Ahi Evren-Mevlana Mücadelesi
'İslam’ın ikinci koşusu' olarak adlandırılan ve biz Anadolu
insanının İslam algısında önemli bir yer etmiş şahsiyetler, olaylar ve olgular
bağlamında yaşanmış veya yaşandığı aktarılan dönemi anlamaya yönelik okumalar
yapmaktayız. 11. ve 13. yüzyıllara arasına tekabül eden bu dönemi anlama, tevil
etme ve Anadolu’daki Müslüman algısının ön birikiminin tahlili gayretinde
olduğumuz bu okuma sürecinde Mikail Bayram'ın “ Ahi Evren ve Mevlana Mücadelesi
“ adlı kitabı üzerine bir değerlendirme çalışmasıdır.
Ele aldığımız olaylar örgüsü ve ilişkiler ağı her ne kadar
günümüzde yeterince anlaşılamamış olsa da halk muhayyilesinde bu yaşanmış
hayatlardan bakiye olarak daima 'güzel' bir sonuç devşirilmiştir. Siyasi
iktidarlar resmi tarih aracılığıyla olayları kendini haklı ve üstün gösteren
suni bir tarih yazsa da; halk her zaman olayın bizatihi içinde olduğundan
olayları siyasal iktidarlardan farklı olarak okumasını bilmiştir. Halkın
benimsediği şahsiyetler halk muhayyilesinde önemli yerler edinmişlerdir.
İncelemekte olduğumuz tarihi şahsiyetler Anadolu İslamı’nın
ana damarlarını teşkil etmekle birlikte, tarihin her devrinde olduğu gibi
siyasi çalkantılı dönemler geçirmiş ve birbirlerine; hicivler,
taşlamalar, daha da ötesinde ağır hakaretlere varan sözler sarf ettikleri de
olmuştur. Bu bağlam da Ahi Evren ve Mevlana'nın mücadelesinin doğru anlaşılması
önemli bir yerde durmaktadır. Halk muhayyilesinde önemli yerler edinmiş bu iki
şahsiyetin ve farklı kulvarlar da iki ayrı otoritenin birbirleriyle giriştikleri
mücadeleyi anlamaya çalışacağız.
Anadolu’daki Siyasi Atmosfer
Anadolu da Selçuklular gibi bir merkezi otorite
bulunmakta ve bunun yanında çeşitli gruplar halinde yaşayan, ciddi bir yerleşik
hayata geçmiş ve toplumun önemli bir kesimini oluşturan ahiler bulunmaktadır.
Diğer önemli unsur da yerleşik hayata geçmesi daha uzun bir süre alan Türkmenlerdir.
Anadolu’ya ahiliği getiren ve ahiliğin Anadolu’da
yerleşmesini, yayılmasını sağlayan I. Alaaddin Keykubat'tır. Alaaddin Keykubat
iktidarı devletin en parlak devridir. Özellikle ahilik gibi sosyal ve
ekonomik bir adım halkın ve devletin bekâsı için önemlidir. Ayrıca bu
yaklaşım devlet için de önemli bir kazanım olmuştur. Sanatkarlar ve tüccarlar aracılığıyla
gelişen ticaret devlete önemli bir katkı sağlamıştır. Fakat oğlu Gıyasettin
Keyhüsrev'in babasını öldürüp tahttan indirmesi ile Ahilerin ve Türkmenlerin
devlete karşı tavrı değiştirmiştir. Türkmenler ve Ahiler, azınlık konumunda görülmeleri
ve muhalif tavırlarından dolayı baskı ve çeşitli zulümlere maruz bırakılmışlardır.
Zulmün artmasıyla birlikte Anadolu‘da çeşitli isyanlar baş
göstermiş ve merkezi otoritenin bastırmakta güçlük çektiği derecede büyük çaplı
isyanlar olmuştur. Bu anlam da Baba İlyas bin Ali el-Horasânî'nin başlattığı
önemli bir Türkmen ayaklanması olan bu isyan yıllar sürmüş ve ancak Haçlılardan
asker kiralanarak güçlükle bastırılmıştır. Diğer taraftan devletin gücü iç
savaşlarda bitmiş ve dışarıdan saldırılara karşı oldukça korumasız bir hale gelinmiştir.
Devletin eski gücünü yitirmesi ve dışarıdan saldırılara
açık hale gelmesiyle birlikte Moğol saldırıları Anadolu topraklarına kadar
gelmiş ve iktidar yapısını tamamen değişmiştir. İktidarı ele geçirmelerinin
ardından Moğolların kendi adamlarını
yönetici konumuna getirmesi siyasi atmosferi tamamen karıştırmış, işgal edilen
bölgeleri yakıp yıkan Moğollara karşı Ahiler ve Türkmenler direnişe geçmişleredir.
Ahilik
Ahilerin piri olarak Debbağ(derici) Ahi Evren kabul
edilmektedir. Ahilik, 'esnaf-sanatkarlar sözleşmesi' olarak adlandırılsa da bu
karşılık ahiliği karşılamak için yeterli değildir. Bugünkü anlamda esnaf
birliktelikleri veya Müsiad-vari kuruluşların sıkça vurguladığı ahilik vurgusunun
tarihsel ahilikle hiçbir alakası yoktur. Ahilik salt ticari bir
birliktelik değildir. Ahilik; toplumsal anlamda kardeşliğin,
yardımlaşmanın, emeğin ve en önemlisi günümüz dünyasında pek de karşılığı
olamayan civanmertliğin sözleşmesidir. Ezilenlerin, güçsüzlerin dayanağı ve Anadolu’da
adaletin tecellisi olarak İslam’ın Anadolu’daki aldığı tecessüm halidir. Hal
böyle olunca ahiler otoritenin işlediği zulümlere rıza göstermeyip yer yer
isyan etmişler ve birçok sultanın zulmüne, katliamına maruz almışlardır.
Selçuklu devletinin Moğollar karşısında aldığı yenilgiyle birlikte Ahiler
oldukça zor duruma düşmüşlerdir:
“Kösedağ
yenilgisinden sonra (1243) Tokat, Sivas gibi şehirler Moğollar tarafından işgal
ve yağma edildi. Daha sonra Kayseri'ye gelen Moğol ordusu burada Ahilerin
direnişi ile karşıtlaştı. Ahiler on beş gün kahramanca şehri savundular. Fakat
Moğollar sonunda şehre girmeyi başardılar. Burada Moğollar büyük bir Ahi
katliamı gerçekleştirdiler.”(s.290)
Ahilik gibi ahlaki ve de sosyal müessesenin Anadolu’nun İslamlaşması
ve toplumun ekonomik, sosyal ve ahlaki anlamda ihyası için önemli bir yer
teşkil ettiği muhakkaktır. Bizzat Ahi Evren'in "Ahilik-i nastri” adlı
eserinde sanatkarların iş ortamlarının nasıl bir ahlaki temele dayanacağı şu
şekilde açıklanmaktadır;
"Birçok insanın bir arada çalışması sanatkarlar
arasında rekabet ve münazaraya sebep olabilir. Çünkü bunların her biri kendi
ihtiyacına yönelince menfaatler çatışması ortaya çıkar. Karşılıklı hoşgörü ve
affetme olmadığı zaman münazara ve ihtilaf zuhur eder. O halde bu insanlar arasında
ihtilafı halledecek kanunlar koymak gereklidir. Bu kanun şeriata uygun olmalı
ki ona uyulsun ve insanlar arasındaki ihtilafın halline vesile olsun.
ihtilafsız bir ortam yaratılınca herkes rahatça umduğunu elde eder. ihtilaf
zuhur edince de bu kanuna müracaat ederek ihtilaflar ortadan kaldırılabilir.
Peygamberlerin şeriat koymaları bundandır"(s. 229)
Bir diğer önemli husus da günümüzde çokça tartışılan
"kadının toplumsal hayattaki yeri" meselesine Ahilerin geliştirdiği
cevaptır. Özellikle Müslüman camiaların hala bir yere oturtamadığı bu
tartışmaya bugünkü anlamda tam olarak istenildiği gibi bir cevap olmasa bile
iyi bir örnek teşkil edebileceğini düşünüyorum. Ahilik teşkilatı; Ahiyan-ı Rum
ve Baciyan-i Rum olmak üzere iki farklı yapıdan oluşan teşkilatlanmaktadır.
Mikail Bayram’a göre Bacılar teşkilatı da Ahi Evren’in Eşi Fatma Hatun'un başkanlığında
teşkilatlanmaktadır. Bacılar teşkilatı savaşlarda, sosyal hayatta ve hatta
ticari hayatta yerini almıştır.
"İlginç olan bir husus da Kayseri'deki Ahilere ait
olan bu "Sanayi Sitesi"nde hanımlara mahsus çalışma yerlerinin de
bulunmasıdır. Ahilerin kız ve hanımları da " Anadolu Bacıları "
(Baciyan-ı Rum) adıyla anılan bir teşkilat kurmuşlardı. Bu örgüte mensup genç
kızlar ve hatunlar da bu sanayi sitesinde kadim el sanatları icra ediyorlardı. (s.
231)
Ahi Evren Hace Nasreddin Mahmut
Mikail Bayram'ın bu kitabının en önemli vurgusu Ahiler
üzerinedir. Özellikle Anadolu halkında nükteleriyle ve sözlerinde ki ahlaki
vurgusuyla halkın gönlünü kazanan Hace Nasreddin Mahmut ile Ahilerin Piri Ahi
Evren'in aynı kişi olduğunu ortaya çıkarması tarihimiz açısından oldukça büyük
bir kazanımdır. Bu önemli tespitle birlikte muallakta kalan birçok nokta aydınlanmaktadır.
Nasreddin Mahmut Hoyi'nin adından da anlaşılacağı üzere
Hoy kentinden Anadolu’ya gelmiştir. Fakat Anadolu’ya gelmezden evvel zamanın
büyük alimi ve Eşari kelamcı Fahru'ddin-i Razi'nin öğrenciliğini yapmış ve
ondan ciddi bir altyapı kazanmıştır. Daha sonra da zamanın ilim merkezi
Bağdat'a giderek çeşitli bilginlerden yararlanmıştır:
"Tefsir, Hadis, Kelam, Fıkıh ve Tasavvuf gibi dini
ilimler yanına Felsefe ve Tıb sahasında da sivrilmiş ve bu konularda eserler
vermiştir. İbn Sina, Sühreverdi el-Maktul ve Razi'nin eserlerini çok iyi okumuş
ve bu bilginlerin bazı eserlerini Farsca'ya tercüme etmiştir."
Anadolu’ya gelişi ise özel bir davet üzerine gerçekleşmiştir:
"Sultan I. Giyasü'd-din Keyhüsrev ikinci defa tahta
geçince, cülusunu Abbasi Halifesi en-Nasr li-Dinillah'a bildirmek için hocası
Malatya’lı Şeyh Mecdü'd-din İshak'ta (Sadru'd-din Konevi'nin babası) diplomat
olarak Bağdat'a göndermişti. Mecdü'd-din İshak o yıl içinde hacca da gitmiş,
dönüşte gene Bağdat üzerinden Anadolu'ya gelirken beraberinde Muhyi'd-din
ibnü'l-Arabi, Ebu Ca'fer Muhammed el Berzai, Evhadü' d-din-i Kirmani, gibi
birçok meşayih ve bilginleri Anadolu'ya celbetmiştir. Ahi Evren Şeyh
Nasirü'd-din Mahmud'un da bu kafile ile Anadolu'ya geldiği
anlaşılmaktadır." (s.52)
Ahi Evren Nasreddin Mahmut ve Mevlana Celalettin Rumi
Yetiştikleri ortam ve beslendikleri kaynaklar bakımından
oldukça farklı ekollerden gelen iki ismin böyle çalkantılı bir siyasi ortamda
farklı cephelerde yer almalarıyla anlamlı bir yere oturmaktır. Mevlana’nın
yetiştiği tasavvuf ekolu ve teslimiyetçi anlayışı ile var olan durumu korumayı
seçmiştir. Hatta daha da ileri giderek:
"Gerek Mevlana'nın gerek Şems-i Tebrizi'nin sohbet
meclislerinde Moğolların zulmünü ortaya atanlar olmuş, her defasın da Mevlana
ve hocası Şems-i Tebrizi Moğol aleyhtarlığı yapanlara öfkelenmişler, Moğol
zulmünü haklı göstermeye haklı çalışmışlarıdır."(s.238)
Mevlana'nın Moğollarla yakından kurduğu iletişim ona yakın
duran herkesi etkilemiştir. Onunla beraber hareket eden veya ona bağlılığını
bildirenlere dokunulmamıştır. Hulagu Han Moğolların Anadolu’yu almasından sonra
Mevlana’yı Anadolu’nun "Şeyhü-şuyuhi'r-Rum" olarak görevlendirmiştir.
Mevlana'ya (Rumi) veya Şeyh-i Rum(Pir-i Rum) denmesinin sebebi de budur.
Anadolu'daki bütün şeyhlerin ve Ahilerin O'na bağlanma mecburiyeti
getirildi."(s. 246) Böyle bir bağlılık Moğolların ve Moğol taraftarlarının
yaptığı zulme göz yummak olacağından siyasi ortam daha da gerilmiş
ve alevlenmiştir.
Mevlana ile Ahi Evren arasında ki mücadele sadece siyasal
bir dil üzerinden değil aynı zamanda edebi olarak da sürmüştür. Özellikle
Mevlana'nın dil yönünden eşsiz kabiliyeti ona ciddi bir avantaj sağlamıştır.
Mesnevi’de Ahi Evren’in akılcılığıyla, başta olmak üzere diğer hiciv,
hakaretler ve daha ağır ithamlarda bulunmuştur:
"Mesnevi' de ve "Divan-i kebir" de Hace,
Cuha, Ejder, Mar, Muhannes diyerek kendisine en muhalif gördüğü kişiyi ağır bir
biçimde tahkir ettiği görülmektedir. Fakat o bu baş düşmanı ejder, mar (yılan),
iblis, muhannes (eşcinsel), hadım, ebter (züriyetsiz), kundeh, pelid (çirkef),
mar-gir (yılan avcısı), hırsız gibi kötü sıfatlarla ve tahkir edici sözlerle
onu insafsız bir biçimde kötülemektedir. Bütün bu sözlerle hep aynı kişiyi
hedef aldığı açık olarak fark edilmektedir. İşte o kişi Ahi Evren diye bilinen
Hace Nasiru'd din'dir. Mevlana zaman zaman bu muhalifini mesleği ile de
anmaktadır. Onu dabbağ (derici), Ahi, Yalancı, Danişmend (bilge) ve Hace gibi
meslek bildiren sözlerle anmakta ve hicvetmektedir. (s. 110)
Sonuç Yerine
Özellikle kişisel hayatından ziyade bir alim, filozof ve
döneminin bilgelerinden biri olarak yaşayan Ahi Evren Hace Nasreddin'in
geçimini debbağlıktan yani dericilikten elde etmesi ilgimizi çeken önemli bir
husus olmuştur. Maddi ve manevi dünyanın tekliği üzerine kurulmuş bir İslami
gelenek inşası peygamberi bir mirasın en önemli parçası olduğuna inanıyoruz.
Müslüman kimliğin hayatın her safhasında korumak ve kazancını el emeğiyle,
çalışarak elde etmek önemlidir. Ahiliğin inşa edildiği ahlaki zemin, yani İslam
ahlakının somutlaşarak toplumsal hayata sirayet etmesi bugün ki ahlaki
çağrımızın ütopik değil son derece somut ve mümkün göstermektedir.
Tam da konumuz ve mücadelemizde önemli bir yer teşkil eden
ve tarihten günümüze her daim sömürü aracı olarak kullanılan 'emek' günümüz din
adamlarının dolayısıyla da Müslümanların pek de gündeminde olamaması maddi ve
manevi alem kurgumuzda ki problemi bariz bir biçim de göstermektedir.
Müslümanların emekten kopması deyim yerindeyse; din adamlarını tapınaklara,
toplumu ise toptan seküler bir hayata mahkum eden önemli bir kayıp olacaktır.
Emek'ten kopmak daha da kötüsü halktan kopmak toplumun acı, sıkıntı, kederine
ortak olamamak yaşayan ve yaşatan bir din olan İslamın düşebileceği en kötü
haldir. Bu noktada ahiliğin tam da halkın arasında neşet etmesi ve topluma
ölçütler getirmesi dikkate şayandır..
İslam fıkhının, günümüzde yalnızca namaz, abdest,
oruç vb. dinin daha çok Allah'la kul arasında kalan kısmına indirgendiği dar
bir havzaya hapsedilmesi ve günümüz problemlerine dair çözüm üretememesi onu
saf dışı İslam fıkıh geleneğini bırakmıştır. Halbuki bugün yaşadığımız
buhranın en büyük sebebi güncel-somut bir hukuki-ahlaki zemin inşa edemememizdendir.
İnsan ilişkilerinden, ticarete, üretimden, sosyal yaşama İslam Fıkhını/hukukunu
somutlaştırabileceğimiz bir zemin oluşturmamamız ciddi bir problem olarak
duruyor. Ahi Evren özelinde ahilerin devletle kurduğu mesafeli duruşu ve
gerektiğinde sultana hakikati hatırlatan ilkesel duruşları bugün için de önemli
bir durumdur.
Yine öte taraftan Ahi Evren'in Moğol işgallerine karşı
gösterdiği mücadele ve onların haksızlıklara karşı ilkesel tutumu da Ahi
Evren'in hayatında gördüğümüz önemli bir vurgudur. Acziyet değil,
mücadele; teslimiyet değil direniş ve bu direnişin ölçülü bir zemin üzerinden
sürdürülmesi hocanın hayatındaki önemli bir noktadır.
Muhammed Furkan
0 yorum:
Yorum Gönder