu asırların mücadeleleri esnasında ölmüş bulunan Arab kahramanlarının mezarları
olduğu farzedilen yerlere hususi bir mevki ayırmak lâzım gelir. Bu mezarlar çok defa bir rüya veya keramet
vak’asile keşf ve tesblt edilmiştir. Bundan başka Hasluck’un dikkate çok değer bazı misallerini verdiği üzere
Osmanlı devrindeki zaviyelerden bir kısmının eski Hıristiyan azizlerine atfedilen halk peristişgâhlarının yerinde
kurulması ve bir müddet sonra oralarda gömülü farz edilen azizlerin ismi değiştirilerek Türk fütuhatı
devirlerine mensub gösterilmesi ve bazı tekkelerin eski manastırlar olması da mümkündür. Bu suretle bu
mezar hakkındaki mahalli eski halk itikadlarının İslâmileşmiş bir şekil altında devam edeceği tabiidir. Bazı
yerlerde tekkenin veya iki taraflı peristişgâhların mecnunlar, sar’alılar ve kısır kadınlar üzerinde şifa verici bir
şekilde müessir olmak hususunda haiz oldukları farz edilen hassalarından Hıristiyan ve Müslüman halkın
müştereken istifade etmekte bulunmaları ile son zamanlarda bektâşîlerin diğer tarikatlerin mübarek yerleri ile
birtakım aşiret ziyaretgâhlarını benimsemek için kullandıkları usullerin müessiriyetine aid misaller bu
hususdaki imkanların nevileri hakkında dikkate şayan misaller vermektedir. (sf. 24, 27)
Zaviye kurmak için vesile ittihaz edilen sebeb ne olursa olsun, o zamanki iktisadi ve içtimai bünyenin ve dini
hislerin tabii ve zaruri bir neticesi olarak her tarafta zaviyeler kurmak ve hayatı bu zaviyeler etrafında
manalandırmak ve teşkilâtlandırmak büyük bir ihtiyaç halinde hissedilmektedir. Devrin hususî şartları içinde
zaviyelerin tebarüz ettirilmeğe değer bir mâna ve vazifesi olduğu şüphe götürmez bir hakikattir. Bu dikkate
şayan kudret tezahürlerine, dinî ve tasavvufî cereyanların kendi organlarını yaratma faaliyetine bilhassa
köylerde tesadüf edilmesi ise; o devirlerde köy hayatının bugün olduğu gibi şehirlerin tabii artık ve ek bir
mevcudiyeti yaşamaktan ibaret olmaktan ziyade; kendilerine mahsus bir âlemi ve hayatı yaratmakta devam
edecek kadar müstakil ve hayatiyeti bol bir uzviyet teşkil ettiklerini bütün hayat prensiplerini kendi içlerinde
bulduklarını, kuvvetli bir şekilde köklerinin kendi toprakları içinde olduğunu göstermektedir.
[25] 11 ve 18 numaralı notları okuyunuz.
[26] Tedkik ettiğimiz zaviye şeyhlerinin umumiyetle bir cemaat beyi veya kabile reisi olması, bizim burada iddia
ettiğimiz fikrin doğruluğunu isbat hususunda, ehemmiyetli bir delil teşkil edecek mahiyettedir. Bu gözle tedkik
edildiği takdirde, bir aşiretin muhtelif parçalarının muhaceret dolayısile gidip yerleştikleri uzak noktalarda hep
aynı nam altında köyler ve zaviyeler kurması ve evliyalar kabul etmiş bulunması keyfiyetini de kolayca izah
edebilir. Hasluck da yukarda ismi geçen makalelerinde, haklarında uydurulan, menakıb ne olursa olsun, birçok
tekkelerin bir aşiret evliyası mezarı olarak kurulduğunu farz ve kabul etmektedir. Bu suretle, Karaca Ahmed’in,
Ak Yazılı Babanın, Sarı Saltuğun muhtelif yerlerdeki mezarlarını ve bu isimlerde müteaddid köylerin
mevcudiyetini, hep ayni aşiretin muhtelif yerlere dağılmış olan muhtelif parçalarının eserleri gibi kabul ediyor
ve evliya isimlerindeki sarı, kızıl gibi renk sıfatlarının ayni kabilenin muhtelif parçalarının yekdiğerinden
ayrılması için kullanılan sıfatlar olması lâzım geleceğinden, bu suretle mevzuubahis sıfatları taşıyan evliyaların
kabilevî menşeini isbata çalışıyor.
Bu faraziyeler, bizim tedkik ettiğimiz dervişlerin ve o dervişlerin temsil ettikleri grupların orta Asya’dan gelmiş
muhacir göçebelerin mümessili ve bu muhaceret akınının öncüleri olduklar hakkındaki iddialarımızı tenvir
edecek mahiyette olduğu gibi bizim burada zikrettiğimiz misallerle daha fazla da kuvvet kazanmış olmaları
lâzım gelir.
Å Hukuk Fakültesi Mecmuasının VII inci cildinin 1-2 inci sayılarında (1341) Sultanların temlik hakkı ve mülk
toprakları ismini taşıyan makalemize bakınız (si. 489).
[27] Ve haric-ez-defter bazı mahûf derbend ve memerr-i nâs vâki’ olan kurada kadimden zaviyeler vaz’ olunub,
ahalisi Kızılbaş fetretinde perakende olub gitmek ile kura ve zevâyâ hâli ve harâb kalub, bervech-i tahmin
yazılıb timara virilmiş imiş. Öyle olsa, vilâyet-i mezbûre müceddeden kitabet olundukda, o hâli ve harâb olan
kuranın ehâlisinden ba'zı kayd-ı hayatda olanları hazreti hüdâvendigâr-ı gerdûn iktidarın eyyâm-ı adaletinde il
ve vilâyet emn-ü emân üzere âsûde hâl olmağla gelüb her biri yerlü yerine mütemekkin olub şenlenüb, ehâli-i
vilâyet-i mezbûre zikr olan hâli ve harab zaviyeler ihya olunması lâbud ve lâzımdır, memâlik-i mahrûsaya dahi
intifa'ı vardır deyü rica eyledükleri bâisden, vukuı üzere der-i devlet nisaba arzolundukta padişahımız
e'azzallâhü ensarühu hazretlerinin hayrât-ı âmme meyl-i tâmmesi olub ba'zı evvelden harâb ve yebâb olub girü
ihyâsı lâzım olan kuraya ve ba'zı mahûf derbendlerde ber-karar-ı sabık ihdası lâbüd olan mahallerde zaviyeler
vaz' idüb evkafını hullide mülkünû kibelinden her hangi karyede vâki' olmuş ise mahsulünden birer çiftlik
ta'yin ve takdir idesin diyü emrolunmağın ber muceb-i emr-i münîf lâzım olan mahallerde ba'zı ihya ve ba'zı
ihdas zaviyeler vaz' olunub sebt olundu. (İstanbul Başvekâlet Arşivi 917 numaralı defter.) Bu kanunun bütünü, yakında neşredilmiş bulunacak olan Osmanlı İmparatorluğunda. XV. ve XVI. Asırlarda, Zirai Ekonominin Hukuki
Ve Mali Esasları isimli kitabımızın birinci cildinde XX numaralı kanun olarak mevcuttur (sf. 74).
[28] İktisad Fakültesi Mecmuası’nda neşredilmekte olan Osmanlı İmparatorluğunda Büyük Nüfus Ve Arazi
Tahrirleri Ve Hakana Mahsus İstatistik Defterleri isimli etüdümüze bakınız (cild: II).
[29] Hukuk Fakültesi Mecmuasında (1940 senesi, VI. cildin birinci sayısından neşredilmiş olan «Evlâdlık
Vakıflar» başlıklı yazımıza bakınız.
[30] İktisat Fakülten Mecmuasının l, 2 ve 4 üncü sayılarında çıkmış olan Osmanlı İmparatorluğunda Toprak
İşçiliğinin Organizasyonu Şekilleri: L, Kulluklar Ve Ortakçı Kullar başlıklı makalelerimize ve bunlar içinde
bilhassa 47 numaralı notun bulunduğu yere ve XXXV numaralı kayda bakınız.
[31] Zaviyelerin din propagandası bakımından oynamış bulundukları rolün büyük olması lâzım gelir. Cahil halk
yığınları için azizlerin mezarlarına, onların metrukatına ve kerametlerine inanmak daha basit ve kolay
anlaşılabilir bir din teşkil etmektedir. Bu sebeble, bahsettiğimiz zaviyelerdeki dinî hayat kolayca evliya perestlik
şekline girmiş bulunduğundan halk arasında büyük bir tesir icra edecek vaziyettedir.
Diğer taraftan, bahse mevzu zaviyeleri kuran veya idare eden dervişler çok defa yerel hristiyanları temsil
kabiliyeti dikkate şayan bir derecede büyük bir takım dini cereyanların ve tarikatlerin mümessilleridirler. Bu
tarikatlerin ekserisinde bilahare bektaşilikte olduğu gibi İslâm dini yerli halk tarafından benimsenebilmek için
lâzım gelen bütün kolaylıkları ihtiva eden bir şekle girmiş münevver, müsamahakâr ve telife bir mahiyet alarak
hazan yerli ayin ve itikadları da benimseyebilmiştir. Bütün insanların kardeşliği, işe ve vicdan temizliğine
nazaran dini ayin ve ibadet sahasındaki şekilciliğin kıymetsizliği gibi, her dervişane düşüncede gizli bir şekilde
mevcud bulunan fikirler, dini kaynaşmayı büyük nisbette kolaylaştırıyordu; Hasluck’a nazaran, İslâmiyet’in
ehl-i sünnet haricinde kalan bu uzlaştırıcı ve munis şekillerinin tesiri altında cahil Hristiyanların din
değiştirmeleri pek kolay olmuş ve bu suretle fâtih bir ırk veya misyoner teşkilatına malik bir ruhban sınıfı
tarafından ecnebi memleketlere getirilen bir din. ikna ve intibak kuvvetiyle kendisini yerli âyinler üzerine ilâve
ve ilzam etmiştir. Bu suretle dini kaynaşmayı mümkün kılarak Hıristiyanlar için İslâmlığı kolayca kabul edilir
bir şekle sokmak hususunda bektâşîliğin ne suretle çalıştığını göstermek isterken Hasluc’un iki taraflı
ziyaretgâhlar hakkında vermiş olduğu malûmat da dikkate şayandır. Bektaşîler ve onlardan evvel diğer
tarikatler bu nevi tekke ve ziyaretgâhlarda yatan Müslüman evliyanın mezarında bir de Hıristiyan aziz
bulunduğunu veya eski Hıristiyan azizin gizlice Müslümanlığı kabul etmiş bulunduğunu ileri sürerek türbeleri
her iki din sâlikleri için ziyaret edilebilir bir hale sokmuşlar ve bu iştirakten kendileri için büyük faydalar
ummuşlardır (st. 53, 62). Böylece Hasluck’a göre, Selçuk hanedanının cismânî ve mevlevî dervişlerinin ruhani
merkezi olan Konya’da, ayni suretle gerek Hıristiyan ve gerek Müslümanlar tarafından hiç bir vicdanî endişe
olmaksızın ziyaret edilen dört peristişgâh vardı. Bu gibi imkanlarla Konya sultanları zamanında Hıristiyanlık ve
İslâmlık birbirine yaklaşıyor ve kaynaşıyordu. Orta zaman Anadolusunun gayrı mütecanis ahalisi arasında bir
kaynaşma zemini hazırlayan bu nevi dini cereyanlar, sultanlar için siyasi bakımdan, mevlevîler için ise felsefi
görüşten arzuya şayandı ve bu ihtiyaca cevap vermek için doğmuşa benziyorlardı. XV. asırdaki Şeyh Bedrüddin
isyanının muharrik kuvveti de temsil ettiği fikirlerin bu nevi bir dinî kaynaşma ihtiyacının hazırladığı bir zemin
üzerinde kolaylıkla yayılabilir bir mahiyette olmalarından geliyordu (sf. 141).
[32] Bu zaviyelere uğrayan yolcular orada herkese açık bir misafirhane, yatacak yer ve yiyecek
bulabilmektedirler. Hattâ bunlardan bazılarında mevcut kazan ve tepsilerin adedi hiç olmazsa ayin ve bayram
günlerinde büyük mikyasta yemek dağıtıldığını isbat etmektedir. Mesela. Hasköyün köylerinde Yağmur Oğlu
Hasan Baba zaviyesinde 16 kazan, 37 tepsi ve 16 bakraç vardır ve senede 350 kadar adak koyun kesilmektedir
[96]. Çirmende Hızır Baba zaviyesinde sekiz kazan, 16 tepsi vardır. Diğer birçoklarında gerek yemek takımları
gerek halı, yatak ve yorgan çoktur. 63 numarada kayıtlı bulunan Ahi Ana zaviyesinin eşyalarına da bakınız.
 "