Merhabalar, Anadolu'nun İslamlaşma sürecinde önemli bir tarihsel aralığa tekabül eden ve İslam'ın ikinci koşusu olarak adlandırılan 11. ve 13. yüzyıl arasındaki dönemde cereyan eden olaylara dair okuma notlarını paylaştığımız blogumuza hoşgeldiniz.

19 Ağustos 2016 Cuma

Hariçte Türk Olmak-İhsan Fazlıoğlu’nun Anadolucu tezlerle bağları- - LÜTFİ BERGEN

07:05 Posted by Bedri Münir , No comments
İhsan Fazlıoğlu’nun “Akıllı Türk Makul Tarih” kitabında Anadolucu tezlerle mutabık  bir yazı var. “Onlar Bize Türk Derler.” Bu yazıyı özetlemek istiyorum. Yazı, İhsan Fazlıoğlu’nun “Anadolucu” tezlerle akrabalığını göstermektedir. Yazının özetini verdikten sonra başka nakillerle bir değerlendirme yapılacaktır:

Anonim Tevârih-i Âl-i Osmanlar ile Aşıkpaşaoğlu’nun Tevârih-i Âl-i Osman adlı eserlerinde ilginç bir nokta vardır: Hem meçhul müellifler ve hem de Aşıkpaşaoğlu, bizzat kendileri olayları hikâye ederken Müslümanehl-i İslâmkelimelerini, karşı-taraf, başka bir deyişle ehl-i küffâr Osmanlılar hakkında konuşurken ise daima Türk kelimesini kullanırlar. Bundan daha dikkat çekici olanı, Anonimlerin, Müslüman Arap ordularının İstanbul’u kuşatmalarını anlatırken takındıkları tavırdır: İçlerinde Ebû Eyyûb Ensârî’nin de bulunduğu bu kuşatmalardan birinde, yapılan anlaşma gereği başlarında Ebû Eyyûb’un bulunduğu silahsız Müslüman bir grup Ayasofya’da namaz kılacak; akabinde Müslüman Araplar kuşatmayı bırakıp gideceklerdir. Anonimler bu olayları tahkiye ederken Müslümanlar,ehl-i İslâm gibi kelimeleri kullanırlar; söz karşı tarafa geçince birdenbire Müslüman Arap orduları hakkında Türkkelimesini kullanırlar. Bu durumun oldukça geriye giden bir tarihi bağlamı mevcuttur: Papa II. Baschalis 1100 Ağustos’unda Roma’da bir ferman yayımlar: “Müslümanlar eşittir Türkler.” Bu acil mesajın yayımlanmasının en önemli nedeni, hiç şüphesiz, Anadolu’da Müslümanlarla savaşan Avrupa orduları içerisinde bulunan papazların Kilise’ye gönderdikleri notlardır. 11 Ekim 1098’de Antakya’da cereyan eden savaşlara katılan bir papazın notlarındaki ibare şöyledir: “Her yerde Türkler.” Nitekim 1188-1190 tarihlerindeki haçlı seferine katılan Alman İmparatoru Barbarossa’nın ordusunda bulunan Ansbert, Latince kaleme aldığı kronikte Anadolu’dan artık Türkiyediye bahsetmektedir. 1228-1229’da Tannhauser’in Almanca Haçlı Seferi Şarkısı’nda, Anadolu için Türkie adı kullanılıyordu. Bu, tarihte ilk defa bir coğrafyanın Türk sözcüğüne nisbetle anılmasını doğurmuştur: Türkiye yaniTürklerin meskûn olduğu yer.

Daha geriye gidildiğinde Araplar, Türk kelimesini Parsların Turan kelimesine tercih ederek yaygınlaştırdılar. Deyiş yerindeyse Türk kelimesini cihanşümul kılan Arapçadır. 745’te kurulup 840’ta Kırgızlar tarafından yıkılan Uygurların İslâmî bir dönemde vücut bulduğu göz önünde bulundurulmalıdır. Türk olan, yani Türkî olan ile bir kavmin tarihi bir vakıa hâline gelmesi, yani millet olması anlamındaki Türk/Türklük kelimesi birbirinden ayrı değerlendirilmelidir.
 
Türkî olan ile Anadolu-Balkanlar’da vücut bulan Türklüğün doğrudan, organik, tarihi bir alakası yoktur. Benzer biçimde Kuzey Afrika’da, Yemen’de ya da değişik İslâm coğrafyalarında vücut bulmuş Müslüman Türkî tarih bileAnadolu-Balkanlar’da yeşermiş, anlam kazanmış Türklük için mukavvim bir değer ifade etmez. Öyleyse,Anadolu-Balkanlar coğrafyasında tecessüm eden, anlam kazanan Türklük, dolayısıyla Türk tarihi, bir vakıa olarak tarih sahnesine, Oğuzların 1040’da Gaznelilere karşı Dandanakan meydan muharebesini kazanmasıyla ortaya çıkmıştır. Malazgirt (1071), Anadolu Selçuklu (1075), Osmanlı (1299), İstanbul’un Fethi (1453), Türkiye Cumhuriyeti (1923) sürecini izleyen bu tarihî vakıa, bu coğrafyada yaşayan insanların tarihî ben-idrâkinin organik içeriğini oluşturur. Bu nedenle Türklüğün tarihe çıkışını Erol Güngör’ü takip edersek, 1040 tarihiyle başlatmak tarihî vakıaya uygun ve Papa II. Baschalis’in fermanında dile gelen “Müslümanlar eşittir Türkler” ifadesinin tarihî içeriğine de mutabıktır.

İlahi olarak seçilmiş, tarih yapan ırk kavramı dinî, felsefî, insanî açıdan saçmadır. Çünkü tarih kesbîdir, vehbî değil. İbn Haldun’un dediği gibi: Allah, hiçbir zamana, mekâna, kavme, aileye ve kişiye özel ahlâm tahsis etmez.” Tarih kazanıldığı gibi kaybedilebilir de. Şeyhülislâm İbn Kemal’in tavsif ettiği Türkler, İslâm tarihi ile vâkıa hâline geldiler, yani millet oldular. Mehmet Vânî Efendi (ö. 1685) Tevbe suresinin 39. Ayetindeki “yerinize başka bir milleti getirir” ifadesini, Arapların yerine getirilen milletin Türkler olduğuna yorumlamıştır. Buna göre liyakatini kaybedenin seçkinliği de kaybedeceği akılda tutulmalıdır (Fazlıoğlu, 2015: 56-59).

Yazı bu.

Balkan-Anadolu’da Türkmen – Kürt – Arap - Arnavut vs. akvamdan katılmış fertlerden terkip edilmiş bir “Müslüman millet” bulunmaktadır. Hariçte bu millete Türk derler ise de biz bize, kendi kendimize, birbirimize, iskân olduğumuz ruy-î zeminde Müslümanehl-i İslâm diyoruz. 

Bu haliyle yazı, “Anadolucu” fikrin açtığı yatakta akmaktadır. Nitekim “Hafızamızda Balkanlar’ın Karşılığı Var mı?” başlıklı yazıda “Bir milletin hikâyelerini, masallarını ve destanlarını taşıyan o milletin dili ve dinidir. Dilinin ve dininin tecessüm ettiği, millete mâl olduğu yer o milletin tarihidir. Öyleyse, Türkiye’de yapılan her şeyin atfı (referans) bu topraklarda vücut bulan Türk tarihi olmalıdır” (İhsan Fazlıoğlu, 2015: 88) ifadesiyle Anadolucuların “toprak” vurgusuna katılmaktadır. 

Nurettin Topçu, İhsan Fazlıoğlu’nun din-dil-toprak-tarih kavramları üzerine vurgularını “Anadoluculuk” adıyla çok önceden “hareket”e dönüştürmüştü. İhsan Fazlıoğlu “Mısdâkı Olmayan İslâmcılık” yazısında da İslâmcılarla arasına “mesafe” de koyuyor: “Nasreddin Hoca’nın saz çalarken parmaklarını teller üzerinde gezdirmemesine, tüm ozanların kendisinin bulduğu yeri aradığını söylemesine benzer. Böyle bir iddiada bulunmak, tüm tarihi tecrübeyi mahkûm etmek ve üst bir dili keşfettiğini söylemek, en hafif tabirle kibir ve densizliktir. Değilse, Nasreddin Hoca’nın fıkrasındaki gibi bir şakadır ve kişisel kanım odur ki, özellikle 1960’tan sonra Türkiye’de gelişen, yıkarda betimlenen özellikleri haiz İslâmcı düşünce bir şakadır. (...) günümüz Türkiye’sindeki dinî hassasiyeti yüksek kesimler, muhafazakârlar, İslâmcılar, milliyetçiler, -her ne ad verilirse verilsin- tarihlerini yüklenmek için bir perspektife sahip olmayı, sahîh bir niyet ve donanıma, hatta etik bir tavra bile çoğunlukla sahip değiller. Son söz: Müslümanları sevemeyenler İslâmcılığa sığınırlar” (Fazlıoğlu, 2015: 97). 

Şimdi Nurettin Topçu’nun “Milliyetçilik” başlıklı metnine bakalım:

“Yakın tarihte olduğu gibi, İslâmcıların dini milletten ayırarak ona karşı koymak isteyen gayretleri az kalsın tekrarlanacaktı. Tam bu esnada Anadolu’nun toprağı kanlarıyla yıkanan ecdadın ruhundan gelen ilham sayesinde, şuurlu bir zümrede İslâm’ı Anadolu’nun tarihi ile içtimaî yapısından ayırmayan gerçek sezgi hayat buldu. Anadolucular, gerçek milliyetçiliğimizi bin yıllık tarihimizden çıkararak onun kalbine İslâm’ı koydular. Turancıların maddeci ütopizminin ve altı okluların kaba maddeci realizmine karşılık Anadoluculuğun getirdiği ruhçu idealizm, coğrafyanın gerçeğinde ebediliğe göz koyan ruhların selâmet dâvasını yaşatıyordu (...) Her şeyden önce milliyetçiliğin içtimaî doktrin olarak sosyalizme dayanması zorunlu olacaktır. Servet ve sömürge doktrini liberalizm ve merkantilizmin milliyetçi iddiası elbette olmaz (...) Soy, toprak ve emek gibi, dil, din, kültür ve dilek gibi milleti meydana getiren maddî ve ruhî unsurların herhangi birine bağlanmış olmasına göre milliyetçilik kendi özelliğini kazanacak ve onunla karakterlenecektir (...) Biz Anadolu’nun coğrafyasında İslâm’ın ruhunu yücelten ve toprağın çehresine İslâm’ın ruh ve karakterini sindiren ruhçu bir milliyetçilik dâvasına bağlanıyoruz” (Topçu, AN, 1997: 157-158). 

Açıkça anlaşılıyor ki, Nurettin Topçu’nun yazdıkları, İhsan Fazlıoğlu’nun yazdıklarına büyük oranda sirayet etmiştir. Fakat İhsan Fazlıoğlu’nun din-dil-toprak-tarih kavramlarına dayanan “Türk” algısı, Nurettin topçu’nun “içtimaî doktrin (sosyalizm)” teklifinden başka bir teklife ulaşıyor. Bu noktada bir “başkalık” bulunuyor. İhsan Fazlıoğlu’nun Nurettin Topçu ve Anadolucular’ın fikrinden “kopması” da bu başkalıktan kaynaklanıyor. Bu “başkalığa” da yer vermek gerekir:

“Tutarlı bir hukuk ile bu hukukun güçlü icrası, toplumu bir arada tutan tapınakkonak ve pazar arasındaki ilişkilerininsana göre düzenlenmesiyle mümkündür. Bu ilişkiler, toplumu oluşturan bireylerin lehine, her üç kurumun arasında bir denge durumu yaratacak şekilde düzenlenirse ki buna adalet diyoruz, ancak hukuktan bahsedilebilir. Günlük dilde sıkça kullandığımız adalet, sanıldığı gibi kavga eden iki kişiyi ayırmak ve haksız olanı cezalandırmak değildir; tersine adalet, toplumun ürettiği dinî, siyasî ve ticarî artı-değeri elinde bulunduran kişilere karşı toplumu korumaktır” (Fazlıoğlu, 2015: 144); “Çünkü Anadolu ve Balkanlar’da Müslüman olmak için medenî aidiyeti atlayıp yalnızcaitikâdî mensubiyeti yeterli gören muhafazakâr demokratlıkın bu topraklarda yaşayan insanlara verebileceği hiçbir sahici gelecek tasavvuru yoktur” (Fazlıoğlu, 2015: 161) [benzer bir ifade: “Bu topraklarda yalnızca itikâdî mensubiyeti olan, ama medenî/tarihî âidiyeti bulunmayan insanlar”- 2015: 137]; “Millet ve devletin varolması için gerekli ve yeterli tüm niteliklerin bir araya gelmesi, Türklerin İstanbul’da sükunet kazanmasıyla mümkün olmuştur. Şehir, (...) Türklere yeni bir suret kazandırmıştır. İstanbul hem fikirdir hem de vicdan; bu nedenle İstanbul’da her türlü tarihî eserde tecessüm etmiş Türk aklının sürekliliğinin korunması, vicdanımızın da sürekliliğini muhafaza eder” (Fazlıoğlu, 2015: 117).

İhsan Fazlıoğlu ile Anadolucular ve Nurettin Topçu arasındaki ayrışma İstanbul’a yüklediği anlamdan kaynaklanıyor. Anadolucular Fatih döneminden sonra gelen uygulamaları “Türk”lüğün “bozulması” olarak görürler. Nurettin Topçu, “Köy ahlâkî önderini bekliyor” (Topçu, AN, 1997: 134) derken İhsan Fazlıoğlu İstanbul’u “Türk”ün “millet ve devlet” varlığı kazanmasının temeli kılıyor. İhsan Fazlıoğlu’nun bu yaklaşımı 1299-1453 arası tarihi ikincilleştirmektedir. Nurettin Topçu “”Sipahiler Anadolu’nun öz çocuklarıydı” (Topçu, AN, 1997: 153) derken sipahilerin topyekün ortadan kaldırıldığı 1620’lere uzanan bir dönemi öne çıkarır. “Biz Anadolu’da devlet kurduktan sonra devşirme çocuklarını Yeniçeri ocağına aldık. Hıristiyan unsurların iradesi hilâfına askere alınıp Müslüman edilen bu devşirme ordusu, sonunda başımıza büyük bela oldu” (Topçu, YT, 1997: 280) diye yazan Topçu, İstanbul’a da şöyle bakar: “Rönesans mimarimizin örneklerini, Bizans üslubuyla bozulmuş İstanbul eserlerinde değil, Konya, Sivas, Erzurum şehirlerinde ve toplu olarak Bursa’da görülen mimarî eserlerinde bulacağız” (Topçu, YT, 1997: 103). Topçu, “Anadoluluk” kavramı etrafında İstanbul’a dair bir direniş içindedir: Devlet merkezinin Ankara’da, Anadolu’nun göbeğinde kurulmuş olmasından gurur duymayan bir Anadolulu yoktur” (Topçu, YT, 1997: 129). 

Topçu ve Anadolucuların Osmanlı İmparatorluğu’na direnişleri fakat Osmanlı Devleti’ne yakın durdukları yukarıdaki alıntılardan anlaşılmaktadır. Topçu’ya göre devlet-millet varlığı İstanbul’un değil köylü halkın üzerinde yükselmişti: “Bu imparatorlukta müslümanlık kisvesine bürünen Sırp, Arnavut, Arap ve Çerkes çocukları saray ve hükümet kapılarında en mühim yerleri aldılar. Bunlara ayrı ayrı asillik payeleri verildi. Bu yabancılar köylü olmadıklarından ve yalnız devlet mevkileri için büyük şehirlerde barınmış bulunduklarından kolaylıkla anavatan halkının elinden devlet idaresini aldılar” (Topçu, YT, 1997: 129).  

Şimdi gelelim "Türk" kavramı meselesine:
     
İhsan Fazlıoğlu, “Kadı-Zâde’nin İzinde Semerkant İzlenimleri” yazısında “Türkî sözcüğü, bir terim olarak yalnızca Özbekler için değil, hemen hemen tüm Orta-Asya devletleri için önemli. Örnek olarak, en azından resmî ve entelektüel çevreler, kendilerine Türk denilmesinden hoşlanmıyorlar; “Türkîyiz ancak Türk değiliz” diyorlar (...) Bir akademisyen (...) şu örneği verdi: “İngilizler, Germen kökenlidirler ama Alman değillerdir.” Başka bir akademisyen ise (...) İngilizceden örnek getirdi: “Turkish ile Turcic, ayrı ayrı referanslara sahiptir; birincisinden Türkler ve Türkçe konuşanlar anlaşılır; ikincisi ise Türkçeyle aynı söz dizimine sahip bir dili konuşan tüm öteki tüm uluslardır.” Bu açıklamalar (...) bir Azerî akademisyenin dediklerini anımsattı bana: “Türkiye, Türk sözcüğüne yalnız başına sahip çıktığı için öteki Türkî devletler kendilerine Türk demekte zorlanıyor” (Fazlıoğlu, 2015: 171) demektedir. 

Azerî akademisyenin “Türkiye, Türk sözcüğüne yalnız başına sahip çıktığı için Türkî devletler kendilerine Türk demekte zorlanıyor” beyanı, Anadolu’daki “Türk”ün niçin “Türkî” olmadığını izah etmede yetersizdir. Zaten İhsan Fazlıoğlu da “Bu topraklardaki Türk”lüğü “Oğuzların 1040’da Gaznelilere karşı Dandanakan meydan muharebesini kazanmasıyla ortaya çıkması” ile izah etmişti. Bunu yukarda vermiştik.

Oğuzlar Anadolu’ya geldiğinde bu topraklar nüfus olarak boş ve nizam olarak belirsizlikte değildi. Bu topraklarda 565-1453 yılları arasında varlık süren  “Bizans İmparatorluğu”nun hukuk sistemi Anadolu’da yaşayan farklı milletler arasında tatbik ediliyordu. Dolayısıyla Türkmenlerin bu topraklara yerleşmeleri örneğin 21. yüzyıldaki göçmen-mültecilerin gittikleri ülkeye yerleşmeleri gibi değildi. Çift yönlü bir etkileşim bulunmaktaydı: 1) Türkmenler kendi hukuk sistemleri ile gelmektedir; 2) Türkmenlerin etkileşimde bulundukları milletler (millet: dini topluluk) içinden fertler Müslümanlaşarak “Müslüman etnik” yapıya dahil olmaktadır. Dolayısıyla Anadolu’ya göçen Türkîliği (Oğuzları) “Türk”leştiren temel neden Anadolu’daki etnisiteleri de “Türkleştiren” sebebin aynısıdır. Oğuzlar bu topraklara geldiklerinde “Türkî” idiler. Bu topraklarda Müslümanlaşmış nüfusla inşa etikleri “içtimaî nizâm” Türkîliği artık etnik olmayan ya da “Müslüman milliyetçi” denilemeyecek bir “milletçiliğe” sıçratmıştır.

Nitekim Şemseddin Kemal, Anadolu Dergisi’nde bu topraklardaki “Türk” milletinin öteki adını “Anadolulu” olarak tanımladı ve “Anadolulu Türk” dediği bir terim ortaya attı. “Anadolu medeniyetinin sukutu, infisâhı, Anadolu idaresinin Anadolulunun elinden çıktıktan sonra başlamıştır (...) Türkler Anadolu’da idarelerinin çemberini ellerinden düşürdükleri zamandır ki, Anadolu medeniyeti inhitata yüz tuttu (...) Osmanlıların ikbâl zamanı bu medeniyetin inhilâlini gördü (..) Anadolulu bunu bildiği için hem kendi hakkını hem de ibdâ ettiği medeniyetini müdafaa arzusuyla mücadeleye girdi. Sarayla uğraştı. Saltanatın manivelasını elinde tutan sarayın köleleriyle uğraştı. Bu mücadelesinden bıkmadı (...) Anadolu’da vakit vakit parlayan ihtilâllerin, isyanların ateşini yakan sebep alelâde bir serkeşlik hevesi değildir. Anadolu isyanları, bütün memleketin kıyamıdır. Köleler saltanatına kılıç çekenler ister bir, ister yüz bin kişi olsun bütün Anadolu onların arkasında idi. Tarih gösteriyor ki, Anadolulu sefalete boyun eğmiş millet değildir. O, sefalete mütemadiyen hücum etti (...) Ahmet Refik Beyefendi’nin eseri (Kızlarağası), bu hakikatin muhteşem bir tarihidir (...) Her Anadolulu Türk bu eserde Kalenderoğlu gibi büyük isyan reislerinin dillerinden düşmeyen şu feryadı kalbine yazmalı (...) Anadolu Anadolularındır” (Kemal, 2011: 174).

Mükremin Halil de “Milli Tarihimizin Mevzuu” yazısında (Anadolu Mecmuası, 1924, sayı: 2) Türkmenlerin Anadolu’ya yerleşmelerini “millet” inşa eden “medine” hareketi olarak görmektedir: “Tarihimizin en mühim faslı olan bu devreyi tetkik edecek olursak evvelâ 410’dan 472 [1019’dan 1079] senesine kadar Türkmenlerin Anadolu’ya yerleştiklerini ve o tarihten itibaren Anadolu’nun Türkmen ulusları arasında tevzî ve taksim olunduğu, Türkmenlerin yavaş yavaş köyler ve medineler teşkil ettiklerini ve göçebeliği bırakarak hazarî hayata geçtiklerini görürüz. Anadolu’da eski şehirlerin üstünde yeni medineler teşekküle başlamış ve ulus ve boy beyleri bu medinelerde “melik” veya “emir” unvanlarıyla tesis-i emaret etmişlerdir (...) Bu devrede Anadolu’daki medineler yavaş yavaş bir merkez etrafında toplanmış ve Konya sitesi bütün Anadolu’nun en kuvvetli medinesi olmuştur (...) Bu devrede Anadolu vatanı teşekkül etti. Anadolu’nun garbındanda bir asır devam eden ehl-i salib ve muharebâtı, cenupta Antakya prensleriyle, Suriye sultanlarıyla, Şarkta Gürcülerle ve Azerbaycan Türkleriyle vuku bulan mücadelât Anadolu’nun hudutlarını vücuda getirmiş, vatanın haritasını çizmiştir. Bu devrede Anadolu’daki Türkler müstakil bir millet haline gelmişler, diğer Türklere nazaran çok mütekâmil bir devlet vücuda getirmişler, bir merkez tesis etmişler, kuvvetli bir medeniyetin temelini kurmuşlardır” (Halil, 2011: 62-63).

Mehmet Kaplan da Hareket Dergisi’nin (Şubat 1939) ilk sayısında Anadolu’da memleketin bünyesini teşkil eden gerçek amilin Oğuz Türkmenlerince (Türkîlerce) içtimaî bir nizâm kurmak, medineler inşa etmek cehdinin olduğuna işaret eder: “Oğuzlar Anadolu’ya geldikleri zaman sağlam bir temel kurdular: Bütün memlekette, milletimizin yıkılmaz esası olan köyleri tesis ettiler. Bugün Anadolu’nun köy isimleri tetkik edilince, Oğuz destanında anlatılan boylar açıkça görülür: Kayılar, Kınıklar, Afşarlar, Bayındırlar, Salurlar, Karkınlar, Bayatlar, Yazırlar, Çepniler (...) Memleket mimarî eserleri ile süslendi (...) Anadolu Selçukîleri, Büyük Selçukî devletinden daha çok milli teşkilat ve an’aneyi muhafaza ediyorlardı. Bunun sebebi Oğuzların pek kesif olarak gelmeleridir (...) İki buçuk asır yaşayabilen Anadolu Selçukî saltanatını Moğollar yıktı (...) Moğollar Anadolu’yu bitirmişlerdi. Şimdi otuza yakın Türkmen beyliği türedi. Selçukîler ilk geldikleri zaman köyleri kurmuşlardı, bu sefer beyliklerin birbirine tefevvuk etmek arzusu neticesi merkezî şehirler inkışaf etti: Bursa, Manisa, Kütahya, Karaman, Kastamoni, Diyarbekir (...) Osmanlı Devleti, Fatih devrine kadar, idaresinde Oğuzları kullanarak büyük muvaffakiyetler kazandı. Fakat bu zamandan itibaren Türkmen aileleri iş başından çıkarıldı, yerlerine Hıristiyan, Yahudi dönmesi ve Oğuz olmayan müslümanlar geçirildi. Devletin idaresi kapu kullarının eline düştü (...) Fatih’in sadrazamı Rum Mehmed Paşa Konya köylülerinin kanını, Moğol ve Tatarlardan aşağı kalmayacak şekilde dökmekten çekinmedi. Hırvat Kuyucu Murad Paşa, binlerce Oğuz’u mahvetti. Halk devletten nefret etmeye başladı (...) Yeniçeriler merkeze ve dolayısıyla bütün Osmanlı imparatorluğuna hakim oldular. Halbuki zaferler, birkaç yüz bin kişilik orduyu teşkil eden Oğuzlar tarafından Tımarlı Sipahiler tarafından elde edilmişti. Gittikçe Sipahiler azaldı (...) Tarihimizden çıkan netice açıktır: Bu memleketin bünyesini teşkil eden, zaferleri kazanan, şerefini müdafaa ve muhafaza eden, Anadolu’nun Oğuz (Türkmen) halkıdır” (Kaplan, HD, c: 1, 2015: 22-23).

Yukarıdan beri aktardığımız tüm alıntılar da göstermektedir ki Türkmen Türkîliğini Anadolu’da “Türk” yapan husus “içtimaî nizâm”dır. Bu nizamın Nurettin Topçu’da kavramlaştırılması “içtimaî doktrin olarak sosyalizm”,Mükremin Halil’de “Türkmenlerin yavaş yavaş köyler ve medineler teşkil etmeleri ve göçebeliği bırakarak hazarî hayata geçmeleri”, Mehmet Kaplan’da “merkezî şehirler teşkili ve tımarlı sipahiler”, Şemseddin Kemal’de ise “ibda edilen Anadolu medeniyeti ile sefalete isyan” şeklindedir. Mehmet Kaplan tımar sisteminin bozulup maaşlı yeniçeriliğe geçişi ve şehir kuran (medine inşa eden) zihniyetin çöküşünü “millet”i çözen bir ifsad olarak değerlendirdi.
İhsan Fazlıoğlu’nun Anadolucu tezlerle yakınlığına rağmen meseleyi “tımar, içtimaî doktrin, medine kurmak” gibi kavramlara dayandırmadığı söylenebilecektir. İhsan Fazlıoğlu, Laplace’ın “Alem Sisteminin Açıklanması” adlı eserini okuyan Napolyon’un “Tanrı bu kuramın neresinde?” sorusunu sorduğunu ve Laplace’ın “Kuramımda Tanrı’ya gerek duymadım” diye cevap verdiğini hatırlatarak benzeri bir ilişkiselliği Fatih-Ali Kuşçu üzerinden varsayımlaştırır. Bu diyalogda Ali Kuşçu’nun benzer bir soruya “Sultanım! Biz sizi mümin bilirdik” diyeceğini ifade ediyor. Daha sonra günümüzde Ali Kuşçu-Fatih arasında kurgulanan konuşmanın cevabının Müslümanlarca verilemeyeceği ifade ediliyor. Bunun nedenini de Türkiye’de dinî hassasiyetleri olan kişilerin siyasî, ilmî, ahlâkî sorunlar karşısında gösterdikleri tepkinin dinî değil Katolikvarî olarak niteliyor. “Evrim kuramına yönelik iş görenlerin kaynaklarının kendi medeniyetlerinde karşılığı yok (...) İslâm dünyasında din tasavvuru gittikçe İslâmi muhtevasını kaybetmekte, Katolikvarî bir içerik kazanmakta” denilmektedir. 

İhsan Fazlıoğlu, “Sahip olduğumuz, kullandığımız, kendileriyle düşündüğümüz, dünyayı yorumladığımız, anlamlandırdığımız kavramların kökleri, karşılıkları kendi medeniyet mirasımızda ne kadar mevcuttur? (...) Örnek olarak sahip olduğumuz din kavramı ile muhtevası ne kadar bize ait, ne kadar geri götürülebilir; kısaca kaç yaşında? Kanımca bugün ister taraf ister karşı taraf olsun kullanılan din kavramı İslâmî değil; hem din olarak hem de medeniyet olarak İslâmî değil. Öte bir ifadeyle bugün herkesin hem olumlu hem de olumsuz bir biçimde kullandığı din kavramının içeriği bizim medeniyetimizde mevcut mudur?” (İhsan Fazlıoğlu, 2015: 90) diye soruyor. Bu soruların sahih sorular olduğu hususu tartışmasızdır.

Fakat bu “sahih” soruların sorulduğu yazının bir bölümünde İhsan Fazlıoğlu’nun yaptığı bir değerlendirmeye atıf yaparak ben de bir-iki soru sormak istiyorum:

“Denilenleri anlamak için yakın dönemde dinî –artık buna İslâmî demek ne kadar mümkündür?- hassasiyeti olan Şehbenderzâde Ahmet Hilmî, İsmail Fenni Ertuğrul, Nurettin Topçu, Necip Fazıl gibi aydınların ve düşünürlerin kaynaklarına bakmak yeterli olacaktır: Bergson, Blondel, Fransız Katolik yeni Thomacılar vb... Bu kaynaklar, kendi medeniyetlerinin çerçevesinde ortaya çıkan sorulara karşı üretilen yanıtlardır. Bu kaynakların soruları ne kadar mensup olduğumuz medeniyete ait değilse yanıtları da o kadar medeniyetimize ait değil” (İhsan Fazlıoğlu, 2015: 91-92).

1.     “Nurettin Topçu’nun kaynaklarının İslâmî olmaması bulduğu cevapların da medeniyetimize ait olmamasına yol açmaktadır yargısı”, Kur’an’ın “Kullarım Beni senden soracak olurlarsa, bilsinler ki Ben pek yakınım. Bana dua edenin duasına icabet ederim” (2 Bakara 186); “Bana dua edin ki size icabet edeyim.” (40 Mü’min 60) hükmü karşısında nerede durmaktadır?  İhsan Fazlıoğlu, insan bilgisinin kaynakları arasında Allah’ın hidayetini de saymakta mıdır? (*)

2.     Nurettin Topçu’nun kaynakları gayrı İslâmî ise, bu kaynakların verdiği cevaplar mensup olduğumuz medeniyete ait değil deniyorsa; İhsan Fazlıoğlu, Anadolucu tezler bakımından Nurettin Topçu ile buluşmasını nasıl açıklamaktadır?

3.     İhsan Fazlıoğlu, “Türk devlet geleneğinde yalnızca Kınık, Kayı gibi bazı seçilmiş ailelere siyasî iktidar hakkının tanınması”ndan bahsettiğine (Fazlıoğlu, 2015: 100) göre “İstanbullu Türk kodu”nun (Fazlıoğlu, 2015: 77) 1453 sonrası tarihte Kınık, Kayı gibi ailelere açık olduğunu düşünmekte midir?



-        Fazlıoğlu İhsan, Akıllı Türk Makul Tarih, Papersense yayınları, 2015
-      Halil Mükremin (Yinanç), Anadolu Mecmuası, [Anadolu Dergisi, 1 Mayıs 1924, Milli Tarihimizin Mevzuu, s: 2], Türk Tarih Kurumu Yayınevi, 2011
-        Kaplan Mehmet, Hareket Dergisi, HD, [Hareket Dergisi Şubat 1939, Oğuzlar, s: 1], Dergâh Yayınları, tıpkı basım, c: 1, 2015
-      Kemal Şemseddin, Anadolu Mecmuası, [Anadolu Dergisi, 1 Temmuz 1924, Kızlarağası, s: 4], Türk Tarih Kurumu Yayınevi, 2011
-        Topçu Nurettin, Ahlâk Nizâmı, AN, Dergâh Yayınları, 1997
-        Topçu Nurettin, Yarınki Türkiye, YT, Dergâh Yayınları, 1997
97

(*) İhsan Fazlıoğlu “Düşünce Saksıda Yetişir mi?” başlıklı yazısında Nurettin Topçu’ya referans vererek onun “Millet de öyledir. Milletin iç hayatı, tarihi ve onun her günkü mahsulü olan mukaddesatıdır. Bunlara dalarak kendini tarih ve mukaddesatı içinde aramayan millet, başka milletleri taklide çalışır” cümlelerini nakleder (Fazlıoğlu, 2015: 157).

Kaynak: http://lutfibergen.blogspot.com.tr/2016/01/haricte-turk-olmak-ihsan-fazloglunun.html


0 yorum:

Yorum Gönder