Merhabalar, Anadolu'nun İslamlaşma sürecinde önemli bir tarihsel aralığa tekabül eden ve İslam'ın ikinci koşusu olarak adlandırılan 11. ve 13. yüzyıl arasındaki dönemde cereyan eden olaylara dair okuma notlarını paylaştığımız blogumuza hoşgeldiniz.

31 Aralık 2014 Çarşamba

“Türkler” Niçin Müslüman Olmadı ve Olamazdı ama Müslümanlar Niçin ve Nasıl Türk Oldu? - DEMİR KÜÇÜKAYDIN

04:53 Posted by Bedri Münir , No comments
* Yaptığımız okumalar ile ilgili olduğundan dolayı aşağıdaki adresten alıntıladık. 

Okullarda okutulan ve herkesin kabul ettiği tarihe göre, Türkler 7-11 yüzyıllar arasında Müslüman olmuşlardır.
Bu hikayeyi en Marksist bilinenler bile kabul edip öyle kitaplar yazmışlardır.

Örneğin Hikmet Kıvılcımlı, “Dinin Türk Toplumuna Etkileri” diye bir kitap yazmıştır ve kitaptaki bölümlerden birinin başlığı da “Türkler ne zaman ve nasıl Müslüman oldular”dır.

Bir başkası da Erdoğan Aydın. “Türklerin Müslümanlaştırılmasının Resmi Olmayan Tarihi – Nasıl Müslüman Olduk?”diye bir kitap yazmış. (Bu iki yazının ayrıntılı bir eleştirisi şu yazıda var:“Kıvılcımlı Niçin ve Nasıl Bir Gerici Milliyetçiydi?” ve “Türklerin Müslümanlaşması mı? Müslümanların Türkleşmesi mi? (Erdoğan Aydın’ın “Nasıl Müslüman Olduk” Kitabına Eleştiri”)
*
Sorunu adlandırmadan başlayalım.

İslam uygarlığı, İran’ı (Pers Uygarlığını) fetih ettikten sonra, Kafkaslardan Çin hududuna kadar olan Orta Asya denen bölgede genellikle göçebe aşiretler halinde yaşayanlar, eskisi altında oldukları uygarlığın diniyle dinlenmişler ve Müslümanlığa geçmişlerdir. Bu süreç örneğin Germenlerin Batı Roma ya da Slavların Doğu Roma etkisiyle onların diniyle dinlenmelerine ve uygarlığa geçmelerine benzer.

Bu dönüşümü “Türklerin Müslümanlaşması” olarak tanımlamak, baştan aşağı yanlış, ancak ırkçı Türk milliyetçilerinin yapabileceği bir iştir.

Yani sorun olguda değil? (Orta Asya’daki göçebe ve yarı göçebelerin Müslümanlığa geçmesi değil) olguyu tanımlayan kavramlardadır (Türklerin Müslüman olması olarak tanımlanmasındadır.)
*
Önce kategorik bir yanlıştan başlayalım.

Masa Ahlak olabilir mi? Ya da dolap iyilik olabilir mi? İki kere iki balmumu eder mi?

Böyle bir soru bile saçma gelir insana? Bu nasıl soru diye düşünülebilir?

Ama Türklerin Müslüman olmasından söz etmek masanın ahlak olmasından söz etmekten farklı değildir mantıki kategoriler bakımından.

İslam bir dindir? İnsanlar ya da bir topluluk, bir dinden diğer dine geçebilir.

Yani aynı kategoriden şeyin içinde bir değişim olabilir.

Türklük bir din miydi? Türk diye bir din var mıydı?

Yoktu.

Bugün bizlerin Türk dediği o zamanlar Kafkaslar ve Çin arasında yaşayanlar, henüz uygarlığa bile geçememiş, göçebe veya yarı göçebe yaşayan kömünal aşamalardaki topluluklardı. Onlar da kendilerini muhtemelen Türk olarak değil, şu veya bu aşiretten insanlar olarak tanımlıyorlardı. Bu aşiretlerin veya aşiret birlikleri muhtemelen aşireti veya o birliği temsil eden totemleri ve bilgiyi koruyan ve aktaran şamanları vardı.

Yani isterseniz putlara tapıyorlardı diyelim İslam’ın deyişiyle; totemleri vardı diyelim; isterseniz şaman dinindeydiler diyelim.

(Aslında şaman dini diye bir din de yoktur. Yazısız ve komün halinde yaşayan toplumlarda, “kabilenin büyücüsü”, “şaman”, Anadolunun bazı köylerinde “kadın ana”, Avrupa ortaçağında “cadı” denilmiş ve yakılmış aynı zamanda doktor, bilgiyi toplama ve aktarma işlevinin görene şaman denmektedir. Ama bu Türkiye’de Irkçı Türklerin tarih anlatımına bağlı olarak, “İslam öncesi Türklerin dini” diye tanımlanmıştır. Burada “Türklükle” bir ilgisi olmayan, ama Türk milliyetçiliğinin ürünü ve Türklüğe bağlı olarak tanımladığı evrensel bir kategori söz konusudur. Bu Şamanın somut biçimleri ve aldığı isimler çok farklı olabilir. Ama yazısız bütün toplumlarda, esas olarak komünal ilişkileri yaşayan toplumlarda, toplumsal örgütlenmede önemli işlevi olan bir kurumdur “Şaman”lık. Alevi dedeleri, şamanların Alevilik formu içinde devam edişleri olarak da görülebilir.)

Yani o topluluklar aşiretler halinde yaşıyorlardı ve totemleri vardı. Aynı totemden gelenler kardeş sayılıyorlardı. Esas toplumsal ilişkiler buna göre belirleniyordu. Yani Dinleri “Totemizm” veya “Şamanlık” idi.

Eh aynı kategoriden şeyler içinde birinden diğerine geçiş olabileceğinden, şu veya bu “puta tapanlar Müslümanlığa geçtiler” demek gerekir.

(Tabii Müslüman olmak her zaman Müslüman olmak anlamına gelmez. İslam bir uygarlık dinidir. Aşiret bağlarını (Totemleri, putları); aşiret kardeşliğini tanımaz. Allah’a inananların kardeşliğini tanır örneğin. Ama ister Arabistan’ın Bedevileri, ister Mağrip’in Berberileri, İster Hasar Denizi kıyılarının Türkmen ve Azerileri; ister Orta Asya’nın Özbek’leri, ister Mezopotamya’yı çevreleyen dağların Kürtleri olsun bunların Müslümanlığı esas olarak ince bir kabuk olarak kalır eski üretim ilişkileri devam ettiği sürece. Esas belirleyici yine aşiret bağları olmaya devam eder. Hatta bu durum öyle etkilidir ki, İslam bile hukuken kendini bu yaşayışa uyduracak yorumlara bürünür. Örneğin Şafiilik göçebe yaşamının koşullarına uyarlanmış bir İslam’dır. Ama sürecin bu tür inceliklerini bir tarafa bırakalım. Şu veya bu toteme tapan göçebe veya tarımla uğraşan Orta Asya halkları Müslümanlığa geçmişlerdir denebilir.)

Peki, Türk ne oluyor?

Türk’ün sonradan Hint yolunu almak isteyen Alman emperyalizminin uydurduğu bir kavim olduğunu bir yana bırakalım.

Türk nedir?

Türkçe konuşan anlamında alalım.

Gerçi o zamanlar bugünkü gibi bir Türkçe de yoktu her aşiretin veya bölgenin diğerinden epey farklılaşmış lehçeleri vardı ve bunlar linguistik olarak aynı dil ailesinden sayılabilirlerdi.

Ancak o insanlar için, kendilerini Türk olarak tanımlasalar bile bunun toplumsal örgütlenme ve yaşam bakımından hiçbir anlamı yoktu. Muhtemelen çok uzaklarda kalmış bir soy ortaklığının kalıntısını veya epeyce farklılık oluşmasına rağmen yine de var olan bir dil ortaklığını ifade ediyordu.

Yani Türk linguistik bir kavramdır. Sosyolojik bir karşılığı yoktur. Türk dili sayılabilecek dillerden birini veya başka bir dili konuşmak ne toplumsal ilişkileri ne de topluluklar arasındaki ilişkileri belirliyordu. Tıpkı çekik gözlü veya sarı saçlı olmak gibi, sosyolojik olmayan bir özelliği ifade eder Türk olmak. İnsanlar Türk oldukları için şu ya da bu dinden olmazlar veya sosyolojinin konusu olacak bir farklılık göstermezler. Yeryüzündeki bütün diller aynı yetenektedir. Diller sosyolojinin konusu değildirler.

Dolayısıyla o zamanlar Türk yoktu ama haydi var saysak bile, Türk denen şey bir dini yani toplumsal ilişkilerin nasıl örgütleneceğini belirlemediği için, yani öyle bir din olmadığı için Türkler Müslüman olmadı ve olamazdı. Diyelim ki atmaca kuşu totemi olanlar Müslüman oldular ve o totemin temsil ettiği toplumsal ilişkiler ve hukuktan İslam’ın hukukuna ve toplumsal ilişkilerine geçtiler.

Geçtiklerinde dilleri aynı kaldığına göre linguistik kavramlarla düşünürsek. Atmaca totemine tapanlar Müslüman olduklarında, dilleri değişmediğine göre, Türkler Türk olarak kalmıştır. Ya da Türklükten Türklüğe geçmişler diyebiliriz.

Türklerin Müslüman olması konusunun kavramsal saçmalığı sanırım biraz açıklık kazanmıştır.

Ancak, bu tarihi diyelim bugünkü Azerbaycan, Türkmenistan, Kırgızistan, Özbekistan’dakiler anlatırsa, “bizler 7-11 yüzyıllar arasında puta tapmaktan Allah'a tapmaya, Şamanlıktan İslam’a geçtik deseler; iyi kötü olgulara da denk düşen bir söz söylemiş olurlar.

Ama Anadolu’ya ay ad bugünkü Türk Ulusu’nun olduğu topraklara ve nüfusa gelince burada bir de olgusal yanlışlık var. Ve Türklerin Müslüman olması uydurmasındaki saçmalık şahikalarına varıyor.
Çünkü Anadolu’da o saçma anlayışla bile Türkler Müslüman olmadı ve olamazdı. Çünkü Anadolu’da Türk yoktu. Küçük küçücük bir fatih azınlık dışında Anadolu binlerce yıldır Anadolu'da yaşayan insanlarla zaten doluydu.
Şimdi anlatılan tarihe göre, Orta Asyadakiler gelmişler ve Anadolu’ya yerleşip, kendileri de Müslüman olduklarından Anadolu’yu Müslüman yapmışlar.

Burada fiziksel, kültürel veya biyolojik saçmalıklar var. Kavramsal saçmalıklardan da önce.

Bu Anadolu boş muydu? Kaç kişi geldi orta Asya'dan? O zamanlar on bin yıl önce neolitik devrimi yapmış ve yerleşik tarıma da geçmiş Anadolu nüfusu muhtemelen bütün Orta Asya’dan fazlaydı. Orta Asya boşalmadığına ve Anadolu’dakiler de buhar olup uçmadığına göre. Anadolu’ya ne geldi? Ne kadar geldi?

Muhtemelen bütün gelen fatihler birkaç yüz bin kişidir.

Bugün Türkiye’de yapılan bütün genetik analizler göstermektedir ki, Anadolu’da yaşayan bugünkü insanların ataları da Anadoluluydu. Orta Asya’dan falan gelmediler.

İkincisi, dil ortaklığı hariç, tüm müzikleri, kültürleri, yemekleri de Anadoluludur. Bir Türk bir Ermeni veya Rum’a, 16. Yüzyıldan beri ayrı düştüğü bir Azeri’den bile daha yakındır kültürel olarak. Bir Türkmen veya Kırgız ile bir Anadolulu Türkü arasındaki mesafe ise galaksiler kadar uzaktır.

Ne genetik ne de kültürel olarak bir yakınlık yoktur Orta Asya’da yaşayan nüfusla. Var olan da yüzde beş civarındadır eğer niceliğe vurulursa.

İşin ilginci, yüzyılın başındaki, Anadolu nüfusunun yarısını değiştiren, tehcir, mübadele, Balkan ve Kafkaslardan gelenlere rağmen böyledir. Yani yüzyılın başında eğer genetik analizler yapılsaydı, bu nüfuz içinde daha da küçük bir Orta Asyalı yüzdesine karşılık düşerdi.

Peki, bugün Türkiye Cumhuriyeti’nin ulusunu veya ahalisini meydana getiren ve Türk dediklerimiz neler?
Bunlar Anadolu’nun binlerce yılan beri burada yaşayan ahalisi. Onların ahfadı.

Peki, onların ahfadı olmasına rağmen, niye genetik yapısı ile linguistik yapısı birbiriyle çakışmıyor? Genetik olarak Akdeniz veya Anadolu; Dil olarak Altay Ural. Bu nasıl oluyor?

Normal olarak dünyanın her yerinde Genetik ve Linguistik yapı arasında bir çakışma vardır. Esas olarak neolitik devrimi yapan kabilelerin dili muazzam bir yayılma gösterip, diğer neolitik devrim öncesi dilleri yok etmiştir. Bu gibi diller oldukça korunmalı yerlerde (Kafkaslar, Bask (Pireneler), Hindistan’ın güneyi (Dravitler) vs. gibi neolitik devrimi, yapanlar tarafından yok edilmeden öğrenebilecek kadar zamanlarının olduğu yerlerde varlıklarını sürdürmüşlerdir.

Ancak dil ailesiyle genetik yakınlıkların tutmadığı bazı yerler de vardır. Bunlar şu veya bu küçük bir fatihler tarafından ele geçirilmiş, sonra o fatihlerin dile ve dinini benimsemiş yerlerdir. Örneğin Avrupa’da iki yer böyledir. Macaristan ve Türkiye.

Macaristan’ın ahalisi genetik olarak tipik bir orta Avrupalı özelliği taşımaktadır ama dili Altay Ural dil ailesindendir. Yani içinde Türkçenin de bulunduğu dil ailesindendir. Bu Macaristan’ın Orta Asya'dan gelen Hunlar veya Magyarlar tarafından fethi ve bunların dillerini zamanla yaşayanlara kabul ettirmesiyle ilgilidir.

Benzeri bir de Anadolu’da yani bugünkü Türkiye’de görülür. Halk genetik olarak tipik Anadolulu ve Akdenizlidir ama dil Altay Ural dillerindendir.

Şimdi burada açıklanması gereken iki nokta var.

Nasıl oldu da bu dil, Anadolu’nun yerli ahalisine kendini kabul ettirdi?

Nasıl oldu da Anadolu’nun yerli ahalisi Hırıstiyanlık’tan Müslümanlığa geçti?

Yani “bugünkü Türkler nasıl ve ne zaman Müslüman oldu?” (ya da bir Türk sorarsa “olduk) sorusu, doğru olarak, Anadolu’da binlerce yılıdır yaşayan bu insanlar ne zaman ve nasıl Müslüman oldular ve buna paralel olarak da dillerini değiştirdiler diye sorulmalıdır.

Yani Erdoğan Aydın gibiler, “nasıl Müslüman olduk?” derken. Eğer bir parça olgulara dayanan bir şekilde bu soruyu soruyorsa. Bu sorunun cevabını Orta Asya’da değil; Anadolu’da yaşayan insanlarda ve 7-11 yüzyıllar arasında değil de 11-19 yüzyıllar arasında aramalıydılar. Tüm o sorunun yanlışlığına rağmen.
Şimdi soruyu şöyle soralım. Anadolu’nun Rumları, Ermenileri ve diğerleri (Likyalılar, Manavlar, Çepniler, Yörükler vs.) ne zaman ve nasıl Müslüman oldular.

İkinci bir soru da şudur: nasıl oldu da Türkçeyi benimsediler?

Anadolu’da Müslüman olanlar, Orta Asya’dakiler gibi bozkır göçebesi değildiler ve totemlere tapmıyorlardı. Çünkü Anadolu ilk neolitik devrimin olduğu ve Hint Avrupa dillerinin bütün dünyaya yayıldığı yerdir. M.Ö. 2000 yıllarında Demir’in keşfi ve alüvyonu Irak ve Mısır nehir boyları dışında da tarım uygarlığına geçişin olanaklı olmasıyla birlikte aynı zamanda ilk uygarlığa geçen yerlerden biridir.

Yani Bugün Türk olan Türk olmadan önce de Müslüman olan yerli halk, Hint-Avrupa dillerinden konuşuyordu ve Hıristiyan'dı. Bunlar nasıl Müslüman oldu ve Türkçe konuşmaya başladı.

Doğru soru budur.

Tabii bunu açıklayabilmek için, başka kavramları da doğru tanımlamak gerekiyor.
*
Bir keder Anadolu’yu Türkler fetih etmedi.

Anadolu’da ta Hititlerden beri gelen uygarlıklar zinciri vardır. Doğu Akdeniz de diyebiliriz buna. Yunanlılar ve daha sonra Roma ve Bizans ile devam eder.

Bir de bugünkü Kürdistan dağlarının doğusunda Pers uygarlığı vardır. Hint ve Çin yolu üzerindeki; klasik ön Asya uygarlıklarını Hint ve Çin’e bağlayan.

Bu iki farklı uygarlık alanının arasında her zaman bir rekabet ve savaş ta vardır, bu savaşların özü de ticaret yollarına kimim egemen olacağı üzerinedir.

Kürdistan ve Anadolu bu iki uygarlığın savaş ve rekabet alanı olagelmiştir. Anadolu platosu esas olarak Grek, Roma, Bizans, Osmanlı etki alanında olmuştur; Kürdistan ise Pers etki alanında. Ancak bu iki uygarlık arasındaki sınır Kürdistan’ın Doğusundan ege kıyılarına kadar sürekli ve sık sık değişmiştir.

Örneğin Maraton bile bu iki uygarlığın savaşının bir sonucudur.

Şimdi ikinci bir noktaya gelelim. Her uygarlık aslında bir süre sonra çürür ve genellikle paralı asker olarak kullandığı ve kendi işleyişini ve zayıf yerlerini öğrettiği “barbarlar” tarafından ele geçirilir.

O “barbarlar” medeniyeti ele geçirdiklerinde yeni bir imparatorluk sülalesi kurulur ve o uygarlık alanında belli bir canlanma yaşanır. Çürümüşlük bir dereceye kadar amorti edilir. Ama kısa bir süre sonra da, önceki çürümeyi yaratan güçler yeni fatihleri de çürütürler ve bu sefer onlar da başka bir komün tarafından alaşağı edilir. Tarih üç aşağı beş yukarı böyle gider.

İşte Bizans ve Pers uygarlıkları da böyledir. Pers uygarlığı İslam aşısıyla ve Abbasi egemenliğiyle bir çiçeklenme yaşar. Ama bir süre sonra o da çürür. Selçuk beyin aşireti onun başına geçer. Bu gençlik aşısıyla, Bizans’ı, tıpkı eski İyonya ve Eski Yunanistan zamanında olduğu gibi, Pers uygarlığı Ege kıyılarına kadar sürer.
İşte Türklerin Anadolu’yu fethi diye gerçek mahiyeti saptırılmış ve anlamını yitirmiş olgu, Pers uygarlığının, başına geçmiş Oğuz soyundan bir sülale ile canlanması ve Bizans’ı Anadolu’dan çıkarması, tekrar Anadolu’ya egemen olmasıdır.

Öte yandan Bizans da bir çürüme içindedir ve İslam’ın ve diğer göçebe fatihlerin Pers uygarlığına yaptığı gençlik aşısından da yoksundur.

Hem daha yeni ve gelişmiş bir dine dayandığı; hem de daha fazla taze kan aldığı için, Pers uygarlığı Anadolu’ya iyice yerleşir kısa zamanda. Anadolu’nun ahalisi de kendisine daha fazla refah ve adalet sunan bu uygarlığın dinine geçmeye başlar. (Selçuklular, “Anadolu Selçukluları” (böyle bir devlet yoktur Türk tarihçilerinin uydurmasıdır) ve “Beylikler” yani yuvarlak hesap Yavuz’a kadar olan dönem budur.)

Mevlana’lar falan hep Pers uygarlığıdır Anadolu'daki uzantılarıdır.

Tabii bir uygarlık diğerini sadece kaba güçle ele geçirmez. Bunlar aşağı yukarı devrimlerin yayılmaları gibi kavranmalıdır: O zaman bu yeni düzenin ortaya çıkardığı kurumların da yayılışı olur. Örneğin “Horasan erleri” falan hep bu bağlamda değerlendirilmelidir.

Tabii burada Pers uygarlığını ele geçirenlerin cahil aşiret çocukları olduğu unutulamamalı. Bunlar koca binlerce yıldır incelmiş devlet cihazlarını ele geçirirler. Ama o cihaz ve uygarlık binlerce yıllık birikmiş tecrübesiyle o fatihleri kısa zamanda özümser ve esas işi arkadan yürütür. Nizamülmülk’ler falan aslında tam da bunu yaparlar.
Bu fatihler devletin başındaysa elbet devlet cihazının kendi dilini konuşmasını isteyecektir. Çünkü kendisi başka dil bilmemektedir. Devlet demek vergi ve mahkemelerdir her şeyden önce. Buralarda hangi dil konuşulacaktır? Bu da fatihlerin dili olur. Fatihler ise henüz Pers uygarlığınca tam fetih edilemeden Anadolu’yu fetih ettiklerinden bu “Türkçe” olur.

Ancak uygarlık dediğin de çok ince bir şehirli tabakasıdır. Gerisi kapalı ekonomideki köylerde yaşar.
Köyler ise bir yandan komünal ilişkilerdir, yani bir uygarlık dinine gerekleri bile yoktur, eşitlikçi bin topluluk içinde yaşarlar.

Diğer yandan devlet ondan vergi alarak artı ürününe el koyar. Ona karşı bir köylü muhalefetidir.

Böylece uygarlıkların egemen olduğu alanların büyük bölümü uygarlığın resmi dininin sapkınlık olarak gördüğü komünle yakın bağlar içindeki ve aynı zamanda birer köylü partisi niteliğindeki mezhep ve tarikatların elindedir.
Bizans egemenliği altında inleyen bu komün-köylüler, Balkanlar’da Bogomiller, Anadolu’da Paulikanlardır. Yani daha sonra Osmanlı şeriatı karşısında ne durumda olacaklarsa o zaman Bizans kilisesi karşısında benzer konumdadırlar.

Fatihler elbette Bizans tarafından ezilen bu köylülerin desteğini alacaktır iyice yerleşebilmek için. Onlar da buna zaten teşnedirler. Bu devrim veya dönüşüm de Osmanlı’nın Anadolu ve Balkanlar’da Bogomillerin Bektaşileşmesi; Paulikanların Alevileşmesi biçiminde gerçekleşir.

Osmanlı İstanbul’u fetih edip onun tarafından fetih edilinceye kadar aslında bunlara dayanır ve hızlı büyümesini bu “sapkınlara” borçludur. Anadolu Sünni Müslüman olmadan önce “Sapkın” Müslüman olmuştur.
Şimdi bütün bunların yanı sıra, Müslüman olmanın vergiden ciddi bir muafiyet sağladığı da düşünülünce, Müslümanlaşmanın ve Türkçe diline geçmenin mekanizmaları daha iyi kavranır.

Böylece Anadolu’nun sapkın Hıristiyanları sapkın Müslümanlığa geçerek Anadolu’nun alttan; Şehirlerde de pers uygarlığının üstünlüğü üstten bir Müslümanlaşmasını ve Türkçe diline geçmesini sağlar.

Bu yüzyıllar içinde gerçekleşir. Beş yüz yıl aşağı yukarı. Bu beş yüz yılda yine de bir yandan Bizans’tan önce Hıristiyanlığa geçmiş daha eski dinlerden halklar (Süryaniler, Keldaniler, Ermeniler ve kiliseleri) diğer yandan Ortodokslar (Rumlar) varlıklarını sürdürürler.

Eğer yüzyıl başındaki sürgün ve katliamlar olmasa, Anadolu’nun yüzde kırkı ila yarısı arası bir nüfus dinini koruyan ama dilini büyük ölçüde değiştirmiş (Ermeniler ve Rumlar büyük ölçüde Türkçe konuşuyorlardı evlerinde bile) durumdaydı.

O halde, Türklerin “Nasıl Müslüman Olduk?” sorusunun cevabı 7-11 yüzyıllar arası Orta Asya’da değil; 11-19 yüzyıllar arası Anadolu ve Balkanlar’da aranmalıdır.

Ve totemizmden Müslümanlığa geçişten ziyade, bir uygarlık dininden (Hıristiyanlık) diğer uygarlık dinine (İslam); bir uygarlık dininin “sapkınlığından” diğer uygarlık dininin “sapkınlığına” (Bogomil ve Paulikanlıktan Bektaşilik ve Aleviliğe) geçiş olarak ele alınmalıdır.

Bu geçişler ile birlikte ve devlet cihazının Türkçe ile işlemesi de Türkçenin yayılmasının bir ek nedeni olarak görülebilir.

Sorun böyle bir bakışla incelendiğinde, gerçeğin daha sadık bir resmi çıkarılabilir.

Tabii soruna böyle bakınca Tarih kitaplarını Türk milliyetçileri başka türlü yazmak zorundadırlar. Keza “soydaşlar” o zaman Ermenileri, Rumları ve kısmen da Kafkasların ve Balkanların halklarını içerecektir; “Orta Asya Türkleri”ni değil.
*
Peki, bu Türklük nedir?

Bugünkü anlamıyla Türklük bir ulustur.

Ulus ise, modern toplumun dininin, karşı devrime uğramış biçimidir.

Yani Türklük bir dindir.

Özel ve politik ayrımına dayanan dinin politik olanı Türklük ile (bir dil, soy ve tarih vs. ile) tanımlayan bir biçimidir.

Evet, tam da bu nedenle, Türkler (Bir linguistik kavramdır çünkü İslam’dan önceki ve modern ulustan önceki Türklük) Müslüman olamaz, ama Müslümanlar Türk olmuştur.

Yüzyılın başında, önceden Müslümanlaşmış olan genetik olarak Rum, Ermeni vs. olan Anadolu’nun yerli ahalisi, Hıristiyan ahaliyi keserek Türk olmuştur. Türklük vaftizini de, kanla ve kendi kültürel ve genetik kardeşlerinin kanıyla ve malıyla yapmıştır.

Bu nedenle, Türkler ulus olarak ruhen hastadırlar hiçbir eski uygarlık beşiğinin olmadığı kadar.

Bir İranlının veya Pakistanlının böylesine saçma Orta Asyalara kadar giden gerçek kültürüyle ilgisiz bir tarih uydurmaya ihtiyacı yoktur.

Ama Anadolu’nun Müslümanlaşmış yerli ahalisinin Hıristiyanları (Yani kültür ve genetik olarak kendilerine en yakınları) keserek veya onları sürerek kendini Orta Asya’daki kavimlerin ahfadı olarak tanımlaması tam bir şizofrenik duruma yol açmaktadır.

Kimi insanlar genetik olarak hasta doğarlar; Türk ulusunun da böyle genetik olarak doğumundan gelen genetik bir sakatlığı bulunmaktadır. Hafızasızdır.

Diğer uluslar da Tarihler uydururlar ama böylesi yoktur.

Türkler ise, Türklükten demokratlığa dönüşmek ve ulusların tarihi olmadığına dair bir tarih yazmak bir yana; böyle daha kültürel; gerçekliğe daha denk bir tarih yazmaktan ve bir kültürel Türk milliyetçiliğine geçmekten bile çok uzaklar henüz.

Dolayısıyla Türklerden ciddi bir demokratik hareket beklenemez. Bugünkü tarih yazımı verilerine göre, Özel savaş dairesinin yedeği olmaya devam edecekleri tahmin edilebilir.

12 Kasım 2014 Çarşamba

23 Aralık 2014 Salı

“Asıl kırılma Hilafet’in Osmanlı’ya geçmesiyle yaşandı” - ALTAY ÜNALTAY

23:25 Posted by Bedri Münir , No comments
Altay Ünaltay'ın okumalarımız için oldukça anlamlı olduğunu düşündüğümüz söyleşisini ilginize sunuyoruz. Bu söyleşi ilk olarak 08.08.14 tarihinde akilvefikir.org'da yayınlanmıştır.

***

Yazar ve çevirmen Altay Ünaltay’la İslam Dünyası’nın felsefî-düşünsel temeldeki sorunları, modernleşme ve reform hareketleri, dünyevileşme ve Türkiye’de iktidar ve muhalefet üzerine röportaj…

Atilla Fikri Ergun’un röportajı

Akıl ve Fikir (akilvefikir.org) ikinci röportajını Yazar ve çevirmen Altay Ünaltay’la gerçekleştirdi. Ünaltay, bu ülkenin medyatik olmayan, ekranlarda şov yapmayan, bilakis okuma ve araştırma faaliyetlerini istikrarlı bir çizgide sürdüren ve fikir üretmeye çalışan entelektüellerinden. Onu televizyon ekranlarında slogan içerikli cümleler kurarken, bir takım taraftarı gibi belli bir siyasi yapının sözcülüğünü yaparken göremezsiniz; buna mukabil yazıları ve kitaplarında ele aldığı konular ve dile getirdiği fikirler, sahip olduğu felsefî-düşünsel derinliğin ve yorum-analiz kabiliyetinin en açık göstergesi.

A. Altay Ünaltay, 1960 Konya doğumlu. İstanbul Tıp Fakültesi mezunu. 1989’dan itibaren Kitap Dergisi (Birleşik Yayıncılık), Ülke Dergisi (Dergâh Yayınları), Yarın Dergisi, Yeni Şafak Gazetesi, Söz ve Adalet gibi çeşitli dergi ve gazetelerde, tarih, toplum, siyaset ve küresel ilişkiler üzerine makale ve çevirileri yayınlandı. 1990’da Doğu’da ve Batı’da Din ve Devlet İlişkileri (Endülüs Yay., İstanbul), 1998’de Bir Şark Masalı: Batılılaşma (Ülke Kitapları, İstanbul), 2006’da Dünya Politikasına Yön Verenler (Kızılelma Yay., İstanbul) adlı kitapları yayınlandı. Ayrıca 1999’da yayınlanan edisyon kitap Uygarlığın Yolu: Avrasya’da (Kızılelma Yay., İst.) ortak yazar olarak görev aldı. Halen bir vakıfta yönetici olarak çalışıyor. Ünaltay’ın bir kısım makale ve çevirilerine ‘Altay’ın Notları’ başlığını kullandığı blog adresinden -http://altayu1.blogspot.com.tr- ulaşmak mümkün.

Altay Ünaltay’la İslam Dünyası’nın felsefî-düşünsel temeldeki sorunlarını, modernleşme ve reform hareketlerini, dünyevileşmeyi ve bunların yanında Türkiye’de iktidar ve muhalefet konusunu konuştuk.

***

- Malum, İslam dünyası yaklaşık üç yüz yıldan bu yana Batı karşısında mahkûm pozisyonda, Müslümanların temel sorunu ne, dolayısıyla yeni bir diriliş için işe nereden başlamak gerekiyor? İçinde bulunduğumuz bu durumdan kurtulmak için nasıl bir çizgi takip edilmeli?

Altay Ünaltay: Buna cevap vermek için biraz daha geriden almak gerekiyor. 16. yüzyılda Yavuz Sultan Selim’in hilafeti Osmanlı’ya getirmesiyle biz aslında Tanzimat ya da Cumhuriyet’te yaşadığımız kırılmadan çok daha büyüğüne uğradık.

İlk Osmanlı medresesinin temellerini Sadrettin Konevi’nin talebeleri atmıştır, örneğin Davud Kayseri gibi. O ise ünlü tasavvuf filozofu Muhyiddin İbn-i Arabi’nin hem evlatlığı hem de en iyi öğrencisiydi. Arabi felsefesi, bildiğiniz gibi, “varlığın birliği = vahdet-i vücut” temeli üzerine oturur. Tasavvufta kökleri Hz. Ali’ye dek geri götürülen bu felsefeye göre varlıktaki her şey gibi insan da Allah’tan bir parça ve bir “nur”dur.

İlk bakışta basit görülen bu farklılık açıldığında birçok yöne giden uzanımları bizi şaşırtabilir. Örneğin asli bilgi sizin içinizdedir. Gönül ve akıl “varlığın” diğer kısmındaki delilleri (afak ayetlerini) değerlendirerek kendinde, “Hakk”tan gelen o “nur”daki asli bilgiye ulaşır. Elbette “Kitap”da Hakk’ın çok sayıdaki afak ayetlerinin önemlilerinden biridir.

18. yüzyılda Şeyh Galip:

“Hoşça bak zatına kim zübde-i alemsin sen

Merdum-u dide-i ekvan olan insansın sen”

(Hoşça bak kendine, çünkü alemin süsüsün sen

Kainatın gözbebeği olan insansın sen)

dediğinde, bunu sadece insana sevgi ve saygı bağlamında söylemiyordu, vahdet-i vücut felsefesinin temel bir inanışını dile getiriyordu: İnsan, Allah’ın en önemli delilidir; insanın kendi için dahi bu böyledir, zira O’ndan bir parça ve o “Nur’ul-envar”dan bir nurdur. Bu inanış akla ve gönüle namütenahi kapılar açar. Her delil ya da “ayet”, akıl ve gönülde bir “itminan” oluşturmalı, bir karşılık bulmalıdır, yoksa bir anlamı yoktur. Aslında akıl-gönül ayrımı da yoktur, tüm geleneksel uygarlıklar “kalbinle düşün” derler.

14. yüzyılda Bizanslı filozof Gemistus Plethon’un Edirne medresesini ziyaret ettiği ve ulemaya şu öneriyi götürdüğü söylenir: “Gelin, İslam, Ortodoksluk ve Zerdüştlüğü birleştirip bir Doğu dini kuralım ve Katolik barbarlara karşı Doğu’yu birleştirip Batı’ya son verelim.” Bu öneri ulema arasında görüşülür, ama tam bir fikir birliğine varılamaz. Yine de Plethon’a bugünün konuk profesörlüğüne benzer bir unvan verilerek medrese talebelerine kendi fikirlerini anlatması izni verilir! Herhalde bugünün modern ilahiyat fakülteleri dahi henüz bu kadar fikir özgürlüğü içinde değildir!

“Osmanlı hüküm sürdüğü çağların bilim ve teknoloji deviydi”

Osmanlı medreseleri sadece tefsir, hadis, fıkıh gibi bilinen dini bilimler okutmuyor, kimya, hendese, ilm-i heyet (astronomi), tıp, mantık, felsefe gibi o çağın pozitif bilimleriyle ilgili eğitim de veriyordu, çünkü o bilimler de “varlığı” inceleyip O’nun hakkında bilgi topluyor olduklarından diğerleri kadar muteberdiler. Bunun sonucu bilim ve teknolojide ilerlemeler oldu. Fatih’in Urban ustaya dev toplar döktürmesinden tutun, Hezarfen Ahmet çelebi’nin ilk planör uçuşuna ya da Haliç’te bir şehzadenin sünnet düğününde eğlence için yüzdürülen timsah şekilli mini denizaltılara varana kadar Osmanlı o çağların bilim ve teknoloji deviydi de.

Bu konuda bilinmeyen bir nokta da 18. yüzyıla dek Batı’da yazılan bilimsel-felsefi eserlerin birçoğunun Doğulu ya da Osmanlı bir alime teşekkürle başlaması idi. Gerçekten de uzun süre fikri hakimiyetimizi devam ettirdik.

Yeniçerilerin Bektaşiliğinden çok bahsedilmiştir ama Osmanlı padişahlarının tarikat ve tasavvuftaki yerleri ile ilgili çok az şey söylenmiştir. Şüphesiz bir Bektaşi dervişine ancak şeyhi emir verebilir, yani bütün Osmanlı padişahları baştan beri Bektaşi şeyhiydiler. Bu, Osmanlı ülkesinde otorite sağlamak için 16. yüzyıla dek yeterli oldu. Ama Safevilik ortaya çıkınca işler karıştı.

Gerek Bektaşilik gerek Safevilik aslen Halvetiliğin birer koludur, Erdebil Tekkesi’ne bağlıdır.  Bu tekkenin geleneğinde Safevilik, Bektaşilikten daha faziletli bir koldu ve “şeyh” (daha sonra Şah) İsmail daileri Anadolu’daki Türkmen aşiretlerini kendi tekkelerine davet ettiğinde bu avantajdan da faydalanıyordu. Padişah Yavuz, bu Safevi “fitnesini” yok etmek için Çaldıran seferine çıktı, amacı Şah İsmail’i yok etmekti, ama ordularını yenmesine rağmen bunu başaramadı, İsmail kaçtı. O halde otoriteyi sürdürmek için Bektaşi şeyhliğinden daha büyük bir makam gerekiyordu: Hilafet. Son Abbasi halifesi Mısır Memluklerinin sarayında korunuyordu. Yavuz, Mısır seferine çıktı ve hilafeti devraldı.

Ancak “halife-i İslam” olmak nasıl yüce bir makamda olmaktır, bunun cahil Osmanlı halkına anlatılması gerekiyordu. Bu işi de bu konuları iyi bilen Ezher uleması yapacaktı. Yüzlercesi gemilere bindirilip İstanbul’a gönderildi. Tarihler, Yavuz’un İskenderiye rıhtımında durup yelken açmış gemiler ufukta kaybolana dek arkalarından baktığını yazar.

İstanbul’a gelen ulema başlıca cami ve medreselere yerleştirildi ve kendi bildikleri “hilafet İslam’ı”nı halka anlatmaya koyuldular. Tabii bir yıl sonra İstanbul’u tanıyamazdınız. Bugün dahi birkaç yüz, ne dediğini bilen ve organize davranan aydını İstanbul’a sokun, bir yılda fikir gündemi tamamen değişir. Ancak bu yeni ulema, İslam’ın “Eş’ari” koluna mensuptular ve o düşünce sistematiğini de medrese ve camiye soktular. Buna göre:

1- Yaratılmışlar ve Yaradan ayrı varlıklardı, aralarında kapanmaz bir ontik uçurum vardı.

2- Yaradılmış insan, Kur’an ve hadiste yazılanları her zaman anlayamazdı, onlar ontik olarak çok yüksek ve insandan farklı bir kaynaktan geliyordu, insana düşen inanmak ve itaat etmekti, anlamak değil.

3- “Vahdet-i vücut” küfürdü, çünkü “Yaradan’la yaradılanın farkını bilmek” olan Tevhid’i bozmuştu, “şeyh’ül-ekber” (büyük şeyh) denen M. Arabi “şeyh ül-ekfer” (en kafir şeyh) idi. Bu görüş medreseye yerleşince tekke-medrese kavgası başladı, bunun bugüne uzanan şekli Alevi-Sünni kavgasıdır.

4- Medresede “ilm-i dünya” (dünya ilimleri, yani fizik, kimya, tıp vs.) okutmaya gerek yoktu. Bunlarla talebenin zihnini meşgul etmek yerine sadece Kur’an kıraati, tefsir, hadis, fıkıh vb. “ilm-i ula” (üstün ilimler) okutulmalıydı. Bugünün imam hatip okulları ve ilahiyat fakültelerinde genel manada İslam anlayışı budur.

Bu derin değişimlerin sonuçları kalıcı oldu. Devlet fitneden kurtulmuştu, ama ona hayat veren ilim geleneği kurban edildi, akıl ve düşünce faaliyeti durdu, çünkü şimdiki anlayışa göre ilim namına her şey söylenmişti, ancak eski eserlere şerh ve haşiyeler düşülebilirdi. Duraklama ve taassup devri başladı.

Bu konuda neler yapılabilir konusuna daha sonra geleceğim.

- Osmanlı’dan bu yana yürürlüğe konulmuş olan modernleşme politikaları hakkında ne düşünüyorsunuz, modernleşme gerekli mi ya da ne kadar gerekli? İlk dönem İslamcılar modernleşmenin yerine İslamlaşmayı önermişlerdi, gelinen son nokta itibariyle bu ne kadar karşılık buldu?

“İslamcılık ve muhafazakârlık eğilimleri çözüm değil, sorunun kaynağıdırlar”

Altay Ünaltay: Bu soruya daha geniş manada cevap vereyim isterseniz: Osmanlı’da ıslahat politikalarının sonucu ne oldu? Acı bir tespittir ki, büyük ümitlerle başlatılmasına rağmen Osmanlı’da ıslahat günü kurtarmaktan ve çöküşü geciktirmekten öteye geçememiştir. İlim ve maneviyat alanında geçmişle bağ esaslı şekilde koptuğundan “kadim örfe dönmek” şeklinde sunulan reform çabaları hep Yavuz sonrası İslami anlayıştan kökenini alır ve zaten sorun da bu anlayış olduğundan iş çıkmaza girer. Bugünün İslamcılık ve muhafazakârlık eğilimleri de genelde aynı hastalıkla maluldür, onun için çözüm değillerdir, sorunun kaynağıdırlar. Bu sözüm, kitleye mal olmuş fikir, siyaset ve toplum hareketlerinedir, küçük kimi arayışları bundan istisna tutuyorum.

17.-18. yüzyıllarda giderek hızlanan bir şekilde Osmanlı’nın kadim Sufi geleneklerinden Mevlevilik, içine kapanıp bir elit tarikatı haline geldi ve Bektaşilik giderek dejenere oldu. Bu nedenle başka tasavvufi yol arayışlarına gidildi. Vaka-yı Hayriye’de Bektaşilik kan ve ateşle tasfiye edildiğinde (yeniçeri mezaliminden dolayı) o derece nefret çekmişti ki, İstanbul Fatih’te Saraçhane’den Haliç kıyısına kadar uzanan bölgedeki Bektaşi–Yeniçeri mezarları ve dergâhları tamamen tahrip edildi, taşları sökülüp Haliç’e atıldı. Bunu merkezi otoritenin askeri değil, halk yapmıştı. Bundan sonra özellikle Sultan II. Abdulhamid zamanında Nakşibendilik (ki bugünkü Türk sağ siyasetinin ocağıdır), özellikle de bir “Türk tasavvuf geleneği” olması da dikkate alınarak, devlet “marifetiyle” Türkiye’de yaygınlaştırıldı ve desteklendi. Aslında çok başarılı olan bu aşılama sadece Türkler değil, Kürtler arasında da tuttu. Ne ki Türkiye’ye yüzyıllar sonra gelen Nakşibendilik, Orta Asyalı Bahauddin Nakşibendi’nin kurduğu hareket değildi. Aradan geçen yüzyıllarda tasavvuf geleneği de “elden geçmişti”.

16. yüzyılda Hint–Moğol İmparatoru Ekber Şah, ülkesindeki İslam, Hindu, Zerdüşt ve Budist inanışları tek bir din içinde birleştirmek ister ve “din-i ilahi” hareketini başlatır. Burada temel nokta tüm dinlerde yer alan panteist felsefeleri İslam’ın vahdet-i vücut felsefesi ile bir potada eritmek ve bundan yeni bir din çıkarmaktır. Ancak bu yaptığı, mutaassıp ulema ve birçok Müslüman’ın tepkisini çeker. Din-i ilahi hareketi Hindistan’da pek tutmaz, ama Ekber Şah’ın hoşgörülü din atmosferi sonraki imparatorlar Cihangir ve Şah Cihan zamanında devam eder, ta ki Evrengzib başa gelene dek. Gücünü biraz da mutaassıp Müslümanların Hindistan’da aşırı buldukları hoşgörüye tepkilerinden alan Evrengzib zamanında olaylar tersine döner, İslam diğer dinlerle eşit muamele görmekten çıkarılır, tekrar devlet dini olur. Ekber Şah döneminde vahdet-i vücut fikri etrafında cereyan eden dinleri birleştirme hareketine karşı mücadelesiyle tanınan Ahmed Sirhindi ya da daha meşhur adıyla İmam-ı Rabbani, Evrengzib zamanında revaç bulur, eseri “Mektubat”  bu dönemde her tasavvuf erinin baş kitabı haline gelir. Mektubat’ta Rabbani, Arabi’nin “vahdet-i vücut” fikrinin yerine ustaca “vahdet-i şuhud” (delillerin birliği) fikrini koyarak âlemde Yaradan-yaradılan ayrımını onaylar. Bu fikri manevra ile İslam, Hint’te diğer dinlerle panteizm üzerinden birleştirilmek ve başka bir şeye dönüşmek tehlikesinden korunur. Ama Rabbani’nin fikirleri Hint alt-kıtasını aşar ve İslam âleminde çok geniş coğrafyalara yayılır. Geldiği yerlerden biri de Anadolu’dur. Rabbani’nin elinde Nakşibendilik vahdet-i vücut fikriyatından arındırılır ve Yavuz sonrası Osmanlı medresesinin kabullerine uygun hale gelir.

Burada tabii ki şu noktayı vurgulamak gerek: ne Yavuz Sultan Selim, ne İmam Rabbani ne de başkaları yaptıklarını kötü bir niyetle yapmadılar. Yavuz Şam’a gelince M. Arabi’nin yüzyıllardır kayıp olan mezarını buldurdu ve üstüne bir türbe yaptırdı. Ama bir nesil sonra onun adı Osmanlı’da artık şeyh’ül-ekfer (en kafir şeyh) idi. Bugün bizim genel geçer İslam anlayışımız bu geleneğin devamıdır.

Osmanlı sultanları, özellikle 19. yüzyılda bu anlayışla bir yere varılamayacağını görmüşler ve Batı’dan uzmanlar getirerek önce orduda, sonra eğitimde ve diğer alanlarda reformlar yapmaya çalışmışlardır. Bu reformların yeterince kökten yapılamadığından başarısız olduğunu düşünen Mustafa Kemal ve arkadaşları ise radikal Batılılaşmacı reformlara yöneldiler. Aslında yaptıklarının çoğu kendilerinden önce düşünülmüştü. Örneğin alfabe değişikliği II. Abdulhamid devrinde düşünülmüştür.

- AK Parti iktidarıyla birlikte Türkiye’deki gelişmeleri nasıl değerlendiriyorsunuz, 12 yılda yaşanan gelişmeler hangi yönden ne kadar olumlu ne kadar olumsuz?

Altay Ünaltay: AK Parti ile birlikte Türkiye, kapitalizmin perifer ülkesi olma yönündeki atılımlarını tamamladı. Artık -AK Parti elitlerinin terk ettikleri hocaları Erbakan’ın tabiriyle- biz, “Batı kulüp” üyesiyiz, bu kulübün fedailik ve tuvalet temizlikçiliği görevlerini yürütüyoruz.

- Türkiye özelinde Müslümanlar gözle görülür şekilde dünyevileştiler, bu sonucu doğuran etkenler neler? Bir de bunun önüne geçmek mümkün mü, mümkünse nasıl?

Altay Ünaltay: Bu dönemde gördüğümüz dünyevileşmenin aslında eskiden beri arzulanan bir şey olduğunu düşünüyorum. Bugün çok zengin ve dindar bir hayat süren belli bir kesim (bunun nasıl olduğu ya da olup olamayacağı ayrı tartışma konusudur) eskiden de “dindar”-geleneksel kimlikleri ile toplumun elitleri arasına karışmak isteyen, ama onlar tarafından aşağılanan ve kovulan insanlardan oluşmaktadır. Onların toplumdaki adaletsizlikleri kökten sorgulamak, düzeltmek gibi bir arayışları olduğunu sanmıyorum. Sadece bu halleriyle elit–üst kesim olmak istiyorlardı ve amaçlarına eriştiler. Bunun genel fakir halk kesimleri üzerindeki etkisi de “kendilerine benzeyen” kişilerin yükselmesine kapı açıldığı, kendilerinin de bir gün bu kapıdan geçebilecekleri umudu oldu. Kapitalist düzen “bu oyuna katıl, kazanma şansını yakala” umudu üzerine dayanır. Eski düzen bu umudu vermiyordu, şimdiki veriyor, ama tabii sadece “umudu”. Bu oyunda çok azı kazanırken çoğu kaybedecektir.

- Peki, anti- kapitalizmi merkeze alan muhalif dindar hareketlere nasıl bakıyorsunuz? Bu hareketlerin düşünce, söylem ve eylemlilik açısından artıları ve eksileri neler? Kendi çevrelerinden koparak laik-seküler muhalefetle hemen hemen aynı çizgiye geldikleri, içeriden değil dışarıdan konuştukları yönünde eleştiriler var, bu eleştirilerin haklılık payı var mı, genel olarak olumlu ve olumsuz baktığınız yönlerini öğrenebilir miyiz?

“Birileri bu milleti “akılsızlar, ahmaklar sürüsü” olarak ilan edip aşağılarsa, işte o zaman haddi aşmış ve “dışarıdan bakmış” olur”

Altay Ünaltay: Tabii ki muhalif dindar hareketlerin daha çok yeni ve genç olmaları nedeniyle birtakım “çocukluk çağı hastalıkları” vardır, ama bunlar arasında “kendi çevrelerinden kopmak” gibi bir problem görmüyorum. “Kendi çevremiz” eleştiriye hiç hoş bakmayan bir siyasi atmosfer içinde bulunduğundan her türlü muhalif söylemi “kendi çevresinden kopmak”la itham etmeyi çok sevmektedir. Ancak birileri bu milleti “akılsızlar, ahmaklar sürüsü” olarak ilan edip aşağılarsa, işte o zaman haddi aşmış ve “dışarıdan bakmış” olur. Çok bilgi ve okuma eksiğimiz var, fikri söyleme hâkim olmak için sloganlardan ve polemiklerden daha ileri gitmeyi, iddiaların altını geniş araştırma ve fikir yazılarıyla besleyerek zamana mukavim şeyler söyleyebilmeyi becermek gerekiyor.

Bu vesileyle, daha önceki sorunuzda geçen “Ne yapmalı?” sorusunun cevabını da açayım. Türkiye’de sağlıklı bir toplumsal söylem için, bu ülkede yüzyıllar önce terk edilmiş, ama gerek Sünni gerek Alevi halkın gelenek ve kültüründe (“folk İslam”) yaşayan vahdet-i vücut temelli Sufi söyleme geri dönmelidir. Bir örnekle, Yunus Emre’nin “çok mal haramsız, çok söz yalansız olmaz” deyişi kendimize de, muhatap aldığımız insanlara da kuru birtakım tartışmalardan çok daha fazlasını hatırlatır. Dikkat ederseniz “anlatır” demedim, “hatırlatır” dedim. Bu maya, kültürümüzün hamurunda vardır, uyumaktadır, uyandırmak gerekir.

Ya da Şakik Belhi’nin şu diyalogu ne güzeldir:

Kendisine “Ne yaparsınız?” diyene sorar: “Ya siz ne yaparsınız?”

“Biz bulunca şükreder, bulmayınca sabrederiz” der adam.

“Onu Belh’in köpekleri de öyle yapar” der Belhi.

“Ya siz ne yaparsınız?” der adam yine.

“Biz bulunca dağıtır, bulamayınca şükrederiz” der Belhi (çünkü bulamayanın üzerinden gözetme görevi düşer).

Osmanlı tarihini, Osmanlı tasavvuf tarihini, Hz. Ali’yi, Mevlana’yı, Yunus Emre’yi, Ahi Evran’ı, Hacı Bektaş Veli’yi, Pir Sultan Abdal’ı, Sadrettin Konevi’yi, Hallac-ı Mansur’u, Sühreverdi Maktul’ü, İmaduddin Nesimi’yi ve diğer Anadolu erenlerini çok iyi incelememiz gerekiyor, çünkü bu topraklar tasavvuf soluğuyla İslam oldu. Aslında ilk nesil Müslümanların fethettikleri bölgelerin dışında kalan bütün Müslüman beldeler -Anadolu, Balkanlar, Kafkasya, İran, İç Asya, Hint, Çin Hindi adaları ve Siyah Afrika- hep tasavvuf soluğunda Müslümanlaştılar. Bu beldelerde her şehirde bir Sufi büyüğünün türbesi, dergâhı vardır. Ve bugün bu insanlardan kalan türbeler, dergâhlar, IŞİD fanatiklerince havaya uçuruluyor. Mali’de İslam adına ayaklanan bir başka IŞİD benzeri hareketin “en büyük eylemi”, başkentte medfun, o bölgeyi İslam etmiş bir tasavvuf erinin türbesini havaya uçurmak, kütüphanesini yıkmak, nadide elyazması İslam eserlerini sokaklara saçmak oluyor. Eserleri saçıldığı toprak üzerinden ise isyanı bastıran Fransız askerleri topluyor! IŞİD bugün sadece Şii değil Sufi avında da olduğundan Ortadoğu Mevlevileri toplantılarını Tel Aviv’de yapıyor! Uygarlığımız bundan daha da aşağı inebilir mi bilmiyorum. Bence yeterince dibe vurdu.

Tasavvufta kilit kavram “bilmek” ya da “inanmak” değildir; “anlamak”tır, çünkü anlayan gereğini yapar. Örneğin çocuk bakımını bilmek ya da bu konuda anlatılanların doğruluğuna inanmak bir şeyi değiştirmez. Ama bir anne bu bilginin neye yaradığını anlar ve gereğini yerine getirir.

Yine önemli bir nokta, kadim örfte “ibadet”in camide, dergâhta, bargahta yapılan “menasik” (ritüel) olmadığını bilmektir. İbadet, mabed kapısının dışında yapılır. Mabed ve dergâhtaki ritüel, ruhu o ibadete hazırlar. “İbadet” ise işini dosdoğru yapmak, nefsini alçaltmak, halka, insanlara yardım ve hizmet etmektir. Bu anlamda toplumca “ibadetimiz”den çok şey eksiktir, camilerin dolup taşması bir anlam ifade etmez.

Bir başka nokta da şudur: vahdet-i vücut’taki temel ilkeye göre “tecelliyatta tekrar yoktur”. Yani hiçbir şey tekrar olmaz, tekrar gelmez. Nasıl geri gelsin ki? Hiçbir şey de aynı kalmaz. Medresede belletilen Aristo felsefesinin ilk ilkesi “her şey kendinin aynıdır” (ünlü “a=a”) yanlıştır. A bir an sonra başka bir şey olmuştur. Siz ve ben geçen seneki siz ve ben değiliz, bir an önceki siz ve ben dahi değiliz. Her şeyin bitmez tükenmez bir hareket ve değişim halinde olduğu varlık âleminin doğası budur. Bu hali bütün şiddetiyle idrak eden teorik fizikçi Ludwig Boltzman, insanın geri döneceği bir sılanın bu dünyada olmadığını da anlar ve buna dayanamayarak intihar eder. Bu anlamda bütün “geri dönüşçü”, “eskiyi ihyacı”, “altın devre dönüşçü” fikriyatlar (kimi Osmanlı’ya kimi Asr-ı Saadet’e geri dönmek ister!) baştan başarısızlığa mahkumdur!

Kuşadalı İbrahim Halveti Efendi’nin dergâhı yangında yanar kül olur. Herkes üzülür, o “şükür, merasimden kurtulduk” der. Yanına gelip “efendim yeniden inşa edelim” diyen ve kendini seven devlet erkânına “hayır yapmayın, tecelliyatın bir dili vardır, o geçti ve kapandı” der. Tekke ve dergâhlardaki son devir yozlaşmayı çok iyi kavramış bir kişidir aslında Kuşadalı. Geçmiş geçmiştir, gün yeni bir gündür, yeni şeyler söylemek gerekir.

- Bu noktada muhalefet hakkındaki görüşlerinizi de alalım, Türkiye’de siyasal ve toplumsal muhalefet ne kadar sağlıklı, muhalefetin takip ettiği çizgiyi nasıl buluyorsunuz? Sırf muhalefet olsun diye doğru yanlış hemen her şeye karşı çıkan bir muhalif yaklaşım yok mu?

“Muhalefetin iktidara ciddi bir eleştirisi ya da alternatif önerisi yok”

Altay Ünaltay: Türkiye’de düzen içi muhalefetin halihazırdaki iktidarın yaptıklarına ciddi bir eleştirisi ya da alternatif önerisi yoktur. Bir gün başa geçseler iktidarın bıraktığı yerden aynı şeyi aynı şekilde devam ettireceklerdir. Tek dertleri “iktidar imkânlarının başında sen olma, ben olayım”dır. Bu meyanda muhalefeti ciddiye almaya değmez. Gerçek bir muhalefet, köklü bir muhalif fikirle olur. Bunun inşası için çalışmak lazım.

- Son olarak iktidarın 2023 hedefini değerlendirmenizi rica edelim, nasıl bir süreç bekliyor bizi?

Altay Ünaltay: Türkiye ekonomisi giderek dışa daha bağlı, dolayısıyla dış kriz ve sarsıntılara daha dayanıksız hale geldiğinden ileriye yönelik kestirim çok güç. Milli gelirin çoğunun faiz ve ranttan oluştuğu, sanayinin 1 Dolarlık ihracatının 90 Cent’lik ithalata bağlı olduğu (zaten başka türlü olsa bu “serbest pazar” oyununda bizi oynatmazlardı!) bu ülkede tek yükselen ekonomik değer arazi spekülasyonu. Bunu da sürdürebilmek için “çılgın projelere” ve Okmeydanı gibi kimi merkezde kalmış yerleri boşaltıp yıkarak gökdelenler dikmeye ihtiyacımız var. Ancak bu gayrimenkul balonu da bir gün patlayacak. Bilmem sorunuza yeterince bir cevap oldu mu?

- Bize zaman ayırıp sorularımıza cevap verme zahmetinde bulunduğunuz için teşekkür ederiz.

Altay Ünaltay: Ben teşekkür ederim.


Röportaj: Atilla Fikri Ergun – akilvefikir.org

* Bu söyleşi 08.08.14 tarihinde akilvefikir.org'da yayınlanmıştır.
http://akilvefikir.org/2014/08/08/altay-unaltay-asil-kirilma-hilafetin-osmanliya-gecmesiyle-yasandi/

17 Aralık 2014 Çarşamba

Türk Dini Düşüncesinin Teşekkül Devri Kitabı Üzerine - SUAT YALÇIN

22:49 Posted by Bedri Münir , No comments
TÜRK DİNİ DÜŞÜNCESİNİN TEŞEKKÜL DEVRİ 
Fatih Şeker

Kitabın değerlendirmesini yaparken ilk kalemde aklım gelenler;

1-) Günümüzden döneme bakışla ilgili yazılan ve çizilenlerin üzerinden genel bir bakışta bulunuyor,
2-) Türk düşüncesinin teşekkül ettiğin devrin dünya görüşüne doğru bir yolculuk yapıyor ama oraya giderken yine burayla ilgili atıflar var ve meseleyi bugünden kurmaya çalışıyor.
3-) Dönem içinde yaşananları İbn Haldun’un Mukaddime’sinde yazdıklarıyla örtüştürmeye çalışıyor.
4-) Maturidi ve Maturidilikle ilgili epey külliyatlı bir bölüm var ve burada bir yandan bugünün dünyasından görülen Maturidik ile o günkü olan Maturudiliği kıyaslama gayretine giriyor.
5-) Son bölümde ise Selçuklu, Gazali ekseninde Türklerin İslamlaşması meselesini irdeliyor ve Sünniliğin(Hanefiliğin) önemi ve vazgeçilmezliği ile kitabı bitiriyor.

Kitabın kritiklerine girmeden birkaç şey söylemek isterim. Fatih Şeker henüz 39 yaşında ve şu anda yaptığı çalışmalarla son derece önemli işler yapmış olarak görünüyor. Yazdığı eserlere bakarak oldukça önemli bir bilim adamı olma yolunda ilerlediğini söyleyebiliriz. Özellikle Türklerin İslamlaşma sürecini hem teolojik hem de tarihi olarak inceleyen metinleri peş peşe kaleme almış.Şu ana kadar çıkardığı 10 civarında kitabıyla çok iyi bir çalışma külliyatı meydana getirmiş. Kelimenin tam anlamıyla çok sağlam bir işçilik var, müthiş bir literatür taraması yapıldığı görülüyor. Bu çok önemli bir özellik ve görünen o ki Fatih Hoca daha uzun yıllar iyi çalışmalar yapacak, Allah uzun ömürler versin.

Benim naçizane buradaki eleştirimlerim aşağı yukarı şu minvaldedir;hoca çubuğu a kitabi ve Sünni İslam yönüne büküyor ve Türklerin İslamlaşmasını yalnız bu kanaldan akmış olarak görüyor.Mesela bütün kitap boyunca Hacı Bektaşi Veli’nin adının anıldığı bir tek yer var ve bunun dışında literatürde Heterodoksi olarak ifade edilen Müslümanlık ile ilgili çok az yerde bahsedilip geçiliyor. Ana iskeletin Sünni İslam anlayışı üzerinden aktığını düşünüyor.

Bir diğer husus da özellikle İbn-i Haldun konusunda yaptığı tespitler ki bana göre pek yeterince temellendiremediği bir tez. Büyük düşünürün Mukaddime’yi Türklerden esinlenerek ve onlara bakarak yazdığını söylüyor. Bunun en önemli delilini de İbn-i Haldun’un Büyük Timur’la tanışmasını getiriyor, bunun dışında bilimsel bir kanıt çabası görünmüyor.. Gördüğümüz kendi bulunduğu konumdan bir teori geliştirmeye çalıştığıdır. Eğer iddia ettiği gibi bir durum olsaydı bu kitap Türk Düşünce Tarihi’ne ilk çevrildiği tarih olan Cevdet Paşa çevirisinden önce girmesi gerekmez miydi? Kaldı ki Mukaddimeyi ilk önce batılılar çevirmiş ve ona Sosyoloji bilimininkurucusu demişlerdi. Şimdilik burada bu kritiği kenarda bırakarak bölüm bölüm ilerlemeye çalışalım;

İlk önce Türkiye’de bu konularda yazı yazanların dönemleri incelerken, onları konuyu belirli disiplinlere sokmaya çalıştıklarını fakat dönemin hem hikayesinin hem de düşünürlerinin bu kalıplara sığmadığını ifade ediyor. Bu dönemin düşünürlerinin dönemlerini nasıl etkilediklerinin muallakta kaldığını ifade ediyor.


“Maturidi üzerine çalışanların hangi disipline mensup olursa olsun, yaptıkları değerlendirmelerle muayyen bir güzergahta buluştukları görülür. Gazali ile ilgili yapılan çalışmalara gelince onun kesinlikle bir Selçuklu mütefekkiri olduğuna dair emareye nadirattan da olsa tesadüf etmek mümkün değildir. Mevlana etrafındaki çalışmalara intikal ettiğimizde ise Mesnevi nazımı,  çünkü bunların yersiz yurtsuz,  düşünceyle uzaktan yakından alakası olmayan bir manzaraya bürünür.”s.17-18 Görüldüğü üzere hem bir fikir karmaşası olduğunu, hem de hiçbir şeyin yerli yerine oturmadığını söylüyor. Daha sonra bu insanların günümüzden bakılarak herhangi bir kalıba sokulamayacağını çünkü bunların birinci sınıf kafalar olduğunu birçok şeyle birden ilgilendiklerini o yüzden herhangi bir disiplin içinde değerlendirmenin hatalı olduğunu söylüyor. Daha sonra Türklerin İslamlaşması meselesine bir girizgah yapıyor.

“ Türkler kültürlerinin çekirdeğini teşkil edecek olan İslam’ı ayrı ayrı zamanlarda ve daima başka coğrafyalar arasından geçerek almış, her yerleşme ve teşekkül başta geçilen yol ve yerleşilen kıta olmak üzere ayrı şartlara bağlı olmuştur.” S.23

“İslamlaşma Ebu Hanife’nin bir şarihi olmasına rağmen çok daha derin ve sistematik bir güzergahta ilerleyen Maturidi’de çok ileri bir merhaleye varır, Dede Korkut’ta pek çok şey yeni başlar görüntüsü verir, yoğun bir intikal havası mevcuttur. Gazali her iki boyutu şahsında toplar.” S.23 diyor ve buna Mevlana’nın durumunu da örnek olarak gösteriyor.

Daha sonra günümüzde yazılanların eleştirisine geçiyor ve özellikle Sönmez Kutlu’nun bu alanı Mürcie’ye tahvil ettiğini söylüyor.  Hanefilerin zaman zaman Mürcie bir tavır göstermelerine karşın böyle bir genellemenin yapılmasının söz konusu olamayacağını söylüyor. Madem ki Mürcie bu kadar etkili idi, neden Selçuklu ve Osmanlı asırlarında bu kadar karşılık bulmuyor diye soruyor.  Bu çalışmaların ideolojik ve çok üstünkörü yapıldığını söylüyor. Burada Ahmet Yaşar Ocak’ı farklı bir yere koyarak kendisinin metni zamanın içinden okuma özelliği ve yaptığı çalışmalara bakarak farklı bir yerde değerlendiriyor. Aslında yapılan tüm çalışmaların bu minvalde olması gerekmesine rağmen yapılmadığını ve bunun altında başka şeyler olduğunu söylüyor.  Klasik kaynakların heteroks İslam’ı yıkıcı özelliği olması nedeniyle hakim çizginin dışında bıraktığını söylüyor ama günümüzde bu çizgiye bir meşruiyet arayışı olduğunu belirtiyor. O dönemlere bakıldığında dışlanan bu unsurların bugün Sünniliğin yanına eklenmesinin siyasi bir durum olduğunu söylüyor. Tabii burada kendisi de tamamen bu çizgiyi dışlayarak eleştirdiği insanların aynısını yani siyasi bir tutum almış oluyor. Şöyle devam ediyor. “ İslamlaşma sürecinde Alevilik tabiri Sünnileşememiş unsurlara tekabül eder; zira resmi düzeyde İslamlaşmayı yürütenlerin gözünde bu böyledir. Müslüman olmak Sünni olmakla eşdeğerdir. Batıni, Rafızi ve Kızılbaş gibi ünvanlar altında resmi otoriteye dolayısıyla yaygın İslam algısına karşı mücadeleye kalkışan unsurlara karşı resmi otorite; Sünniliğin meşru yegane oluşum olduğunu ihsas eder” Görüldüğü gibi hoca resmi devlet duruşunu meşru kabul edip, diğerlerini yani “sivil toplum” inancını gayri meşru ilan ediyor. Bu konu çok uzun uzadıya tartışılması gereken bir konudur. Neden Sünni İslam bir şekilde yakasını resmi devlet baskısından kurtaramamıştır bunun bir görülmesi gerekiyor ve bu özgürleşme mücadelesinde zindanlarda şehit edilen Mezhep imamlarından hiç bahsetmiyor. Sonra devam ediyor “Alevilik kendi başına bir bağımsız bir değerler silsilesine sahip bir akım olarak görülmez. Sünniliğin onayının alınıp alınmayacağı sorgulanır, bu yapının neresine denk düştüğü esas alınır. “s27 Buna delil olarak da Cumhuriyetin Aleviliği tanımamasını delil olarak getiriyor. Benim anlayışıma göre bu bakış tarzı tarihide son derece yanlış bir değerlendirmeye tabi tutmaktır. Yavuz Sultan Selim’e kadar çok iç içe geçmiş bu İslam tasavvurları daha sonra siyasi değerlendirmelerle ayrılmıştır, hatta ben o ayrışmayı Fatih’e kadar dayandırıyorum. İstanbul’un fethi bu kırılmanın başlangıcıdır diye düşünüyorum. Ahiliğin kaldırılması ile başlar.
Daha sonra Türkiye Cumhuriyeti’nin başlangıç tarihinden itibaren özellikle Hanefilik ve Maturidiliğin resmi din anlayışı haline getirildiğini ama bu konuyu işleyenlerin bir çoğunun aslında selefi bir yorumdan buraya geldiklerini ve Maturidiliğin çok akılcı bir hal olduğunu söylediklerini halbuki Maturidi’nin özellikle Mutezile akımı ile mücadele ettiğini yazıyor.

“Üzerinde en çok ısrar edilen husus şudur: Hanefilik akılcı bir mezheptir. İnsanda iradeyi tanıyarak İlahi emri akıl ve delillerle ispata cevaz verir”s. 64 İbrahim Kafesoğlu, İsmail Hakkı İzmirli, Yörükan gibi tarihçilerin Türk İslam karakteristik özelliğini akılcılık olarak ifade ettiğini söylüyorlar diyor ve bu meseleyi akılcılığa indirgemenin Türklerin İslam’ı kabul ettiği coğrafya ve tarihteki mistik havayı inkar etmek olacağını söylüyor.

“ Türklerin İslamlaşma süreci askeri, siyasi, tasavvufi, kitabi, şifahi muhtelif cephelere sahiptir.” S.65
Bölümün sonunda Fatih Şeker diyor ki; “ Türk Düşünce tarihini ve ruhunu yeni bir ufuktan görmek için tarihin ve kaynakların bizzat kendisine dönerek muhtevayı doğrudan orada aramalıyız. Geçmişteki  hadiseleri idrak ettiğimiz zamana uygun neticeler çıkarmak üzere yorumlamaktan da mümkün olduğu kadar uzak durmalıyız.”

Son derece makul bir öneri olan bu görüşlerine kendisi bağlı kalabilmiş mi? Yazının devamında bunu irdeleyeceğiz.

TÜRK DÜŞÜNCESİNİN TEŞEKKÜL ETTİĞİ DEVRİN DÜNYA GÖRÜŞÜ

Türk Düşünce tarihinde iki kavşak olduğundan bahsederek bu bölüme giriş yapıyor. Birincisi Türklerin İslamlaşması süreciyle başlayan Müslümanlaşma aşaması; İkincisi de Türklerin Cumhuriyet öncesi başlayan ve Cunhuriyetle beraber iyice görünür hale gelen Modernleşme aşamasıdır.

Türklerin ilk İslamlaşmasını Emevilerin sonu ve özellikle Abbasiler devrinde İslam topraklarına giderek asker olarak bu dine girmeye başladıklarını söylüyor. Diğer yandan da fetihlerle birlikte İslamiyetin Türklerin yoğun yaşadığı Maveraünnehir ve Türkistan’a doğru geldiğinden bahsediyor. 
Yazar iki geçiş döneminde de kırılmalar yaşandığını ve hem eskinin bir şekilde muhafaza edilmekle birlikte yeniye dönüştüğünü hem de bu yeni dönemlerin bir çeşit hale ile sarmalandığını söylüyor ama Türkler için en önemli dönüşümün İslamlaşma çağları ile birlikte başladığını bunun çok önemli bir kırılma olduğunu söylüyor.  Şöyle devam ediyor:

“İslamlaşmaya muhatap olan kişinin iç dünyasını doğrudan ortaya koyan verilere sahip olmadığımız için dönemi idrak eden kişilerin nasıl Müslüman olduklarından ziyade İslamiyet’e dahil olmalarının neticeleri ve tezahürleri üzerinde durmayı deneyebiliriz. Bazı şeyleri kalemin havsalası almasa da biz masabaşı spekülasyonları  ve ikinci elden ve sünnetten sayılan hususları bir kenara bırakarak, mümkün mertebe intikal devrinde oluşan inanç haritası refakatinde Türklerin dünya görüşünün nasıl bir yolda ve ne gibi görüşlerle teşekkül ve tekamül ettiğine dikkat kesilerek İslamlaşmanın eşiğine adımını atan bir iklimin tarihi çerçevesini, şekil ve ruhunu ortaya koymaya çalışacağız.”s.72
Daha sonra o devrin dünya görüşünün dayandığı temelleri irdelemeye başlar. Burada şöyle bir iç içe geçen olgudan bahseder, bu coğrafyada yaşayan unsurların bir yandan Müslümanlığı Türkleştirirken diğer yandan da kendi milli kimliklerini İslam’ın içine gömdüklerini söylüyor.

“Halkın ruhunu saracak fikirler, onlara kendi fikirlerinin devamı imiş gibi görünmelidir. Bu nedenle Türklerin İslamlaştığı süreçte itikadın şekli zannedildiğinden daha mühimdir. Geçiş devrini besleyebilecek mahiyetteki ve vasıftaki fikri ve kültürel değerler, efsane ve menkıbe halesiyle kuşatıldığı için Müslümanlık da bir manada yaşananın ve görünenin altında sır olmuştur. Bu nedenle görünen yok edildiği zaman çoğu kez altındaki şey de inkar edilmiş olmaktadır. Burada medeni hayatın getirdiği alışkanlıklarla yozlaşmadığını ihsas eden Sultan Alparslan’ın ‘Biz bidat ortaya koyacak kadar eski değiliz’ ifadesini hatırlayalım. Onun bid’at  ve hurafeyi bize ait güzellikleri bozan şeyler anlamında kullandığı malumdur. Bölgede mistik bir kisveye bürünen hemen her fikrin kendisine geniş bir saha açması da bugün dikkatten kaçan veya kaçırılan bir noktayla ilgilidir.”s.75
“Türkistan coğrafyasındaki ciddi her meşguliyet mistisizme paralel hareket etmek zorunda kalır. Çünkü İslam’dan evvelki dönemin düşünce yapısına renk veren muharrik unsur efsaneler/ esatirdir. Türkler tabiatta gördükleri kuvvetlere rahmani bir paye vermişlerdir. Haliyle bu kültürün en halis tarafı ve cevheri orada hülasa edilebilir”s.75 Görüldüğü gibi Fatih Şeker’in söylediği şey Türkler kendi kültürleri içinde var olan renkleri İslam’ın içine taşımışlardır diyor. Bu en tabii olaydır çünkü insan dediğin varlık sosyal bir varlıktır ve kendi tarihinden soyutlanamaz ki o yüzden Türkler kendi menkıbelerini İslam’ın içine taşımışlar ve gerçekten kendilerine has bir dini anlayış ortaya çıkarmışlardır. Bu ne Fars’lıların, nede Arapların dini anlayışına benzemiştir. Onlardan parçalar vardır ama hepsi o kadar, asıl unsur kendilerinin süzgecinden damıtılarak geçen tarihi kültürdür ve işte bu unsur tam anlamıyla İslam’ın içine yedirilmiştir. Kaldı ki yapısı itibarıyle İslam böyle bir olguya açıktır. Kolay kolay reddetmez, kendi bünyesi içine alır.

Kaldı ki o dönemin en populer din anlayışı Tasavvuf dahilindedir. Bu ise yazarın ifadesi ile bu dönemin mistik anlayışının at sırtındaki Türk’ün hayatına tesir edebilecek şekilde olması gerekir. O nedenle derki Manas Destanı’na Bahaeddin-i Nakşibendi’nin isminin dahil olması şaşırtıcı değildir. Devamında ise Mevlevilik’in Mevlana ismi ile vücut bulmadan önce Nakşilik ile birlikte anılmasının nedeninin bu irtibatın bulunmasının olduğunu söyler. Modernleşme döneminde Mevlevilik’in yerini tekrar Nakşibendiliğe bıraktığını söyler.

Fakat burada yazar Yeniçeri ocağının Bektaşi ocağı olduğunu söylemekten imtina eder ve adeta o tarihi yok sayar. Gerçi kitap boyunca bunu sürekli yapar.

“İntikal aşamasında karşımıza çıkan bir başka realite şudur.  Türklerin İslamlaşması Hanefileşme şeklinde cereyan eder. Burada yaşadığı dönemden geriye baktığında Oğuzları dünya milletlerinin en büyüğü olarak selamlayan İbn-i Haldun’un bütün mezheplerin menbaı olarak Ebu Hanife’yi gördüğünü, İslam’ı yorumlamada en kadim okul olan Hanefiliği bir manada Müslümanlıkla aynileştirdiğin hatırlayalım. Bu bakımdan tarih boyunca İslam yorumumuzun üzerine bina edildiği Hanefiliğin Türklere mahsus bir mezhep olarak görülmesi tesadüf değildir.”

Fatih Şeker ileride daha da ayrıntılı olarak göreceğimiz üzere İbn-i Haldun’un Mukaddime’sini Türklere ithaf ettiğini iddia ettiğini göreceğiz. Onun öncüsü olarak Oğuzları en büyük millet olarak selamlamasından bahseder. Gerçi Hanefilik konusundaki söyledikleri doğrudur tabi ki bu da İmam-ı Azam’ın ilk İmam olmasından kaynaklıdır. Onun muhteşem aklı ve bilgisi bütün İslam coğrafyası için öncü olmuştur. Fakat İbn-i Haldun hakkındaki iddiaları bana göre çok da bilimsel değildir. Kendisi öyle bir çıkarımda bulunuyor.

Yazar daha sonra Müslümanlaşma sürecindeki yorumları üç esas etrafında değerlendirmek gerektiğin söylüyor. Kitabi, şifahi ve Mistik olarak diyor ve Kitabi İslam’ın Hanefilik- Maturidilik doğrultusunda hareket ettiğini ve bu anlayışın İslam öncesi Türk geleneklerinden ve inançlarından oldukça uzak durmaya çalıştığını söylüyor.  “Evrensel bir yapıyı hedefleyen kitabi İslam tasavvurunun aksine şifahi İslam tasavvuru milli ve mahalli hususiyetlere sahiptir. Türk İslam anlayışının kendisinde billurlaştığı mistik İslam tasavvuru ise lokal olan ile evrensel olanı aynı pota içinde telif ederek eritir.” S.80

Yazar böyle bir tasnif yaptıktan sonra “Bölgedeki İslam algısını daha rasyonel ve realist bir zemine çekmeye çalışan kitabi İslam tasavvuru zaviyesinden İslam’dan evvelki devrin zaaf teşkil eden yönleri, Müslümanlığın şifahi yorumunda kudrete dönüşür. Aynı şekilde mistisizm Batınılerin elinde bir zaaf haline gelirken Sünnilerde kuvvet kaynağı olur” diyor. Görüldüğü üzere kendi durduğu yerden o da eleştirdiği insanların yaptığı gibi davranıyor.

Daha sonra bu devrin zihni ve itikadi yapısını incelemeye başlıyor.

Bu devirde Türklerin İslamlaşmasının kitabi boyutunun Ebu Hanife üzerinden olduğunu ve bununda onun şarihi olan Maturidi tarafından gerçekleştirildiğini söylüyor.

“Maveraünnehir’in İslamlaştığı dönemde iman anlayışının esasını, kalb ile tasdik ve dil ile ikrar oluşturur. Ebu Hanife’nin perspektifini aktüelleştiren bu yaklaşıma göre Allah’ın birliğini ve Hazreti Muhammed’in peygamberliğini dil ile ikrar eden ve bunlara gönlü ile de inanan kimse mümindir.  Bunu tamamlayacak bir başka tanım ise doğrudan doğruya tasavvuftan gelir: ‘İman dil ile ikrar, kalb ile tasdik, şeriatla ameldir.’ Ebu Hanife iman anlayışını inşa ederken dil ile ikrar ve kalb ile tasdik üzerinde dururken,  Maturidi sadece tasdike vurgu yapar, onu imanın en büyük rüknü olarak görür”s.83.  Aslında İmam-ı Azam’ın daha önce diğer halkların Müslümanlaşması noktasında yürüttüğü bu akıl, Maturidi ile Türk coğrafyasında Türklerin daha rahat Müslümanlaşmasını sağlamıştır. Kaldı ki Türklerde mevcut olan Boy- Bey ilişkisinin yani Beyin dinine Boyun tabi olması çok önemlidir ve ayrıca göçebe Türk toplumlarında Boy ile Bey arasında sınıfsal olarak bir ayrışmadan ziyade daha çok beyin konumu açısından bir farklılaşma vardır. Bu nedenle Boy beyinin tercihlerini tatbik eder.

Daha sonra yazar Türklerin Tanrı tasavvuru ile ilgili bir tartışma yürütür. Tanrı tasavvurunun somuttan soyuta doğru uzandığını söyler. “Tanrı bir taraftan İhlas Suresi tercümesinde görülebileceği üzere selbÎ yolla yüceltilir ve her türlü sınırdan kayıtsız hale getirilirken, diğer taraftan bu selbÎ anlayışın sebep olduğu Tanrı’yı soyut ve fonksiyonu olmayan bir varlık haline dönüştürecek unsurlar, onun içkinliğine ait vurgularla aşılır. Bunun muhtemel sebebini Maturidi’nin Kitabüt Tevhid’inde buluyoruz. Buna göre zaruri olarak tevhid kavramının başlangıcı teşbih, nihayeti tevhiddir.”
Türklerin Tanrı kavrayışını bu şekilde aşılmaya çalışıldığını anlattıktan sonra Türklerin Peygamber deyince ne anladıklarını anlatmaya başlıyor. Çünkü Türkler Tanrı olgusunu bilmelerine rağmen Peygamber olgusuna son derece uzaktırlar. Nübüvvet telakkileri çok farklıdır ve Peygamberi savcı, sevüg savcı, habib savcı, agır savcı ve yalabag gibi ifadelerle anarlar diyor ve şöyle bağlıyor.
“ Onu bir Türk hakimi gibi telakki ederler. Olağanüstü fiziki niteliklere sahip, kendisinden öğüt alınan “ağ sakallu” Dede Korkut, Er Manas, Oğuz Kağan ve Sarı Saltuk Hazret-i Peygamberin bütün niteliklerine sahip olarak görülür.”.s85

Bir diğer konu ise Ahiret olgusudur ve yazar Türklerin daha önceden taşıdıkları inanç biçiminde de böyle bir anlayışın olduğunu ve Müslümanlaşma çağında öteden gelen bu inancın kucaklandığın ve evvelki devirle adeta bağları koparıldığını ifade ediyor.

“Eski dünyaya rengini veren unsurlar, şeklen hayatiyetini korur, muhteva itibarı ile ise orayla irtibatını koparıp yeni bir şekle bürünür. Gerisin geriye dönerek ileri doğru gitmenin imkanları yoklanır. Bir cezir ve med halinde aynı hamleler tekrarlanır. Kitab-ı Dedem Korkut’taki  “ağ sakallu baban yeri uçmağ olsun, ağ bürçekli anan yeri behişt olsun” ifadesi bu gerçeği dile getirir.”s.85
“Şamani devirden süzülüp gelen unsurlar eşliğinde, ölüm ve ölümü hatırlatan unsurlar, devamlı surette kara kelimeleriyle nitelenir. ‘Bu kara yer bizi dahi yiyecektir’ diyen konar göçer zümre, mutlak surette ölümün geleceğini bildiği için düşmanla karşılaşmaktan yılmaz. Ölüm düşüncesinden kaçan modern hayatın aksine, onu Hakk’a vasıl olmak şeklinde vasfeder. Tanrı ve Azrail başta olmak üzere ahiret ve ölümü tanzim eden unsurların hepsi kişileştirilir ve ehlileştirilir. Ölüm meleği insanların idrakine yaklaştırılarak, al kanatlı, ak sakallı ve çökük gözlü bir ihtiyar olarak tasvir edilir.”s.86

Bu şekilde ahiret olgusunun da aşıldığını söyleyen yazar iman meselesinde İman esaslarının esasen kendini Amentü’de ifade ettiğini söylerken, Maturidi’nin halefi olan Ebu-l Muin en-Nesefi’nin inanç esaslarını 5’e indirdiğini, kader prensibini görmediğini söylüyor.  Son olarak ise bu Hanefi Maturidi çizginin Allah’ın rolünü bütünüyle inkar eden Mutezile ile insanın iradesini yok sayan Cebriyye arasında konumlandığını söylüyor. Yani ne bütünüyle her şeyin akla bağlı olmadığını ne de insanların iradesiz olmadığını ifade ettiğin söylüyor. Bu çizginin son derece ifrat ve tefritten uzak olduğunu ifade ediyor.  

Yazar daha sonra kitabında Mukaddime ile Türklerin İslamlaşma tarihi arasında bir teleoloji kurmak amacıyla yazmış olduğu bölümle devam ediyor. Yani Mukaddime ve onun Türk tarihi ile olan ilişkisi üzerinden bir neden sonuç ilişkisi kurmaya başlıyor.

“Geldikleri dünyanın meseleleriyle, yöneldikleri alemin tecrübelerini bütünleştiren ve derinleştiren Oğuz Türkleri, Müslümanlaşma sürecinden başlayarak İslam dünyasının çehresini değiştirmişler, gelecek zamana şahsiyetlerini vurmuşlardır.”

“İslamlaşma tecrübesine kaynak vazifesi görecek kavramsal haritayı bünyesinde barındıran Mukaddime’nin müellifi, bu asırları, kendi hakikat ve imkanları içinde değerlendirerek Türkleri keşfeder ve İslam tarih tecrübesine yörünge değiştirten kudret ve potansiyelin onlarda olduğuna inanır. Türk tarihine bakmasını bilen mütefekkirlerden olan İbn-i Haldun’un fikirlerinin tatbikat sahası, göçebe hayatın terbiye ettiği ve kolektif mesaiye zannedildiğinden daha çok kıymet veren Türklerdedir. Bir başka ifadeyle Mukaddime’ye esas yön veren zümre Türkler olduğu gibi, oradaki ana fikirlerde bu milletin realiteleriyle tam bir uygunluk içindedir.”s.95

Yukarıdaki paragraflarda da görülebileceği gibi Fatih Şeker İbn-i Haldun’un Mukaddime’yi yazarken Türklerden esinlendiğini ve hatta bu kitabın Türkleri anlattığı savıyla bu bölüme başlıyor ve bunu desteklemek üzere bir takım iddialarla devam ediyor. Devamında şöyle bir iddia ortaya atıyor.
“İbn-i Haldun, dünya görüşünü mücerret fikir etrafında oluşturmaz. Düşüncelerinin bir aynası gibi gördüğü Selçuklu Türklerinin vücut verdiği realitelere bakarak Mukaddime’deki fikirlere doğru gider”s.96

Doğrusu bu çok iddialı bir sözdür ve devamında bunu ispatlayacak yeterli bir tezi olduğunu düşünmüyoruz. Aslında bakıldığı zaman bir Türk olarak bu bizim gururumuzu okşayan bir şeydir ama gerçekliği nedir tartışmalıdır ve burada yazar kesin bir şey olmamasına rağmen bir niyet okumasında bulunmaktadır. Devamında iddiası şudur ki Cabiri ile Barthold’un söyledikleri bir şey üzerinden Türk tarihine atıfta bulunarak onlar tersini söylemesine rağmen Türk tarihi İbn-i Haldun’u doğrulamıştır demektedir. Yani sonuç üzerinden bir nedensellik okuması yapmaktadır ki, bu ne kadar bilimsel değerlere uygundur doğrusu tartışılır.  Bir diğer iddiası da İbn-i Haldun’un Timur ile tanıştığı ve bu tarihi ondan öğrenerek bu kitabı yazdığı üzerine bir tezdir ki, bunun da doğrulanabilir bir yanı yoktur. Şu konuda yazarla aynı yerdeyim, Rosenthal’den bir alıntı yaparak; İbn-i Haldun’un tarihi ve siyasi prensipleri şahsi gözlemlerinden ve tarihe ilişkin okumalarından inşa eder diyor. Evet bence de İbn-i Haldun Mukaddime’de tam da öyle bir şey yapıyor ama bunu belki Türk tarihine de bakmıştır ama daha çok kendi yaşadığı coğrafyaya yakın olan Berberi’lere ve Arap bedevilerine ve hadarilerine bakarak kurmuştur diye düşünüyorum. Bu daha akla yakın geliyor  yoksa zaten Mukaddime’de o günkü İslam Coğrafyası dahilindeki bütün halklarla ilgili tespit ve değerlendirmeleri var.
Daha ileride bunu neden yapmaya çalıştığını izah ediyor. “İddiamız; Müslümanlaşma odaklı materyalleri mütefekkirimizin tarihe ilişkin analizleri üzerine oturtarak Mukaddime’yi aktüel bir okumaya tabi tutmaktır. İbn-i Haldun tarafından icat edilen kavramsallaştırmanın göstereceği üzere, tarihte geçerli olan usuller, Türklerin İslamlaşmasının ruhunda saklıdır.”s.99

Bundan sonra teoriyi kurmaya başlıyor önce İbn-i Haldun üzerine bir takım analizler yapıyor ve onun en önemli özelliğinin ana çerçeveyi korumak için, tasfiyeci olduğudur. Yani İslam dairesi içine girmiş olan yabacı şeyleri temizlemeyi ana gövdeyi korumak amacıyla yaptığını söylüyor. Burada da takip ettiği kişinin İbn-i Teymiyye olduğunu iddia ediyor. İbn-i Teymiyye’nin daha yumuşak başlı bir hali olduğunu ve onun yolundan kendisi itiraf etmese de gittiğini söylüyor. Diğer yandan ise asırlardır devam eden geleneği de şerh etmek ve böylece korumak gerekli olduğunu düşündüğünü söylüyor ve bu yönüyle de Gazali’ye benzediğini iddia ediyor. Dolayısı ile şöyle bir analiz yapıyor:

“Mukaddime’de biri İbn-i Teymiyye’den gelme, öbürü Gazali’yi hatırlatan, nihayet bir üçüncüsü de doğrudan doğruya kendi fikri sistemine bağlı üç manzarayla karşılaşırız.”s.102 diyor. Daha sonra Türklerin tarihi ile Mukaddime’yi birbiriyle ilişkilendirmeye başlıyor. Bundan sonrasını Mukaddime’den aldığı esinle kendi paylaştığı cümlelerden takip edelim.

“İbn Haldun, Nuh’un oğlu Yafes’in neslinden gelen Türklerin İslam dünyasının gelecek hayatında tam hüküm süren bir realite olmasının asıl mekanizmasını deşerken kendi üstüne kapanmış gibi görünen bir coğrafyanın nasıl da birden bire elektriklenmiş gibi açılıverdiğini ortaya koyarak bu iklimin en halis tarafını şöyle hülasa eder; Kendilerini bileyleyip keskinleştiren bedavetleri sebebiyle şecaate sahip olan göçebe Türkmenler, yerleşik hayat sürenlerin aksine, savaşma kudretiyle diğer milletler üzerinde hakimiyet kurarak onları köleleştirme gücüne sahiptir. Geçimlerini temin etmek amacıyla benimseyip yerleştikleri muayyen bir sınır ve yer olmadığı için, gidebildikleri yere kadar giderek uzak milletleri tagallüb yolu ile hakimiyetleri altına alırlar. Bu nedenle hanedanlıklarının sahalarının çok geniş olduğu gibi, sınırları devlet merkezinden son derece uzaklara kadar yayılır.”s.109

“Ona göre göçebe hayat tarzı Müslümanlaşmaya imkanlar verebilecek potansiyeldedir. Ahlakları ifrat ve tefritten uzak, zihinleri bilgi elde etme ve bir şeyi idrak etme hususunda keskin olan göçebeler; gaflet, kasvet ve kalp katılığı verecek bir yeme içme tarzından uzak oldukları için, din ve ibadet hususunda da bolluk ve refah içinde yaşayanlara göre daha ileri bir seviyededir.

Refahın sebep olduğu şeylerle nefisleri kirlenen hadarilerin aksine bedeviler ilk fıtrat üzere bulundukları için kendilerine gelen şeyi kabule hazır olurlar”s.110

Tabii ki İbn-i Haldun’un ana fikrini oluşturduğu şey asabiyet kavramıdır. Yazar bu kavramın üzerine oturtarak Türkleri Mukaddime’nin merkezine koyuyor. Çünkü diyor onlara kadar gelen Müslüman fatihlerinin de ve daha sonra üç kıtaya hükmeden ve İslam dünyasına yön veren Türklerin yaptığının sebebi burada yatar. İslamlaşmanın ilk dönemindeki fatihlerde bir temkinlilik hali vardır ve bu yüzden Hz. Ömer orduyu Ceyhun nehri sınırlarında durdurur. Çünkü hükmedemediğin topraklara fetih amacıyla gitmenin hiçbir anlamı yoktur. Bunların önemi aşağıdaki hikâyede çok çıplak olarak kendini gösterir. Bu Nizamülmülk tarafından anlatılan bir hikayedir. “Sultan Mahmûd Irak’ı fethettiği zamanlarda Kirman taraflarından gelip Deyr-i Geçi kervansarayında eşkiyaların malını gaspettiği bir kadının şikâyeti üzere bölgeyi soran Sultan’a, kadının verdiği ‘Hakkında malumat sahibi olup idare ve muhafaza edebileceğin kadar memleket fethet, mademki tebaayı kollayamıyorsun, cihanın jandarmalığına ne diye soyundun, daha koyunları kurttan koruyamıyorken bu ne çobanlık davasıdır.’ cevabı, İbn-i Haldun’un ve Yusuf Has Hacib’in memleketin nasıl fethedileceğini ve nasıl elde tutulacağına dair fikirlerini hatırlatmaktadır.”s.116

Fetihleri yaşatacak olan iki unsurdan bahsediyor ve bunların sebatlı yani istikrarlı bir kuvvet veya uzlaşma siyaseti olabileceğini söylüyor ve ilk maddenin yeteri kadar olmadığı için Müslüman Fatihler belirli bir yerden öteye geçemez ve bir fetret dönemi başlar diyor. O yüzden başlangıçta Arapların elinde olan iktidar iplerinin bir müddet sonra Oğuz Türkleri’ne bıraktığını söyler. Sonra şöyle devam eder.

“Kavimlerinin metin ve bahadır tâifesinden gönderildiğine göre, Peygamberlerin Allah’ın emirlerini tebliğ etme imkanı, mensubu oldukları asabiyetin gücüne bağlıdır. Dini bir hareket için asabiye zorunlu olduğuna göre, dini bir dava, esas unsur olan asabiyeye ilave bir kudret temin eder. Cevdet Paşa, Peygamber zamanında Arap kabileleri ‘kelime-i imaniyede yek zeban ve yek-dil olup’ İslam’ın yayılması için gayret sarf etmişlerdir derken bu gerçeği ifade eder”s.119

Bu fethin zahiri yönüdür, İbn-i Haldun buna bir de manevi boyut katar. Hadisenin semavi boyutlarından da bahseder. Müslümanların harblerde genellikle daha az olmalarına rağmen galip gelmelerinin temelinde bu maneviyatın yattığını söyler. Her devleti güç zeminine oturtur. Eğer der Bedevi zümreler sosyal hayatın hemen her sahasında hadari zümrelere tâbi olduğu vakit, durum tersine döner ve bu uyma asabiyetin çöküşünü hazırlar. “Bedevi zümreler, taze ve kudretli asabiyeleriyle devlet kurduktan sonra içlerinde infirad hadisesi, yani bugünkü tabir ile monarşi baş gösterir mirasına konulan devletin bütün ihtişamı taklid edilir.”s.121

Önceleri Abbasiler tarafından daha çok orduda istihdam edilen Türklerin daha sonra bu istihdam edildikleri zümrenin asabiyeti içinde yer aldığını söyler. Sonra Fatih Şeker şu iddialı paragraf ile devam eder. “İslam tarih tecrübesine istikamet verir bir merhaleye ulaşan Türkler için, İbn-i Haldun’un mevcut izah çerçevesiyle yetinilemeyeceği aşikardır; zira onlar Abbasi’leri aşarak Müslümanlıkla Türklüğü aynileştiren bir güzergaha yerleşmişler, Mukaddime müellifinin asabiyet kavramına yüklediği anlamları barındıran yegâne zümre olarak İslamiyet’in geleceği için vazgeçilmez bir yere sahip olmuşlardır.”s121

Türklerin İslamiyeti kendi meşreplerince kabul ettiklerini söylüyor ve bu İslam’ı şifahi İslam olarak nitelendiriyor ve zaman içinde bu İslam’ın sürekli bir şekilde kitabi İslam’a doğru aktığını ifade ediyor. Böylece pagan karışımların giderek daha da azaldığını düşünüyor.

Başlangıçta kendi asabiyesini Arap unsurlardan sağlayan Emeviler ve Abbasilerin daha sonra bu gücü mevaliden aldığını söyleyen İbn-i Haldun burada herhangi bir ırktan bahsetmemişken Fatih Şeker, bu cümleden hareketle bu zümrenin Türkler olduğu sonucun çıkarıp buradan bütün tezi tekrar Türkler etrafına kilitliyor. Zannımca evet Türklerin nüfus olarak kalabalık olduğu ve Ordu ve saray içinde de görev almalarına rağmen buradaki mevaliden tek onların çıkarılamayacağını düşünüyorum. Fatih Şeker maalesef bu fasıl boyunca devamlı o noktaya düşüyor. Bu tezin defaatle tekrarlandığını ileriki sayfalar boyunca da görüyoruz. Bence bunlar çok iddialı ve çok ideolojik tezler.

Tabii ki Türkler de, tıpkı diğer göçebe bedeviler gibi İbn-i Haldun’un asabiye kavramı için çok önemli bir figürdür ama sırf mukaddimenin yazılışını Türkler etrafına kilitlemek de son derece ideolojiktir ve kendi eleştirisine kendisi maalesef düşmektedir.

Daha sonraki bölümlerde hep Türklerin İslamlaşması, fetihleri ve kurdukları bütün devletleri, bu strateji çerçevesinde analiz etmeye devam etmiştir.

Sonraki bölümde Türk İslam tasavvurunun hususiyetleri şeklinde bir bölümle devam ediyor ve burada beş asır süren bu devrin analizini yapmaya çalışıyor.  Öncelikle Türk’le, Müslümanın aynileşme sürecini analiz etmeye başlıyor.

Türklerin İslam tasavvurunu tarif ederken şöyle bir cümle kullanır. “Türklerin İslam tasavvuru Ortadoğuya akar gibi gözükürken Maveraünnehir’e bakar; Türkistan’a bakarken aslında Basra-Bağdat hattına Ortadoğu’ya akar.”s.168

Kaşgarlı Mahmud’un Müslüman olan Türkler’in kendilerini Türk, dahil olmayan Uygurlar’ı ise tat yani gayri Türk olarak nitelendirdiğinden bahseder ve Modern zamanlardaki Müslüman ve Türk özdeşleşmesinin aslında ta Divan-i Lügatüt Türk’ten beri geldiğini söyler. Oğuzların Müslümanlaştıktan sonra Türkmen ismini almalarının da bunun bir diğer ispatı oluğunu kaydeder. Daha sonra Türklerin Müslümanlığının nasıl bir şey olduğunu tariflemeye çalışır.

“Türkler herşeye ilahi bir mahiyet vermişler, hemen her şeyi rahmaniliğin sınırına kadar götürmüşlerdir. Bölgeyi bir iç nizam sahibi kılan sufiler ise bu çerçeveyi ve zemini mekanlar yığını haline dönüştürerek İslamlaşma sürecinde tasavvuftan bahsetmenin esasında doğrudan İslam’dan bahsetmekle eşdeğer olduğunu ortaya koymuşlardır.”s.171 Buradaki bahsedilen Tasavvuf meselesi Türklerin İslamlaşmasının her döneminde kendine hayat bulmuş önemli bir yoldur. Allah inancını şamanlıktan gelen alışkanlıkla içselleştiren Türklerin peygamberi ise daha çok bir bilge gibi hayatlarına yansıttığını söylüyor ve Dede Korkut, Er-Manas, Oğuz Kağan ve Sarı Saltuk’un Peygamberin bütün özelliklerini yansıttıklarından söz eder.

“Yesevi, Peygamberi tıpkı Şinkar diyerek, Türk kültüründe izzet, otorite, her şeye malik olma sembolü olan Doğan’a benzetir. Türk İslam tasavvuru Tanrı, Peygamber ve ahiret mevhumlarının çehresinin Türkistan coğrafyasına göre değişmesinde görüleceği üzere bölgenin dilini ve üslubunu taşır.”s.172

Görüldüğü gibi kendilerine has bir tavır geliştirmişlerdir. Yazar bundan sonra Türklerin kitabi İslam anlayışının en önemli mimarlarından biri olan İmam-ı Azam’ın şarihi olan Maturidi üzerine bir bölüm açar. Maturidi’nin eseri olan Kitabü’t Tevhid’in çok önemli bir eser olduğunu, Türklerin o dönem kitabi din anlayışlarını ana kaynağı olduğunu fakat çok uzun bir süre gündeme gelmeyip modern zamanlarda biraz daha öneminin anlaşıldığından bahisle “Bir yandan İslam’ı İslam öncesi unsurlardan arındırmış, önceki devrin kalıntılarıyla hesaplaşmış; diğer yandan da Mutezile’nin İslam öğretilerini akli bir temele oturtarak aklı neredeyse hakikatin yegane kaynağı olarak gören ve tamamen spekülatif bir mahiyet kazanmaya doğru izleyen duruşlarıyla; tepkiselliğin bir ifadesi olan Mutezile karşıtı olan tavrı uzlaştırmıştır.”

“Polemiğe yol açan bu tarafı, onun vahyin otoritesini savunurken karşısına aldığı Mutezili perspektife yaklaşmasına neden olmuştur.”

İliklerine kadar Sünni olan Maturidi, fikirlerini Mutezile ile hesaplaşarak kaleme alır; özellikle de doğrudan muhatap aldığı Ka’bi ile sanki aynı medresede imiş gibi kavga eder. Öyle ki Ka’bi üzerinden hesaba çektiği Mutezile’yi devrin kalıp retoriğiyle İslam öncesi devre nispet eder, onları zındıklar ve Mecusiler’le aynileştirir.”s.191

Görüleceği üzere Maturidi Mutezile ile Cebriye arası daha dengeli bir din anlayışı üzerinde hareket etmiştir ve dini meseleleri akıl ile vahyin onayını alabilecek bir perspektifle çözmeye çalışmıştır diye yorumluyor ki bu çok güzel bir analizdir ve Maturidi’nin Ebu Hanife’den aldığı o mutedil anlayışı gösterir.  Daha sonra klasik dönemde ve modern dönemde Maturidi’ye nasıl bakıldığı ile epey bir akademik analiz yapar. Buradaki bana göre en önemli analizi Modern zamanda Maturidiliği gerek analiz etmeye çalışanların, gerekse de devletin dini bir anlayışı haline getirmeye çalışanların hemen hepsinin selefi bir damarlarının bulunmasıdır. Maturidi’nin çoğunluk tarafından Türk olarak bilindiğini ancak kendisinin Arap olduğunu ama Türkler arasında öyle bir meşruiyet kazanmış olduğunun görülmesinden dolayı, Türk zannedildiğini söylüyor.  Sonuçta yazar bu bölümü de şöyle bağlıyor.

“Kutadgu Bilig, Divan-ı Lügatüt Türk ve Dede Korkut gibi Türk İslam Tasavvurunun en halis ayarda tecelli ettiği kaynaklardan beslenerek Hanefilik ve Maturidi’likle tasavvufun asırlarca işlene işlene tekamül etmek suretiyle aldığı görünümü ve geldiği merhaleyi ihmal etmemek gerekir. Esaslı olanı yakalama amacıyla ayrıntıları bütün imkanlarıyla yoklayan, Türk İslam tasavvuruna hayat veren menbalara birbirlerinden ayrı kaynaklar gibi bakmayan ve daha da önemlisi asıl ağırlık merkezini dikkate alan bir tarihi perspektif yakalamanın lüzumu ortadadır.”s.224

Fatih Şeker bu bölümden sonra Selçuklular meselesinde giriyor ve son olarak neden Sünniliğin Türk halkı için önemli olduğunu anlatan bir röportajla kitabı bitiriyor. Biz bu önemli paragrafla bu kitap için yaptığımız kritiği burada bitirelim diye düşünüyorum. Bu son paragrafta da belirttiği gibi, Türklerin İslamlaşma süreci ile ilgili hiçbir detayı ihmal etmeden yapacağımız bir çalışma bu gün bakıldığında bu kadar selefi bir damarın İslam dünyasını kavurduğu zamanlarda vahada bulunana bir su gibi bize hayat verecektir. 

Doğrusunu ancak Allah bilir.