Biz Müslümanlar olarak
eğer bu adaletsiz dünyaya karşı bir duruş gerçekleştireceksek ve eğer Sırat-ı
Müstakim üzere olacaksak, bizim inancımız gereği bize rehberlik edecek iki yol
var. Birincisi Kuran, İkincisi Sünnet, yani Kuran ve Sünnet rehberliğinde Emr-i
bil Maruf, Nehy-i Anil Münker’i uygulamalıyız. Yani iyiliği emretmeli,
kötülükten men etmeliyiz.
Dilimizden
düşürmediğimiz iki cümle var; “ Allah ve Kuran bizim Rehberimizdir; Hz.
Muhammed (SAV)’in hayatından feyz almalıyız, onun hayatına ve hadislerine
uymalıyız.”( Bu cümleleri mealen söylüyorum, aşağı yukarı bu cümleleri
kuruyoruz ) hepimizin dilinden ne Kuran, ne de Hz. Peygamber düşmüyor. İyide
bizler böyle bir bakış açısıyla mı yaşıyoruz, Kuran bize rehberlik ediyor mu,
Allah’ın koyduğu ölçüler hayatımızın kaçta kaçını işgal ediyor, biz neye göre
ve ne için yaşıyoruz? Gerçekten yaşantımız, o kurduğumuz cümleler doğrultusunda
mı, yoksa kendimizi mi kandırıyoruz? Peki bütün Müslümanlar bu şekilde
konuşmasına rağmen bu dine inandığını söyleyen insanların içinden nasıl böyle
farklı uygulamalar çıkabiliyor. Yani Yunus’u da, Zerkavi’yi de bu inanç
üretiyor. Anadolu erenlerini de, IŞİD militanlarını da bu dini öğretinin
içinden çıkarabiliyoruz. Memleketi soyanlarda, memleket için canını verenler de
aynı Peygamberin ardından övgüler düzebiliyor. Hz. Ali’de, Muaviye’de aynı aynı
Peygamber’in yolunda olduklarını söylüyorlardı.
Fatiha Suresi’nde
Allah’a ettiğimiz dua doğrultusunda mı yaşıyoruz. Yani Sırat-ı Müstakim
üzeremiyiz? Peki bu Sırat-ı Müstakim üzere olmak nedir, nasıl bir haldir? Bize
şah damarından yakın olduğunu söyleyen bir Allah’a inanan biz Müslümanlar acaba
gerçekten bu doğrultuda mı hayatımızı idame ettiriyoruz? Bir önceki
yazımda ülkemizde ve Dünyadaki çarpık sistemden örnekler vermiş ve bu kadar
zulmün olduğu bir dünyada bizim bu kadar vurdumduymaz bir şekilde hareket
etmememiz gerektiğini söylemiştim. Halbuki şu anda durum tam tersi, bütün
Müslüman ülkelerde sosyal adalet dibe vurmuş vaziyette, sınıflar arası ekonomik
ve sosyal farklılıklar giderek artıyor. Büyük bir fitne bizleri kuşatmış
durumda, Müslümanlar, bütün dünyada bir mezhep savaşının kucağına doğru hızla
gidiyor, bir birlerini katlediyorlar. Oysa ki Sevgili Peygamberimiz Veda
Hutbesinde “Sizin kanlarınız birbirinize bundan sonra haramdır” dememişmiydi.
“ ‘OKU! Yaratan Rabbinin adına, insanı bir
yumurta hücresinden yaratan!
Oku! Çünkü Rabbin sonsuz kerem
sahibidir,
İnsana kalemi kullanmayı öğretendir,
İnsana bilmediğini belleten.’
Miladi 7. Yüzyılın
başlarında, insanın mütevazi biyolojik kökeni yanında şuur ve aklına da
telmihte bulunan 96. Surenin ( Alak ) bu ilk ayetleriyle başlayan Kuran Vahyi,
Peygamber Muhammed(s)’in 23 yıllık Risalet’i boyunca devam ederek vefatından
kısa bir süre önce nazil olan 2. Surenin (Bakara ) 281.
‘ Allah’a döneceğiniz, sonra herkesin
kazancının kendisine eksiksiz geri verileceği ve hiç kimsenin haksızlığa
uğratılmayacağı günün bilincinde olun.’ ayetiyle noktalandı.
Bu ilk ve son ayetler
(Nüzul sırasına göre ilk ve son ) arasına sığdırılan bu kitap, dünyanın dini,
sosyal ve politik tarihini bilebildiğimiz başka herhangi bir olaydan çok daha
köklü bir şekilde etkilemiştir. Diğer kutsal metinlerin hiç biri, mesajı ile
ilk karşılaşan insanların hayatı ve birbirini izleyen kuşaklar yoluyla bütün
bir medeniyetin akışı üzerinde bu kadar derin bir etki meydana getirmiş
değildi.” 1
Muhammed Esed’in tarif
ettiği gibi, dünya tarihini geri dönülmeyecek şekilde değiştiren Kuran’ın
yolunda olduğumuzu söyleyen bizler için Kuran şu anda ne ifade ediyor.
İslam bizler için bir
“tapınak dini” haline dönmüş durumda, ibadetlerimizi yerine getiriyoruz, sonra
kalkıp bu hileli düzenin içinde hayatta kalabilmek için her türlü sahtekarlığı
yapabiliyoruz. Hepimizin kafasına rant, kazanç, kredi, kredi kartı
yerleştirilmiş vaziyette. Bizler sıcacık evlerimizde, yiyip, içip,
karnımızı doyururken, gayet güzel bir şekilde giyinip, barınırken, kardeşimiz
olduğunu söylediğimiz Müslümanlar savaştan kaçıp ülkemize sığınıyorlar. Biz
adamlara her türlü rezil muameleyi yapıyoruz. Sokaklarda yatan insanların
sayısı her gün biraz daha artıyor. Bırakın Suriyelileri, 90’larda zorunlu
göçe tabi tutulan Kürt “kardeşlerimize” ne yapmıştık, hatırlıyormusunuz? Kumar,
ahlaksızlık, azgınlık, yalan, gıybet, iftira hepimizin hayatında vakayi
adiyeden oldu. Biraz tefekkür edelim, Kuran biz Müslümanların hayatının
neresini işgal ediyor, biz bu kitabı okuyunca ne anlıyoruz, ne anlamalıyız?
“Bütün Müminler için
Kuran, Allah’ın insana rahmetinin en mükemmel tezahürüdür; en derin hikmet
eşsiz ifade güzellikleri içinde bu kitapta dile getirilmiştir, kısacası o
katıksız Allah kelamıdır”2
Evet, hepimizin
inandığı bu gerçektir, böyle olması gerekir. Bizler dahi herhangi bir meali
okuduğumuzda; bize bile Kuran son derece yabancı gelebilir. Çünkü sure ve
ayetin hangi şartlar altında geldiğinden, neler yaşandığından bi haberiz, o
yüzden bize bile anlaşılmaz gelebilen bir kitabı, Müslüman olmayan bir kişi
sıkıcı ve kaba bulabilir. Surelerde, ayetler arasında herhangi bir bağlantı
yokmuş gibi görünebilir. Yapılan meallerin geneline baktığınızda sanki
yaşadığımız hayata hiç dokunmuyormuş gibi görünebilir. Halbuki biz, Kuran
evrenseldir ve bu kitabın içinde hayata dair her şey vardır demiyormuyuz?
Kuran’ın bütününe baktığınızda kendini devamlı tekrar eden bir dili varmış gibi
görünür. Sürekli yaratılışa, ölüme, yeniden dirilişe, hesap gününe vurgu
yapılır. O güne, Müslümanların hazırlanması gerektiği, ona göre yaşamaları,
namazı dosdoğru kılmaları, mallarını Allah yolunda harcamaları emredilir. Bütün
bunları alt alta koyarsanız, yapmamız gereken ya da yapmamamız gereken şeyleri
sıralar. 600’lü yılların Mekke’si ve Medine’sini bize anlatır, daha önce gelen
Peygamberlerden kıssalar ve o günlerde neler olduğunu da bize anlatır.
“ Amerikalı ve
Avrupalı oryantalist literatüründe genellikle tutarsız bir dağınıklık diye
adlandırılan şeyin arkasında gizlenip kalır. Ayrıca bir Müslüman için derin bir
hikmetin bir ifadesi olan ayetler Batılı kulağa genellikle düz ve heyecansız
gelir. Fakat en hasmane davranan eleştirmenler bile, Kuran’ın insanlığın
bilgi birikimine, sosyal başarısına ve medeniyete seçkin bir katkıda bulunan
milyonlarca insan için, kelimenin hem dini, hem de kültürel anlamıyla, en yüce
ilham kaynağı olduğunu inkar etmemektedirler. O halde bu paradoks nasıl
açıklanabilir.”3
Ben öteden beri,
Kuran’ı okuyup anlamaya çalışan bir Müslümanım, mutlaka bir şey var, ben
mutlaka bir şeyleri kaçırıyorum diye düşünüyordum. Bu kadar hayata dair,
eşitlenmeye, yardımlaşmaya, fakire, yetime vurgu yapan bir kitap niye hayatın
içinden uzaklaşmış, niye bizim hayatımıza etki edemiyor diye sürekli
düşünüyordum. Sonunda zihnimde bir işaret fişeği çaktı. Hani Hacı Bektaş, Yunus
karşılaşmasında devamlı anlatılan bir menkıbe vardır ya, Yunus kendisine nefes
vermek isteyen Hacı Bektaş’ı reddeder ve sonra yolda yaptığı hatayı anlayıp
geri döner, Hünkar “Senin nasibin artık Taptuk’da var git oradan al nasibini”
der ya, benim bu konudaki nasibimde Musa Şimşekçakan hocadaymış, çok yakın bir
zaman önceki karşılaşmamızda yaptığı tespitlerle hakikaten soyadı gibi kafamda
şimşekler çaktı. İki şey söyledi ki çok önemliydi, dedi ki;
§
Bugüne kadar yazılan meallere bakın, hep birbirini
tekrar eder, bir tek Muhammed Esed’in yazdığı meal ve tefsir farklıdır. Peki
niye? Çünkü biz Müslümanlar uzun süre galip gelmiş ve asırlarca İslam yurdunda
yaşamışız, adı ne olursa olsun, krallık, sultanlık, imparatorluk ama ne olursa
olsun paradigmayı galip bir yerden kurmuş ve o dünyanın içinden bir Kuran
yazımına girişmişiz. O yüzden hiç bu günün hayatına tekabül eden bir yanı yok.
Biz modern zamanlarda yenildik, fakat eski paradigmanın dışına bir türlü
çıkamadık. Halbuki yapmamız gereken tekrar baştan bu mealleri ve tefsirleri
yazmaktır. Bu dünyaya daha başka bir yerden, kurucu bir felsefeyle bakmamız
gerekir.
§
Bütün meal ve tefsirlerde, sureler bir bütün içinde
okunmuyor, ayet ayet parçalanarak tefsir yapılıyor. Buda bağlamından uzak bir
Kuran tefsiri anlayışı ortaya çıkarıyor ki, biz o Surenin geldiği zamanı,
şartları iyi analiz edemezsek ve ayetleri bağlamından koparırsak ortaya kopuk,
kopuk bir şeyler çıkıyor. Bütüne oturmuyor diyerek, bir iki sureden örnekler
verdi.
Musa hocadan Allah
razı olsun, benim önümde bir kapı araladı. Sureleri tıpkı herhangi bir kitabı
okurken, nasıl bir anlam kurgusu içinde okuyorsak, öyle okumamız gerekiyor ki,
bütünü görebilelim ve bizim hayatımıza dair olan esas mesajını alabilelim. Bir
sureyi bir bütün olarak okuyup anlamlandırmamız gerekiyor. Aynı şekilde Kuran’ı
da böyle bir bütünlük ve birbirini takip eden sureler şeklinde okumalıyız.
Surelere bakıldığında ayetler bir anda gelmemişlerdir. Örneğin bir surede
başlangıç ayetleri Mekke döneminin başında geliyor, sonra geri kalan ayetler
Mekke döneminin sonunda gelmiş olabiliyor. Fakat bütün bu ayetler birleşerek,
bir sureyi oluşturuyor. Peki aynı başlık altında birleştirilen bu ayetlerin
birbirlerinden kopuk olması mantıksız değil mi? Evet mantıksız, o yüzden bütün
sureleri bir anlam bütünlüğü içinde okumak şarttır. İşte o zaman o indirilen bu
dipdiri Kuran bizim hayatımıza dair sözlerini söylemeye başlayacaktır.
“ Kuran, Batılı
okuyucuyu sadece öteki dünyadaki ruhsal mutluluğa götüren bir çağrı olmayıp,
aynı zamanda bu dünyada ruhsal, fiziksel ve sosyal planda elde dilecek iyi bir
hayata götüren bir rehber olduğu düşüncesi karşısında şaşkınlığa düşürür.
Kısaca, bir batılı Allah’ın yarattığı hayatın bir bütün olduğu beden ile zihin,
cinsiyet ile ekonomi, bireysel dürüstlük ile sosyal adalet gibi meselelerin
insanın ölümden sonraki hayat hakkında beslediği ümitler ile ciddi bir bağlantı
içinde bulunduğu şeklindeki Kuran tezini kolayca kabul edemez.”4
Günümüzde bu maalesef
sadece batılılar ile ilgili bir durum değildir. Müslümanlarda artık bu dini
tapınaklarda yaşanır hale getirmişlerdir ve hayatın hiçbir yerine dokunmayan
bir şekle dönüştürmüşlerdir. Üstelik günümüzün bu rekabetçi dünyasında bunun
şart olduğunu ifade etmektedirler. Örneğin Başörtüsü, Kuran Kursu gibi
konulardaki gösterdikleri cevval tutumu, açlık sınırı altındaki asgari ücretin
temel bir insan hakkı ihlali olduğunu söyleyemezler dahası bu ücreti ödeyen iş
adamının ekmek verdiğini söylerler. Halbuki o zenginlerin malında fakirlerin
hakkı yokmudur? Asırlar önce Seyyid Nesimi ‘Rızkımı veren Huda’dır, Kula minnet
eylemem’ dememişmiydi. El Rezzak kimdir, rızık veren sadece Allah değilmidir?
Bütün meselenin bölüşümle ilgili bir problem olduğu ne çabuk unutulmuştur?
Günümüzde Müslümanlar, devlete, iş adamına, politikacıya, bankacıya, askere,
polise, öğretmene, imama, bankaların kredi kartlarına muhtaç hale
dönüştürülmüşlerdir. Dağ başında uçakların parçalayıp öldürdüğü çocukların
“terörist” olduğuna inanır ve bunu savunurlar. Polisin gaz fişeği ile vurup
öldürdüğü küçücük çocukların bunu hak ettiğini düşünürler. İnsanların Allah
vergisi olan dillerinin yasaklanmasını, kendi vatanlarının güvenliği için uygun
kabul ederler. Bankaların verdiği kredi ile aldıkları evlerine ödedikleri faizi
normal kabul ederler, hatta bunu günah olan faizden bile kabul etmezler.
Etraflarında bir sürü kirli işler döner gözlerini kaçırırlar. Haksızlıkla,
zulümle mücadele etmezler. Kadınları kendi malları gibi kabul eder, öldürmek
dahil onlara karşı her türlü şiddeti meşru kabul ederler. Kendisinden olmayan
mezhepleri batıl ilan ederler. Bütün bunları yaparlar çünkü doğru olduğuna
inanırlar. Bunun dışında bir doğru onlara öğretilmemiştir. Devlet denilen organ
daha öncesi de var ama en azından modern zamanlarda devamlı her gün bunları
işlemiştir. Devamlı olarak bir şeytan oluşturulmuş ve hedef olarak o şeytan
gösterilmiştir. Yaratıcının gücü ve kudreti devamlı parçalanmış ve parçalara
ayrılmıştır. Böylece vahdetten, çokluğa doğru bir geçiş hızlandırılmıştır.
Muaviye’nin kendisini halife ilan etmesinden itibaren oluşturulmaya çalışılan
zihnin son merhaleleridir bunlar. Peki din sadece tapınakların içine girince ne
olur. İşte orada Kutsal lafzı ortaya çıkar ve bir şeyi kutsamaya
başladığınızdan itibaren artık o şey konuşulamaz, tartışılamaz olur.
“Dokunulmazlık ve sorgulanamazlık önemli
bir ayrıcalıktır. Beşere sıfat olması tehlikelidir. Tarihte ve bugün hemen her
şeye dokunarak ve sorgulayarak yaklaşmak daha güvenli bir yoldur. Bunu bize
Kur’an ve peygamberimiz öğretmiştir. Kur’an’da anlayarak/bilerek iman etmenin
önemi ve gereği özenle vurgulanmaktadır: ‘İçimizde, (Allah’a) teslimiyet
gösterenler de hak yoldan sapanlar da var. Teslimiyet gösteren kimseler; işte
onlar, doğru yolu aramışlardır.’ Cin, (72/14) Teslim olmak
isteyen, sorgulayarak ve araştırarak doğru olanı arayıp bulmalıdır. Aksi
takdirde, hak yoldan sapanlardan yani, zalimlerden olur. İnsanın içinde
bulunduğu durumun vahametini anlaması da ancak bu şekilde mümkündür. Başkalarını
doğru olana çağırmanın ilk aşaması yanlış olanı açık seçik ortaya koymaktır.
Sorgulamadan bunu yapamazsınız.”5
Öyleyse ne yapacağız,
devamlı sorgulayarak doğruyu bulacağız. Lesley Hazelton’ın dediği
gibi, “ Şüphe inanç için esastır. Eğer bu
fikir ilk başta şaşırtıcı geliyorsa, şüpheyi bir zamanlar Graham Greene’in
söylediği gibi düşünün; ‘Şüphe kalp meselesidir.’ Tüm bu şüpheyi ortadan
kaldırın, geriye kalan şey inanç değildir, kesin kalpsiz bir teslimiyettir.”
Evet şüphe edeceğiz ve sorgulayacağız, ancak o zaman doğruya ulaşırız.
Ancak yolumuzu böyle bulabiliriz.
Bu sorgulama
meselesinde bir pencere daha açarak, yazıya devam edelim. Hadisler meselesi
önemli, sorgulamada önümüze çıkarılan ve doğruluklarına hemen hemen kesin
gözüyle bakılan, hadisler işin içine girince, yine sorgulamanın önü kapanıyor
ve özellikle Buhari’den gelen hadislerin doğru olduğu, tartışılamaz olduğu ve
sahih olduğu söyleniyor. Peki bu konuda ne yapacağız, nasıl hareket edeceğiz. O
konuda ise ben İmam-ı Azam’ın uyguladığı yöntemin çok doğru olduğuna
inanıyorum. “İmam-ı Azam’ın Beş Eseri ” isimli kitabın ilk kısmı olan “El Alim
Vel Müteallim” adlı bölümde öğrenci sorular soruyor, Ebu Hanife bunları
cevaplandırıyor. Sorulan sorulara verdiği cevaplar, müthiş yol gösterici
nitelikte cevaplar. Hadis ile ilgili olan kısmına bir göz atalım. Öğrenci
soruyor.
“ Mümin zina edince,
başından gömleği çıkarıldığı gibi, imanı da çıkarılır, sonra tevbe edince iman
kendisine iade edilir” ( Ebu Davud, Sünne 15, Tirmizi, İman 11 ) hadisini
rivayet eden kimseler için ne dersiniz? Eğer tasdik ederseniz, Haricilerin
prensiplerini kabul etmiş olursunuz. Onların görüşlerinden şüphe ederseniz,
haricilerin prensiplerinde de şüpheye düşmüş ve ifade ettiğiniz haktan rücu
etmiş olursunuz. Eğer Ravilerin sözünü tekzip edecek olursanız, onlar da sizi
Hz. Peygamber’in sözünü yalanlamış olmakla suçlarlar. Çünkü onlar, Hz.
Peygamber’e ulaşıncaya kadar bu hadisi muteber kişilerden nakletmişlerdir.
Alim (r.a.) : Tekzip
etmek, ancak “Ben Hz. Peygamber’in sözünü yalanlıyorum” diyen kimsenin sözü ve
yalanlamasıdır. Lakin bir kimse ben Hz. Peygamber’in söylediği her şeye iman
ederim, fakat o kötülük yapılmasını söylemedi, Kur’an’a da ihtilaf etmedi”
derse, bu söz o kimsenin Hz. Peygamber’i ve Kur’an’ı Kerim’i tasdik etmesi ve:
Allah’ın Resulünü, Kur’an’a muhalefetten tenzih etmesidir. Eğer Hz. Peygamber,
Kuran’a muhalefet etse ve Allah için hak olmayan şeyleri kendiliğinden uydursa
idi, Allah onun kudret ve kuvvetini alır, kalp damarını koparırdı. Nitekim bu
husus Kur’an’da şöyle belirtilir. “Eğer Peygamber söylemediklerimizi bize
karşı, kendiliğinden uydurmuş olsa idi, elbette onu kuvvetle yakalar, sonra da
kalp damarını koparıverirdik. Sizin hiç biriniz de buna mani olamazdı” Allah’ın
Peygamberin, Allah’ın kitabına muhalefet etmez, Allah’ın kitabına muhalefet
edende Allah’ın kitabı olamaz. Onların rivayet ettikleri bu haber Kuran’a
muhaliftir. Çünkü Allah Kuran’ı Kerim’de “Zina eden erkek ve Kadın…” Hakka,
69/45-47 ayetinde zani ve zaniyeden iman vasfını nehyetmemiştir. Keza, “Sizden
fuhşu irtikap edenlerin her ikisini de…..” Nisa4/15 ayetinde Allah sizden kaydı
ile Yahgudi ve Hristiyanları değil, Müslümanları kast etmektedir. O halde
Kuran’ı Kerim’in hilafına, Hz. Peygamber’den hadis nakleden her hangi bir
kimseyi reddetmek, Hz. Peygamber’i reddetmek veya tekzip etmek demek değildir.
Bilakis, Hz. Peygamber adına batılı rivayet eden kimseyi reddetmek demektir.
İtham Hz. Peygamber’e değil, nakleden kimseye racidir. Hz. Peygamber’in
söylediğini duyduğumuz, yahut duymadığımız her şey can, baş üstünedir. Biz
onların hepsine iman ettik, onların Allah’ın Resulünün söylediği gibi olduğuna
şehadet ederiz. Keza Hz. Peygamber’in, Allah’ın nehyettiği bir şeyi
emretmediğine, Allah’ın kullarına ulaştırılmasını emrettiği bir şeye de mani
olmadığına şahitlik ederiz. O hiçbir şeyi Allah’ın tavsif ettiğinden başka
şekilde tavsif etmez. Yine şehadet ederiz ki O bütün işlerde Allah’ın emrine
muvafakat etmiş, hiçbir bidat ortaya koymamıştır. Allah’ın söylemediği hiçbir
şeyi de, Allah’a isnat etmemiştir. Bunun için Allahu Teala “Kim Resule itaat
ederse, Allah’a itaat etmiş olur” Nisa 4/80 buyurmaktadır.” Yukarıdaki metinde
görüldüğü gibi İmam-ı Azam, Hz. Peygamber’den rivayet edilen sözleri Kuran’la
karşılaştırma yaparak, doğruluk derecesini ölçüyor ve sözün aslında Hz.
Peygamber’in sözü olup olmadığının sağlamasının yolunu bize açıyor. Biz
hayatımıza bu ölçüleri koyup, ilk iş olarak bilginin ve sözün peşine düşmek
zorundayız. Nasıl mı olacak, aynen Hz. Peygamber’in tatbikatına bakıp ondan
kendimize usuller çıkaracağız, nasıl mı?
O da inşallah bir
dahaki yazının konusu olacak, bir dahaki yazımızda devam etmek üzere, doğrusunu
ancak Allah bilir.
1. Kuran Mesajı; Meal, Tefsir, Muhammed Esed, s.21
2. Kuran Mesajı; Meal, Tefsir, Muhammed Esed, s.21
3. Kuran Mesajı; Meal, Tefsir, Muhammed Esed, s.22
4. Kuran Mesajı, Meal, Tefsir, Muhammed Esed, s.23
5. Musa Şimşekçakan, Put, ictihad.com, 30/06/2010
6. İmam-ı Azam’ın Beş Eseri, El Alim Vel Müteallim, s.24
* Kaynak: https://otekimahalle.wordpress.com/2014/12/22/ozgurluk-teolojisinin-imkanlari-uzerine-suphenin-vazgecilmezligi/
0 yorum:
Yorum Gönder