Merhabalar, Anadolu'nun İslamlaşma sürecinde önemli bir tarihsel aralığa tekabül eden ve İslam'ın ikinci koşusu olarak adlandırılan 11. ve 13. yüzyıl arasındaki dönemde cereyan eden olaylara dair okuma notlarını paylaştığımız blogumuza hoşgeldiniz.

30 Mart 2017 Perşembe

Cemaat ve tarikatler tarihinden bir sayfa - SEVAN NİŞANYAN

15:44 Posted by Bedri Münir , No comments
San Francisco kentine ve şimdiki papaya adını veren kişi, Aziz Francesco (it.) veya Francis (İng.) veya François (Fr.) . İtalya’daki Assisi’de zengin çocuğuyken İsa çağırmış, 1205 veya 1206 ‘da malı mülkü terk edip dilenci ve derviş olmaya karar vermiş. Babası dava edince mahkeme huzurunda giysilerini de çıkarıp çıplak kalmış, bir çuval parçası ile örtünmüş, beline ip bağlamış. Şehir dışında bir kilise yıkıntısına sığınmış. İnşaatlarda ücretsiz çalışma karşılığında verdikleri bir tas yemekle karnını doyurmuş.

Çoğu kentin zengin ailelerinden gelen on bir müridi ona katılmış. Kural koymuşlar: Bireysel ve kolektif, asla mal ve mülk edinilmeyecek. Paraya el sürülmeyecek. Birine amir pozisyonda asla çalışılmayacak. Yollara düşülüp insanlar tövbeye davet edilecek. Her yere yayan gidilecek. Yola çıkarken asla eşya alınmayacak. Fratres Minores, yani “uşak kardeşler” veya “ ufak kardeşler” adını seçmişler; Tevazu, Sadelik, Fakirlik ve Dua’yı ilke edinmişler. Peşlerinden gelenlere postulantes, yani Taliban adı verilmiş.

Hareket çığ gibi büyümüş. Önce İtalya’yı, sonra tüm Avrupa’yı sarmış. Her sınıf ve tabakadan on binlerce insan çul giyip dervişlere katılmış. İki üç yıl sonra İspanya’lı Aziz Dominik’in, tebliğ ve irşada biraz daha fazla ağırlık veren rakip hareketi ortaya çıkmış. Onlar da eşit ölçüde yaygınlık kazanmışlar.

Papa önce biraz tereddüt ettikten sonra 1210’da Fransiskenleri, 1215’te Dominikenleri birer ordo, yani tarikat olarak tescil etmiş. Böylece dervişler din görevlisi olarak tanınmışlar; vergiden ve feodal yükümlülüklerden muaf olmuşlar; kendi teşkilatları üzerinden direkt papaya baş vurma hakkı kazanmışlar. 1215’te Azize Clara’nın önderliğinde kadınlar şubesi de kurulmuş. Dervişliği göze alamayan fakat onlara özenen siviller için 1221 ‘de bir de Üçüncü Yol teşkilatlanmış. Bu yola mensup olanlar için şehirlerde birer cemaat evi açılmış. Hafta içi gelemeyenler Pazar günleri o evde ibadet ve zikir için bir araya gelmişler.

Dağlar dereler başıbozuk vaizlerle dolunca önce disiplin, sonra barınma meselesi gündeme gelmiş. 1217’de ilk kez yerel ve bölgesel yöneticiler atanmış; yetkileri, atama ve azil koşulları belirlenmiş. 1220’de derviş çulu giymeden önce bir yıl acemi eğitimi (novitiatus)zorunlu kılınmış. Çalı çırpıdan barınaklar yerine her  şehir ve kasabada düzgün birer konukevi (conventus) yapılmasına veya edinilmesine karar verilmiş; Türkçesi tekke olsun. Bunlardan ilkini Azizin kendisi, Compostela ‘da, yılda bir sepet balık karşılığında almış. Sonrakilerde mülkiyet sorunu çeşitli şekillerde çözülmüş. Kiminde vakıf kurulup kullanımı kardeşlere tahsis edilmiş; kiminde sivil kişiler mütevelli sıfatıyla mülkü üstlerine almışlar. Bakım ve onarım için ayrıca fonlar oluşturulması gerekmiş; dolayısıyla her konvent’e bir hazinedar bir de acemilerin eğitimi için hoca kadrosu ihdas edilmiş. Normal kilise papazlarıyla derviş vaizler arasındaki çekişmeler ayyuka çıktığından, 1230’lara doğru papa derviş  tarikatlerine kendi kiliselerini edinme veya inşa etme yetkisi tanımış. Bunların finansmanı ister istemez sivillerden toplanan bağışlarla sağlanmış. Kardeşlerin bağış toplamak için bazen zorlayıcı yöntemlere başvurduklarına, ölümü yaklaşan mülk sahiplerinin etrafında “ akbaba gibi” beklediklerine ilişkin şikâyetler sıklaşmış.

1223’te papanın onayladığı tarikat tüzüğü (regula) birçok yenilik getirmiş. Mesela tekkelerin eğitim amacıyla kitaplar edinebileceği (ki o devirde kitap, olağanüstü pahalı bir lükstür), ileri gelenlerle seçkin konukların kardeşlerden ayrı odada yemek yiyebileceği, yolculukta kitap ve diğer gerekli eşyanın taşınabileceği, sağlık durumu gerektirirse ata binilebileceği, şahsi olmamak şartıyla mülk, borç, ipotek ve kira işlemleri yapılabileceği, görevli kardeşlere yolluk ve tahsisat verilebileceği vb. karara bağlanmış.

Aziz Francis bu gelişmeler üzerine derin bir yeise kapılmış. “Benim yolum, benim kardeşliğim, benim idealim bu değil” diye isyan etmiş. “Ben“ diye ısrar etmenin kibir olduğunu, bunun da bir dervişe yakışmadığını kendisine hatırlatmışlar. Bunun üzerine üç yoldaşını yanına alıp La Verna dağının tepesindeki kayalarda inzivaya çekilmiş. Çalı çırpıdan yapılmış kulübesinde bir yıl aralıksız dua etmiş. O kadar derin bir acı çekmiş ki el ve ayaklarında Hz. İsa’nın çarmıhının izleri (stigmata) belirmiş. Ama nedense hayattayken bu husus gizli tutulmuş. 1226’da vefatının ertesi günü müjdeli haber müminlere iletilmiş.

Stigmata mucizesinin de etkisiyle Francis ölümünden hemen sonra aziz ilan edilmiş. Cenaze töreni papanın ve çeşitli hükümdarların katılımıyla büyük bir şaşaa ve debdebeye sahne olmuş. Mezarının olduğu Assisi’de muhteşem bir türbe ve kilise inşası için kollar sıvanmış. O kilise Ortaçağ İtalyan mimarisinin şaheserlerindendir. Duvar resimleri Rönesans sanatının ilk kıpırtıları arasında sayılır. Halen Avrupa’nın önemli dini ziyaret merkezlerindendir. Yapının finansmanı doğal olarak bir servet gerektirmiş. Güçlü kişilerden himmet parası toplamışlar. Tarikatın o dönemki yöneticisi olan Cortona‘lı Elias daha sonra yolsuzluk iddiasıyla görevden alınmış. Bunun üzerine papaya karşı savaşan Alman imparatoru 2. Frederik’in hizmetine girmiş; Bizans hükümdarına o koalisyona dahil etmek amacıyla 1241’de İstanbul’a bile gelmiş. İstanbul’da kendisine Hakiki Haç’ın bir parçasını hediye etmişler, ya da satmışlar, tam anlamadım; halen Cortona’daki kilisede durur.

Tarikat içinde Aziz Francis’in sadeliğini savunanlar hep olmuş. Bazen yatıştırmışlar, bazen baskı görmüşler. Bir kısmı zındık ve isyancı ilan edilip idam edilmiş. Bir süre sonra Observant‘lar adıyla ayrı bir tarikat kurup ayrılmışlar, ama onun da akıbeti öbürlerinden çok farklı olmamış sanırım.
John Moorman, A Historyof the Franciscan Order(Oxford Univ. Press 1968) 1517 yılına kadarki tarikat – içi çekişmeleri 600 küsur sayfada anlatılıyor. Siyasi hizipleşme ve entrika hikâyelerine meraklı olanlar için derslerle dolu bir öykü.

Kıssadan hisse
Çıkaracağımız dersler neler?
Bir, bu dünyada temiz kalamazsın.
İki, kazanan kaybeder.
Üç, gücün mantığına direnemezsin.
Bazı dini önderler diğerlerinden daha temiz kalabilmiş. İktidar şansını bulunca hemen atlamamış; dünyevi hakimiyetin tuzaklarından kendini sakınmış. “Allahım ben ne yaptım” diye kendine sorma erdemini koruyabilmiş. Bu da övgüye değer bir şey sanırım.

Doğu bağlantısı
1219’da Francis İslam diyarına seyahat edip, bir yılı aşkın bir süre Mısır ve Suriye’de bulunmuş. Görünürde amacı Müslümanları İsa dinine davet etmek, ama bunun daha ziyade içe dönük bir söylem olduğu anlaşılıyor. Kahire’de Selahaddin Eyyubi‘nin oğlu Melih el–Kâmil ile görüşmüş, onun konukseverliğini ve yardımlarını görmüş. Amaç tebliğ olsa şüphesiz öyle olmazdı. Uzun süre kalıp belki oralara yerleşmeyi de düşünmüş, ama İtalya’dan elçi gelen kardeşlerin ısrarlı ricasını kıramayıp dönmüş.

Yazık ki elimin altında kaynak yok, tam kronolojiyi çıkartamıyorum. Ama hatırladığım kadarıyla islam aleminde derviş tarikatlerinin, Kalenderiliğin, Melamîliğin, Ahiliğin patlama halinde geliştiği, Sühreverdi’nin (1191), Sadreddin Konevî’nin (1274) etkin olduğu yıllar tamı tamına bu yıllardır. Mevlana Celaleddin birkaç yıl sonra belirir; Baba ilyas ve Baba ishak derviş hareketleri aşağı yukarı o yıllarda patlak verir. Hacı Bektaş büyük ölçüde efsanevi bir karakter de olsa, yaşadığı rivayet edilen dönem o yıllara tarihlenir.

Rastlantı olamayacak kadar büyük bir paralellik var ortada. Ama etki yönü hangisidir, iletişim kanalları varsa nelerdir, ya da benzer hareketler iki tarafta ortak sosyal ve ekonomik koşulların ürünü olarak mı ortaya çıktılar, onu bilmiyorum. Ciddi bir şekilde bu soruları soran, araştıran, cevap bulan çok fazla tarihçi olduğunu da sanmıyorum.

Batıda bu mevzulara ilgi gösterenler genellikle Katolik öğretisine bağlı dindar insanlardır; Şark kaynaklarına vukuf ve ilgileri kısıtlıdır. Doğuda durumlar malum. Bu şartlarda kim çıkıp da bu denli ilginç ve önemli bir konuyu inceleyip önümüze koyacak, şimdilik bilmek mümkün görünmüyor.

Sevan Nişanyan
Kaynak: http://nisanyan1.blogspot.com.tr/2017/03/cemaat-ve-tarikatler-tarihinden-bir.html

Türk Yükselişi: Küçük Asya'dan Balkanlara - FERNAND BRAUDEL

15:37 Posted by Bedri Münir , No comments
Okuma grubumuzun konusuna ve alanına giren bir pasajı paylaşmak istiyoruz. Büyük tarihçi Braudel özellikle Osmanlının yükselişi ve Balkanlara doğru akınlarını aşağıdaki ifadelerle aktarmıştır. Pasajın konunun ilgilileri için hayli anlamlı olduğunu düşünmekteyiz. Buyrunuz.

Türk yükselişi: Küçük Asya'dan Balkanlara

Türk yükselişinin kökeninde, üç yüzyıllık ısrarlı çabaları, uzun mücadeleleri, mucizeleri saymak gerekmektedir. XVI, XVII. ve XVIII. yüzyıl batılı tarihçileri sıklıkla bu "mucizevi" yan üzerine dikkatlerini yoğunlaştırmışlardır. Gerçekten de, macera ve dinsel tutkunun buluşma yeri olan Küçük Asya'nın belirsiz sınırlarında kavgaların rastlantısı içinde büyüyen şu Osmanlılar ailesinin öyküsü ne kadar da olağanüstüdür!
Çünkü, Küçük Asya en mükemmelinden bir dinsel heyecan alanıdır: savaş ve din burada kolkola bulunmakta, savaşçı esnaf birlikleri burada kaynamakta ve bilindiği üzere yeniçeriler güçlü Ahi, sonra da Bektaşi tarikatlarına bağlı olmaktadırlar. Osmanlı devleti ilk atılımlarını, temellerini, heyecanlarını bu kökenlere borçludur. Mucize küçük devletin, coğrafi konumuna içkin olan karmaşa ve arızalara rağmen ayakta kalabilmiş olmasındadır.
Osmanlı devleti ayakta kalıp, yaşamını sürdürürken Anadolu ülkesinin yavaş dönüşümlerini kendi lehine kullanmıştır. Osmanlıların talihi, derinliklerine inildiğinde, Türkistan halklarını batıya sürükleyen, çoğu zaman sessiz güçlü istila hareketlerine bağlanmaktadır. Osmanlı talihi XIll. yüzyılda Rum ve Ortodoks olup, tekrarlanan sızmaların ve kesin toplumsal kopuşların sonucunda, ama aynı zamanda bazıları devrimci, "Babalılar[1], Ahiler, Abdallar gibi komünist; diğer bazıları da Konya'daki Mevleviler gibi daha barışçı mistikler olan" Müslüman dinsel tarikatlarının şaşırtıcı dinsel propagandaları sonucunda Türk ve Müslüman olan Küçük Asya'nın bir iç dönüşümünün ürünüdür. G. Huart'a göre, Köprülüzade[2] bunların din yayma faaliyetlerini yakında açığa çıkartmıştır. Bunların şiiri -propagandaları- Batı Türk edebiyatının şafağını belirlemiştir.[3]
Boğazların öte yanındaki Türk fethi koşullar tarafından geniş ölçüde kolaylaştırılmıştır. Balkan yarımadası fakir olmanın uzağındadır, hatta XIV. ve XV. Yüzyıllarda oldukça zengindir. Fakat bölünmüştür: Bizanslılar, Sırplar, Bulgarlar, Arnavutlar, Venedikliler, Cenevizliler burada birbirleriyle boğuşmaktadırlar. Dinsel olarak Ortodokslar ve Latinler mücadele halindedirler; nihayet toplumsal olarak Balkan dünyası aşırı bir narinlik içindedir -gerçek bir iskambil şatosu-. Bütün bunları akılda tutmak gerekmektedir: Balkanlardaki Türk fethi şaşırtıcı bir toplumsal devrimden yararlanmıştır. Senyörlük[4] rejimine tabi, köylüler için sert bir toplum darbe karşısında şaşkına dönmüş ve kendiliğinden çökmüştür. Topraklan üzerinde mutlak egemenler olan büyük maliklerin sonu olan fetih, bazı bakış açılarında "sefillerin kurtuluşu" olmuştur. Küçük Asya, yüzyıllar süren çabalarla sabırla ve yavaş yavaş fethedilmiştir; Balkan yarımadası istilacıya direnmemişe benzemektedir. Türklerin çok hızlı ilerledikleri Bulgaristan'da, ülke onların gelmelerinden çok önceleri şiddetli kırsal karışıklıklar nedeniyle böylesine bir duruma hazırlanmıştır. Yunanistan'da bile toplumsal devrim meydana gelmiştir. Sırbistan'da ulusal senyörler yok olmuş, Sırp köylerinin bir kısmı vakıflara bağlanmış veya sipahilere dağıtılmıştır. Öte yandan, bu askerler ve senyörlükleri yaşanılan boyu süren bu sipahiler başlangıçta nakdi ödentiler talep etmişlerdir, angarya değil. Köylülerin durumlarının tekrar güç hale gelmesi için zaman geçmesi gerekecektir. Üstelik Bosna'da, Saraybosna civarında, kısmen Bogomillerin canlı sapkınlıklarıyla bağlantılı olan, kitlesel din değiştirmeler meydana gelmiştir. Durum Arnavutluk'ta daha da karmaşıktır. Buradaki toprak malikleri kendilerine Venedik presidiolarında[5] sığınak bulmuşlardır; 1501 'e kadar Signoria'ya bağımlı olmaya devam eden Durazzo'nun (Draç) durumu böyledir. Bu kaleler düşünce, Arnavut soyluluğu ardıllarının bazen bugüne kadar sürebildikleri İtalya'ya sığın􀒧ıştır. Ancak bu, 1600'de Napoli'de sönen Musachi ailesinin durumu değildir. Fakat bu aile hakkında, 1510'da Giovanni Musachi tarafından yayınlanan ve bir sülalenin kaderini aydınlatan değerli bir Historia deila Case Musachi'ye sahibiz. Bu eski ailenin adı, bu ailenin eskiden muazzam malikanelere sahip olduğu, Arnavutluk'ta Muzekieler ülkesi denilen bölgede muhafaza edilmiştir. Bu sürgünlerin ve yeni ülkelere uyum sağlamalarının tarihi şaşırtıcıdır. Ancak bu tarih, Balkanların tüm senyör ve toprak sahipleri için geçerli değildir. Fakat sonları ne olursa olsun ve hatta kendilerini inkar ederek anlık olarak kurtulmuş olsalar bile, sorunun bütünü aynı olarak kalmaktadır: Türklerin karşısında toplumsal bir dünya çökmüştür; bu çöküş kısmen kendiliğinden olmuştur ve Albert Grenier'nin şu düşüncesinin istisnasız doğru olduğunu bir kez daha düşünmek gerekmektedir: "ancak bunu isteyen toplumlar fethedilebilirler".
Bu toplumsal gerçek, istilacıların tahribat ve başarılarını açıklamaktadır. Çabucak ve çok uzaklara ilerleyen süvarileri; yolları keserek, hasatları mahvederek, ekonomik hayatın örgütlenmesini bozarak, ordunun ağırlıklı kısmına kolay fetihler hazırlamaktaydılar. Sadece dağlık kesimler, yaklaşan yenilmez istilacıya karşı bir süre korunabilmişlerdir. Bu istilacı Balkan coğrafyasının gerçeklerine bağlı olarak önce büyük nehir çukurları boyunca uzanan ve Tuna'ya ulaşan büyük yollara egemen olmuştur: Meriç, Vardar, Drina, Morava. Türkler 1371'de Meriç üzerinde Cernomen' de; 13 89' da Vardar, Drina ve Morava'nın birbirlerinden uzaklaştıkları. Kosova'da zafer kazanmışlardır. 1459'da bu kez Demirkapı'nın ötesinde Smeredevo'da, "Morava'nın Tuna'ya kavuştuğu ve aynı zamanda Belgrad'ın Macar ovasının ön kısımlarına komuta ettiği noktada" başarılı olmuşlardır.
Türkler doğudaki geniş ova mekanında da çok çabuk zafer kazanmışlardır. 1365'te başkentlerini Edirne'ye taşımışlar, 1386'da Bulgaristan'ın tümü, sonra da Teselya'nın tamamı fethedilmiştir, Fetih dağlık batıda daha yavaş ve çoğu zaman da, gerçek olmaktan çok, görünüşte olmuştur. Yunanistan'da Atina 1456'da, Mora 1460'ta ele geçmiş, Bosna 1462-1466'da, Hersek 1481 'de bazı "dağ krallıkları"nın direnmesine rağmen fethedilmiştir. Bizzat Venedik, Türklerin Adriyatiğe çıkmalarına uzun süre engel olamamıştır: İşkodra 1479'da, Draç 1501 'de onlardan alınmıştır. Geriye tabii ki daha yavaş olan şu öbür fethi kaydetmek kalmaktadır: yol, müstahkem mevkiler yapımı, deve kervanlarının oluşturulması, çoğu zaman Bulgar artçılara (voynuk MAK) emanet edilen koskoca bir iaşe ve taşıma sisteminin hareketi, nihayet ve özellikle Türklerin egemen oldukları veya inşa ettikleri veya tahkim ettikleri kentler aracılığıyla örgütlenen şu fetih. Bu kentler Türk uygarlığının gerçek ışıma odaklan olmuşlardır: bunlar, sürekli şiddet rejiminin hüküm sürdüğünün düşünülmemesi gereken yenik ülkelerde, en azından bu ülkeleri sakinleştirmişler, evcilleştirmişler, terbiye etmişlerdir.
Türk fethi başlangıcında, doğal olarak boyun eğdirilen toplumların aleyhine olmak üzere gelişmiştir. Kosova savaşından sonra binlerce Sırp, Hristiyan alemine kadar uzanan pazarlarda köle olarak satılmış veya paralı asker olarak silah altına alınmış olmalıdırlar; fakat galip işin siyasal cephesini de ihmal etmemiştir. Bu, II. Mehmed'in 1453'ten itibaren İstanbul'a davet ettiği Rumlara tanıdığı ayrıcalıklarda görülmüştür. Türkiye sonunda, Yarımadanın bütün halklarının yerlerini aldıkları, galiple işbirliği yaparak ilginç bir şekilde şurada veya burada Bizans İmparatorluğunun ihtişamını yeniden ortaya çıkardıkları kadroları yaratmıştır. Bu fetih yeniden bir düzen, bir pax turcica kurmuştur. 1528'de "ülke emindir ve hiçbir soygun haberi, ne de yol kesen haydut haberi alınmaktadır" diye yazan şu adı bilinmeyen Fransıza inanalım. Aynı dönemde aynı şeyleri Katalonya veya Calabria için söylemek mümkün müdür? Bu iyimser tablonun içinde bir gerçek payının olması gerekir, çünkü Hristiyanların gözünde Türk İmparatorluğu uzun süre hayranlık verici, anlaşılmaz, düzenliliğinden ötürü şaşırtıcı olarak kalmıştır; çünkü bu imparatorluğun ordusu Batılıları disiplini, sessizliği ile olduğu kadar cesareti, mühimmatının bolluğu ve askerlerinin değer ve dayanıklılığı ile de hayran bırakmıştır. Ancak bu durum, Hristiyanın yukarıdaki duygularının tersine, bu "bütün yaptıkları işlerde köpekten beter olan" kafirlerden nefret etmelerini engellememektedir; bu söz 1526'da söylenmiştir.
Ancak yargılar yav􀄖ş yavaş daha adil hale gelmişlerdir. Türkler kuşkusuz Tanrının yolladığı bir bela idiler; İsviçre'nin Roman bölgesinin ıslahatçısı olan Pierre Viret 1560'ta onlar hakkında "Tanrı eğer, eskiden imanları gevşeyen Yahudileri olduğu gibi bugün Hristiyanları Türklerle cezalandırıyorsa buna şaşmamalıyız ... Çünkü Türkler bugün Hristiyanların Asurluları ve Babillileri ve Tanrının falakası, belası ve öfkesidirler" (34) diye yazmaktadır. Yüzyılın ortasından itibaren Belan du Mans gibi olan başka kimseler onların erdemlerini teslim etmeye başlamışlardır; ve bunun devamında herkes bu garip, tersine ülke hakkında hayal kurmaktan hoşlanmaya başlayacaktır, çünkü bu Batı toplumundan ve zorlamalarından sıyrılmanın bir yolu olmaktadır.
Fakat Türkleri Avrupa'nın hata ve zayıflıklarıyla açıklamak bile bir gelişmedir. Bir Raguza’lı bunu I. Maxmilien'e söylemiştir: Avrupa ülkeleri bölünürlerken, "Türklerin imparatorluğunda bütün yüce otorite tek bir kimsenin ellerindedir, herkes sultana itaat etmekte, o tek başına yönetmektedir; bütün gelirler ona gitmektedir, tek kelimeyle o efendi, diğer herkes onun kölesidir". 1533'te Ferdinando'nun elçilerine, bir Venedikli ile bir kölenin oğlu olan, uzun süre vezir İbrahim Paşanın gözdesi olan şu şaşırtıcı kişi Aloysius Gritti'nin açıkladıkları da özü itibariyle bunlardır. V. Carlos gücünü 1. Süleyman'ınkine karşı rizikoya sokmamaktadır. "Verum esse Caro/um Caesarem potentam sed cui non omnes obediant, exemplo esse Germaniam et lutheranorum pervicaciam".
Türk gücünün, Avrupa zayıflıklarının karmaşasının ortasında gerçek bir mekanik güçle sıkışmış gibi olduğu doğrudur. Avrupa'nın büyük kavgaları, Türklerin Macaristan'a kadar ilerlemelerini teşvik ve tahrik etmişlerdir. Busbec haklı olarak "Kısa zaman içinde basımıza gelen ve ağırlıkları altında hala inlediğimiz bütün bu bir sürü belaya Belgrad'ın zaptı (29 Ağustos 1521) can vermiştir. İşte, Türkler bu kapıdan geçerek Macaristan'a girmişler ve bu durum kral Louis'nin ölümüne, sonra da Buda'nın kaybına ve Transilvanya(Erdel)'nın başka bir dünyaya ait hale gelmesine yol açmıştır. Ve nihayet, eğer Türkler Belgrad'ı almasalardı eskiden Avrupa'nın en gelişkin krallıklarından biri olarak bilinen Macaristan'a asla giremezlerdi" diye yazmaktadır.
Gerçekten de, Belgrad'ın fetih yılı olan 1521, 1. François ile V. Carlos arasındaki büyük çatışmanın başlangıç yılı olmuştur. Bu çatışmanın devamı 1526'da Mohaç'ı; 1529'da Viyana'nın kuşatılmasını davet etmiştir. Öyküler'ini bu büyük olayın ertesinde yazan Bandello, daha da kötüsünü bekleyen, "Hristiyan hükümdarlar arasında her gün büyüyen uyuşmazlıklar nedeniyle, "Avrupa'nın bir kantonu haline gelmiş" bir Hristiyanlık sergilemektedir. Ancak Avrupa Osmanlı ilerlemesini kırmak yerine, tarihçilerin çok önceden fark ettikleri üzere, başka maceraların cazibesine kapılmakta, Atlantik ve geniş dünyanın çağrısına kulak vermektedir. Belki de yanlışlanmış, ama ortadan yok olmamış olan eski açıklamayı terk etmek gerekmektedir, yani büyük keşiflere Türk fethinin yol açtığına dair açıklamayı bir kenara bırakmak gerekmektedir; aslında bunun tersine, Doğu Akdeniz'de daha düşük bir çıkar alanının ortaya çıkmasına ve Türklerin sonradan burada pek fazla zorlukla karşılaşmadan yayılmalarına ve yerleşmelerine yol açan, bal gibi büyük keşiflerdir. Çünkü, her şeye rağmen Türkler 1571 'de Mısır'ı işgal ettiklerinde Vasco da Gama'nın Ümit Burnunu dolaşmayı başarmış olmasının üstünden 20 yıl geçmiş bulunmaktaydı.

Fernand Braudel, Akdeniz ve Akdeniz Dünyası, 2. Cilt, Eren Yayınları, 4-7 sf.

[1] Burada kastedilen “Babailer” olabilir. Yazar okuduğu metinlerdeki çeviri hatası nedeniyle bu şekilde alıntılamış olabilir.
[2] Muhtemelen kastedilen kişinin Fuat Köprülü’dür.
[3] İsmet Özel’in şiir ve Türklük arasında kurduğu ilişkiyi bu bağlamda hatırlayabiliriz.
[4] Ortaçağdaki toprak sahibi derebeyleri üzerinden işleyen mekanizma.
[5] Garnizonlu küçük kale.

9 Mart 2017 Perşembe

23. Metin: Allah Peygamber Kitap - HİKMET KIVILCIMLI

03:13 Posted by Bedri Münir , No comments
Hikmet Kıvılcımlı, Türkiye sosyalist hareketinin özgün tarih tezleriyle bilinen önderlerinden. Kıvılcımlı bu eşsiz eserinde, tarih tezinin ışığında, günümüz toplumu açısından da çok önemli bir konuya yoğunlaşıyor: Allah, Peygamber ve Kitap.

“Allah, her olayda işleyen determinist kanunlar gibidir. Peygamberler ise, aklıyla determinizmi yorumlayan bir elçidir; tarihsel determinizmin yoğun bir yansımasıdır. Zaten bu yüzden olayların gidiş kanunlarını çok iyi sezer ve yakalar. Bunu başardığı için de kendini kutsallaştırma geleneğiyle peygamber hisseder. Çünkü bu sezi de sentezleri kendisine Allah’ın verdiğini yoğunlaşmış bir gelenekle düşünür. Böylece Allah geleneği, determinizm ile üst üste oturur.”

Alıntı: http://www.kitapyurdu.com/kitap/allah-peygamber-kitap/323127.html

7 Mart 2017 Salı