Merhabalar, Anadolu'nun İslamlaşma sürecinde önemli bir tarihsel aralığa tekabül eden ve İslam'ın ikinci koşusu olarak adlandırılan 11. ve 13. yüzyıl arasındaki dönemde cereyan eden olaylara dair okuma notlarını paylaştığımız blogumuza hoşgeldiniz.

28 Eylül 2015 Pazartesi

13. Metin: Kızılbaşlar/Aleviler - KRİSZTİNA KEHL-BODROGİ

01:58 Posted by Bedri Münir , No comments
Kitap Hakkında

Bu araştırmada Kızılbaş/Alevi inanç topluluğunun dini ve sosyal-dini yapısı ele alınmaktadır. İncelemede bu inanç topluluğunun ortaya çıkış dönemindeki koşullar göz önünde bulundurulmuştur. Türkiye’de Sünni Müslümanlardan sonra en büyük dini topluluğu oluşturan Kı­zılbaşlar/Aleviler, kendilerini İslamiyet’in zümrelerinden olan On İki İmam Şiileri olarak tanımlıyorlar. Fakat bu inancın kendine özgü özel­likleri, Kızılbaşları/Alevileri İslam dininin mezhebi altında sınıflandır­mayı zorlaştırıyor. Kızılbaş/Alevilik inancını, Halk İslamı’nın ortaya çıktığı ortamda doğan ve aşırı Şii inancının etkisi altında kalarak onun bazı unsurlarını özümseyen bağımsız bir din olarak tanımlamak daha doğru olacaktır.Kızılbaşların/Alevilerin büyük çoğunluğunun dili Türkçedir. Türki­ye’deki yaygın düşüncenin aksine, söz konusu inanç topluluğu içerisinde Alevi Kürtler azınlık bir grubu temsil etmektedir. Bu araştırma kapsa­mında, göçebe olarak yaşayan Türkmen topluluğunda ortaya çıkan ve gelişen Kızılbaşlığa/Aleviliğe Kürtlerin hangi tarihi koşullar altında entegre oldukları sorusu üzerinde durulmayacaktır. Bu konunun daha sonraki çalışmalarda ele alınması gerekmektedir. Ancak Kızılbaşların/Alevilerin etnik kökenlerinden ve dillerinden bağımsız olarak kendi­lerini “biz” (grup) olarak görmeleri, bu araştırmada onları –Türk/Kürt ayırt etmeksizin- bir bütün olarak ele almamın haklı gerekçesini oluş­turacaktır.

Künye

ISBN: 978-975-539-696-5
Baskı: 1.Baskı - 2012
Özgün Adı: Die Kızılbaş / Aleviten
Yayın No: 663
Dizi No: 11
Dizi: İdea Ayrıntı
Yazar: Krisztina Kehl-Bodrogi
Çeviri: Bilge Ege Aybudak, Oktay Değirmenci
Yayıma Hazırlayan: Demet Karaca
Son Okuma: Mehmet Celep
Kapak Tasarımı: Gökçe Alper
Dizgi: Esin Tapan Yetiş

Yazar Hakkında

Krisztina Kehl-Bodrogi
Aralarında Max Planck Enstitüsü ve Pécs Üniversitesi’nin de bulunduğu pek çok üniversitede Sosyal Antropoloji üzerine dersler veren Krisztina Kehl-Bodrogi’nin, sosyalizm sonrası dönemde Ukrayna’da dinin etkisi, Harezm bölgesinde dinin konumu ve Türkiye’de 12 Eylül darbesinden sonra Alevilerin durumu üzerine çalışmaları bulunmaktadır.

Kaynak: https://www.ayrintiyayinlari.com.tr/kitap/kizilbaslar-aleviler/501

Ayrıca bu konu bağlamında okuduğumuz makaleler için: https://drive.google.com/open?id=0BxRTNEEEQWGMWTZEbVprS1NOMEE

27 Eylül 2015 Pazar

İbrahim’in Duası Ve Bayramlar Bayram Ola - SUAT YALÇIN

22:11 Posted by Bedri Münir , No comments

“Allah sizin dış görünüşünüze ve mallarınıza bakmaz.

 Ama o sizin kalplerinize ve işlerinize bakar.” * 
“Yahudiler içinde zalim, İsa düşmanı ve Hristiyanları yakıp yandırır bir padişah vardı. İsa’nın devriyle nöbet onundu. Musa’nın canı oydu, onun canı Musa. Şaşı padişah, Tanrı yolunda o iki demsazını birbirinden ayırdı. Usta, bir şaşıya, ‘ yürü var, o şişeyi evden getir ‘ dedi. Şaşı ‘o iki şişeden hangisini getireyim? Açıkça söyle dedi. Usta dedi ki:  O iki şişe değildir. Yürü, şaşılığı bırak fazla görücü olma!’
Şaşı, ‘Usta beni paylama. Şişe iki’ dedi. Usta dedi ki: ‘O iki şişenin birini kır!’ Çırak birini kırınca ikisi de ortadan kayboldu. İnsan tarafgirlikten, hiddet ve şehvetten şaşı olur. Şişe birdi, onun gözüne iki göründü. Şişeyi kırınca ne o şişe kaldı, ne öbürü! Hiddet ve şehvet insanı şaşı yapar; doğruluktan ayırır. Garez gelince hüner örtülür. Gönülden göze yüzlerce perde iner. Kadı kalben rüşvet almaya karar verince zalimi, ağlayıp inleyen mazlumdan nasıl ayırt edebilir? Padişah, Yahudice kininden dolayı öyle bir şaşı oldu ki aman Ya Rabbi, aman! Musa dininin koruyucusuyum, arkasıyım diye yüz binlerce mazlum mümin öldürttü.” (1)
Mevlana, Mesnevisi’nde ‘Yahudi Padişahın Hikayesi’ni aynen yukarıda naklettiğim gibi şerh ediyor. Hikayenin can alıcı kısmı, Şaşı Padişah’ın bir şişeyi iki görmesi ve kırınca ötekinin de yok olmasıdır.  Mevlana’nın sonradan açıkladığı gibi, aslında üstüne vazife olmayan bir işi yüklenip kendisini İsa dinine karşı, Musa dininin koruyucusu addediyor ve bir sürü zulüm işliyor. Oysaki Allah, kendi dininin koruyucusudur. Hiç kimsenin ben bu dinin koruyucusuyum diyerek, kendisine yeryüzünde Allah’ın halifesiyim deme hakkı yoktur. Dinin sahibi olan Yaratıcı, hiç kuşkusuz koruyucusudur da!
Bugün ülkemizde, savaş naraları atanlar ve Kürtler’i yok edeceklerini haykıranlar bilmelidirler ki, Kürtler’i yok edince Türkler’de ortada kalmayacaktır. Alevi’ye zulmedersen, Sünni’de o zulümden nasibini alacaktır. Aslında bu pis savaşı sürdürenler bilmiyorlarki, o silahlarla kendilerini vuruyorlar.  Biraz tefekkür etsek göreceğiz ve anlayacağız ki, 19. Yüzyılın sonunda Ermeni’ye yaptıklarımızın karşılığıdır biraz da bugün çektiklerimiz. Allah’ın yarattığı masum bir canı yurdundan atamazsın, süremezsin, katledemezsin. Buna nefsin cevaz verse, Rabbin cevaz vermez.
Kimsenin şehrini abluka altına alıp, günlerce sokağa çıkma yasağı koyamazsın, ölü çocuklarının defnedilmesini bile engelleyemezsin. İnsanların en temel ihtiyaçlarını göremez hale getiremezsin. Bütün bunları yaptıktan sonra kalkıp o insanlara kardeşim diyemezsin. Çünkü bu hukuk, zalimin hukukudur.
‘ Gelin bu bahçeye girin! ‘ der İhvan-ı Safa, ‘ Arzu ettiğiniz meyvelerden yiyin! İstediğiniz kokulardan koklayın! Gönlünüzce eğlenip, istediğiniz yerde dolaşın! Sevinip neşelenin! ‘
Bir grup düşünürün ortak adı olan İhvan-ı Safa, ‘ arınmış kardeşler ‘ veya  ‘ gönlü temiz kardeşler ‘ anlamına gelir. İslam’ın dördüncü yüzyılında (dokuz yüzlerin sonu, binli yılların başı) Basra’da ortaya çıkmakla beraber Bağdat’ta da bir kolları bulunur. Ortak düşünce ve dayanışma içinde, 52 risaleden oluşan bir eser yazarlar.
Aklın rehberliğinde, kalbi arındırmaya ve insanı yükseltmeye gayret ederler. Din ile felsefenin, bilim ile ahlakın, iç bağlarla bütünleşmesi, insanlığın gelişme imkanını yaratır. İhvan-ı Safa bu inançla, Sokrates’ten beri var olan geleneğe benzer şekilde, arınma yoluyla olgunlaşmaya yönelerek, ‘ insan-ı külli’nin peşine düşer. Yetkin insana ulaşmak için olgunlaşmak ve ahlaken güzelleşmek gerekir. Bu arzu, onları, ‘insanın ne olduğuna değil, ne olabileceğine’ yani yaratıcı potansiyeline dair bir anlayışa götürür.
“İhvan-ı Safa öteki düşünce ve inançlara dair hoşgörüyü özellikle vurgular. Hiçbir bilime düşman olunmamalı, hiçbir kitaptan uzak durulmamalıdır onlara göre. Bütün dinlerin olumlu yanlarına vurgu yaparlar. İhvan-ı Safa grubundan bir düşünürün şöyle dediği rivayet edilir : ‘ Din hastaların, felsefe ise sağlıklı insanların tedavisiyle ilgilenir. Peygamberler hastaları, hastalıklarının artmaması, hatta onların bütünüyle iyileşmesi için tedavi ederler. Filozoflar ise herhangi bir hastalık bulaşmaması için, sağlıklı insanların sağlığını korur.” (2)
Bu risaleler 1050 yılında Halife tarafından, İbn-i Sina’nın eserleriyle birlikte yakılmış, belki de bir tesadüf eseri bir nüshası Endülüs’lü Müslime tarafından kurtarılabilmiştir.
Daha üzerinden bir asır geçmemiştir ki, Türkler Anadolu’da kırda ve kentte tam bir kardeşlik ortamı yaratmaya başlamıştır. Kırda tekkeler ve dervişler, şehirlerde Ahi’ler vasıtasıyla Anadolu tam bir İhvan-ı Safa bahçesine döndürülmeye çalışılıyordu. Üstelik de bir yandan Haçlı seferleri, diğer yandan Moğol istilası ile Anadolu tam bir yangın yerine dönmüşken bu insanlar bu coğrafyada bir medeniyet inşa ediyorlardı. Yetmiş iki milletle bir arada yaşıyorlar ve Yaradılanı, Yaradan’dan ötürü sevmenin yollarını herkese gösteriyorlardı. Onların ötekileri yoktu, insanı ırkına, dinine, mezhebine göre ayırt etmiyorlardı. Hiç insanın elinin değmediği yerlere gidip tekkelerini kuruyor ve oraları ihya ediyorlardı. Şehirlerde esnaf loncaları oluşturuyorlar ve hem birlikte geçimlerini sağlarken hem de kendi bağımsızlıklarını koruyabiliyorlardı.
Türkler Anadolu’nun o yıllarda nüfus olarak belki de en azınlıkta nüfusu olmalarına rağmen Katolik dünya tarafından Anadolu ‘Türkiye’ diye adlandırılmaya başlanmış ama Türkler buraya Diyar-ı Rum diyorlardı. Yani mesele nüfus olarak fazla olmak değil, cesamet ve etki olarak büyük olmaktaydı.
Üstelik de bunu kuran halktı, Padişah, Sultan, Vezir, Şeyhülislam falan değildi. Halkın bu ferasetine ancak zaman zaman destek olabiliyorlardı. Bu birliğin, vahdetin yolunu açan mücadele 15. Yüzyıla kadar sürer. Bana göre bu süre boyunca zaman zaman Oğuz ile Sultanlar arasında problem çıksa da bu halka pek de tesir etmiyordu ama Yıldırım Bayezit’ten itibaren ayrışma başlıyor, Fatih ile avam ve havas iyice belirginleşiyor. Yavuz’un Eşari imamlarını saraya doldurmasıyla artık her şey tersine dönüyordu. Fakat modern zamanlara kadar bu problem iktidar ile isyan edenler arasında sürerken, halka ayrışma şeklinde yansıyordu ama çatışma olarak yansımıyordu. Çünkü gerçekten bu toprakları yurt edinenler, büyük bir medeniyet inşa etmişlerdi.
Bu Medeniyet, Yunus’un, Taptuk’un kapısından içeri eğri odunu sokmamasıydı, Aslında Allah’ın yarattığı hiçbir varlığın eğri olamayacağının kabulüydü. Odun eğri olmaz mı elbette olur ama Allah’ın yarattığında kusur aranmaz, gönül hepsini bir görür. Göz kabul eder.
Önümüz Kurban Bayramı, bizler yani İbrahim’in yolundan gidenler, onun inandığı Yaratıcıya inananlar, bu bayram nefislerimizi, kibrimizi ve öfkemizi kurban edelim, bayramları bayram yapalım ve onun duasını edelim.
“Ey Rabbimiz, diye yalvardılar. ‘Sana güveniyor ve sana yöneliyoruz; çünkü bütün yolların varışı sanadır’  Ey Rabbimiz! Hakikati inkar edenler için bir oyun ve eğlence aracı yapma! Ve günahlarımızı bağışla, Ey Rabbimiz çünkü Sensin tek kudret ve hikmet sahibi’” (3)
  • * Müslim, Birr, 33; İbn Mâce, Zühd, 9; Ahmed b. Hanbel, 2/285, 539

17 Eylül 2015 Perşembe

Hz.Ali'den sonra...

03:18 Posted by Bedri Münir No comments
Ali'nin İslam tarihindeki yeri ve etkisi üzerine anlamlı bir veri olarak burada dursun. Bu şecereden başka bir çok etkili zaatın kendisini bu soya izafe ettiğini de ayrıca belirtmek gerek. Bu anlamda soyunu Ali'ye dayandıranların listesi hayli kabarık çıkacaktır. Ayrıca üzerine çalışılabilir.


15 Eylül 2015 Salı

Anadolu'da Yurt Kurmak ve Ömer Lütfi Barkan - YAVUZ SOYSAL

00:05 Posted by Bedri Münir , No comments
Hasan Hüseyin Korkmazgil’in şöyle bir şiiri var: 
yıllar var ki şu ülkede 
şöyle sıcak şöyle mutlu 
şöyle yürek soğutan 
tek bir haber değmedi kulağıma 
tek bir olay yaşamadım 
hep kan gölü hep gözyaşı hep kargaşa
sanki yunus yaşamamış bu topraklarda
Hacıbektaş diye biri geçmemiş buralardan.
Hasan Hüseyin’in kendi dönemi için çizdiği bu tablo Anadolu’nun tarihidir aynı zamanda. Burası Roma’dır. Entrikanın, kaosun anavatanıdır. Anadolu’nun tarihi aynı zamanda taht kavgaları, iktidar mücadeleleri, kargaşa, istila tarihidir. Fakat bir yandan Yunus’un, Hacı Bektaş’ın, Mevlana’nın, Nasreddin Hoca’nın vatanıdır. Kaos buradadır; fakat insanlığın en güzel sözleri, şiirleri, türküleri… Bu topraklarda söylenmiş, kargaşanın, istilanın ortasında insanca ve adil bir yaşam örneği sergilenmiştir. Lakin hep bir uçurumun kenarında olmak duygusu bu toprakların yazgısı olmuştur. Dücane Cündioğlu’nun ifadesiyle, “Şarkta tarih daima bir olağanüstü hal (acil durum) tarihidir, iktidarların nezaket ve letafetten mahrum oluşunun asıl nedeni budur. “Bu bugün de böyledir, Türkiye ayakta kalmak için olağanüstü çaba göstermesi gereken hep sınırda hep uçurumda bir ülkedir ve ayrıca devleti yönetmek isteyenler arasında her zaman çılgın bir kavga verilmektedir. Cündioğlu şöyle diyor, “Ömrüm “memleket yıkılıyor” teranesini dinlemekle geçti, memleket filan yıkılmadı ama nedense yıkılan hep memleketin çocukları oldu.”
Türlerin Anadolu’yu yurt yapması bir yandan iktidar mücadelelerinin bir parçası iken, diğer yandan dervişlerin, erenlerin, velilerin şiddete başvurmadan bir toprağa yerleşmenin, orayı şenlendirmenin en güzel örneğidir. Burada bir nevi devletsiz bir inşa örneği vardır.Daha doğrusu veli,derviş vb. devletin fonksiyonunu yerine getirmektedir. İlhan Başgöz ile beraber söylersek, “Veli yeni kurulan köyde ev yapanlara yardım ediyor, köyün ekonomik hayatındaki güçlükleri ortadan kaldırıyor, umutsuzlara umut vererek bir psikiyatrist rolü üstleniyor, köylünün merkezi otorite ile ilişkilerinde aracılık ediyor,onların haklarını koruyor, yoksulları güçlülerin gazabından kurtarıyor, onları himaye ediyor, köye konuk gelenleri ücretsiz kondurup ağırlıyor. Onlara yoğurt ve bal sunuyor. Yaşlıların hasat işlerinde yardımcı oluyor. Elbet köylüye din görevlerini yapmada da önderlik ediyor. “İşte keramet dediğimiz şey esasen budur. Babalar hep bir sosyal fonksiyonla anılır. Buğday Baba, Balım Sultan, Horozlu Baba ve benzeri. Kimi buğdayı ekmiştir, kimi balı üretmiştir. Göçebelerin yerleşikliğe geçerken bu babaların, dervişlerin ortaya koyduğu performans adeta mucizedir, keramettir.
Ömer Lütfi Barkan, Kolonizatör Türk Dervişleri adlı makalesinde boş arazilerin,eşkıya yatağı uçurumların bu dervişler eliyle nasıl yurt haline getirildiğini,buralara hayat üfürüldüğünü pek güzel izah eder. Esas itibariyle sınır boylarında ve boş durumda olan topraklar üzerinde bir nevi Türk manastırları,zaviyeler kurulmuştur. Fakat bu dervişler iş güç yapmayan, bazen dilencilik yapan kimseler değil, aksine son derece yiğit, okumuş, hatta çoğu meslek sahibi kimselerdir. Ordulardan önce bu dervişler gittikleri yerleri manen fethetmişlerdir. Barkan bu inşayı gerçekleştirenlerle ilgili kanaatlerini şöyle ifade ediyor: “Dervişler ve zaviyelerle alakamız onların Osmanlı İmparatorluğu’nun kuruluşu meselesinin anlaşılması için üzerinde ısrarla durduğumuz bu garbe doğru akın işinde bize birer mümessil ve öncü gibi gözükmelerinden ileri gelmektedir. Birçok köylere ismini veren, elinin emeği ve alnının teriyle dağ başlarında yer açıp yerleşen, bağ ve bahçe yetiştiren dervişler; ve daima harbe doğru Türk akını ile beraber ilerleyen benzerlerini doğuran zaviyeler ve bu zaviyelerin harbe giden, siyasi nüfuzlarını padişahların hizmetinde kullanan, zaviyelerinde padişahları kabul eden ve onlara nasihat veren şeyhler, bizim alakamızı celb etmek için birçok vasıfları haizdirler. Hele onların daha fazla yarı göçebe Türkmenler arasında telkinatta bulunuşu, köylerde yaşayışı,toprak işleriyle meşgul gözükmesi ve benimsemek için dağdan ve bayırdan toprak açması bu alakayı şiddetlendirmektedir.”
Bu dervişleri sadece konar-göçer olarak görmek doğru olmayabilir.Hacı Bektaş Suluca Karahöyük’e yerleştiğine bakılırsa onun toplumsal çevresinin köy,kasaba,küçük şehir olduğu düşünülebilir. Anadolu’nun Türlerin yurdu haline gelmesi, Anadolu’nun Türklere çadır olması bu dervişlerin Anadolu’ya bir hukukla bir yaşam anlayışıyla gelmesiyle ilgilidir. Gelirken hukuklarını ve kurucu anlayışlarını beraberinde getirmişlerdir. Anadolu Türklere çadır olmuştur ve bundan sonra Türkleri Anadolusuz tarif etmek imkansızdır. Çadır eski Türklerin kültüründe önemli bir yere sahipti.Uçsuz bucaksız bozkırda eski Türklerin konutu çadır,sığınabildikleri bu tek barınak aynı zamanda onların küçük evrenidir de. Bu küçük evreninde, yerleşik düzenin konutunda rastlayamadığımız bir yoğunlukta kendini büyük bir düzenin içinde hisseder. Toprağa değil bu büyük düzene bağlıdır. (Bahattin Ögel) Var olma kavgasında/ yaşama arzusunda yeni sıradan bir araç değil, çokçası o zamana dek Türkoğullarının ne katmanlarını  ne de iniş çıkışlarını, ritimlerini bildiği, somut olarak deneyimleyeceği bir başka kosmos yani tarih ışır. Kosmos hakkındaki zihinsel sentezler değişecektir. Artık Türklerin içinde barınacağı yeni çadırı Anadolu’dur. Türkçede çadır yurt idi; tersi de doğru: Türkçede yurt çadır anlamında idi.Türkler Türkçesiz bile yaşayabilirler çadırsız asla. Tarih boyunca dinlerini bu değişime bağlı olarak dillerini, kıyafetlerini değiştirmiş Türklerin vazgeçemeyeceği tek şey Anadolu’dur.
Bir toprak parçasına yerleşerek,bir topluluğun var oluşunu bağlayan hayati bir karar verip orayı örgütlemek,orada ikamet etmek,varoluşsal bir seçimi/tercihi gerektiren eylemlerdir; bu Eliade’nin “Kutsal Mimari ve Sembolizm” adlı yazısında belirttiği gibi, onu yaratarak sorumluluğunu üstlenmeye hazır olduğumuz evrenin seçimidir: “Bir toprak parçasında ikamet etmek,yani yerleşmek, bir konut inşa etmek daima,bütün bir topluluğun varoluşunu angaje eden hayati bir kararı içermektedir.Bir bölgeye yerleşmek,onu örgütlemek,orada ikamet etmek varoluşsal bir seçimi gerektiren eylemlerdir;bu onu yaratarak sorumluluğunu üstlenmeye hazır olduğumuz evrenin seçimidir.” 11. yüzyıldan başlayarak, Türkler adlı bekar elektronlar Anadolu’yu seçmiş ve bu seçilmiş topraklarda dünya siyaset kültürüne Selçuklu, Osmanlı ardından da Türkiye Cumhuriyeti’ni armağan etmişlerdir. Anadolu Türkler için bir ölüm kalım alanıdır.
Kendi hukukuyla devlete ihtiyaç duymadan yaşayabilmiş olan Türkler bu dervişlerin gayretiyle Anadolu’nun Türkleşmesini sağlamışlardır. Grousset’in demesiyle, “Anadolu’nun Türkleşmesi Selçuklu hanedanının ürünü olmaktan çok, Selçuklulara sık sık başkaldıran Türkmen aşiretlerinin ve küçük emirliklerin (beyliklerin) işidir.” Devletin müdahalesine gerek kalmadan yaşayabilecek hukuki, içtimai, teolojik düzenlerini kurmuşlardır. Tekke ve zaviye devletin fonksiyonlarını yerine getirmiştir. Durmuş Küçükşakalak’la beraber söylersek, “Canı sıkılınca devlet kurduğunu bilmem ama gerektiğinde devlete rağmen hayatiyetini sürdürmekte üzerine başka bir millet olmayan Türk milleti” (çelimli çalım sayı:13) kriz anlarında kendi mekanizmasını kuracak birikime sahiptir.
Spinoza’ya göre, eğer insanlar akla uygun olarak yaşasaydı devlete gerek kalmazdı. İnsani dayanışma, içsel bir neden olarak aklın hüküm sürmediği yerde, dışsal nedenlerle sağlanmalıdır. Bu nedenleri yaratacak olan da gücün kurumsallaşmış bir şekli olan siyasal düzendir. Ona göre insanlar gönüllü olarak ya da zor yoluyla veya acizlikten akla uygun yaşamak zorunda kalmaktadır. Vakti zamanında “biidrak” (akılsız, kafasız) denilen Türkler meğerse akla uygun yaşamışlar.
İlyaz Bingül şöyle diyor; “Batıda devlet şeytan işi görülür,öte yandan işçisinden, kapitalistine, entelektüelinden, ibnesine, serserisine, yaşlısından gencine Batılı birey devlete feci şekilde tabidir, göbek bağından bağlıdır; devlet olmadan hastaneye, yaşlılar evine, üniversiteye gidemez, çünkü batılı toplumsal hayatın her zerresine devlet sirayet,nüfuz etmiştir. (…) Bizde öyle değil; biz devlet olmadan da hastaneye gideriz, bakımımızı yaparız, yaşlılarımızı, hastalarımızı, çocuklarımızı, yolda, sokakta, huzurevinde bırakmayız – şimdilik. Bizde Batı’dan farklı olarak devlet kutsaldır; ama her işimize burnunu sokmasını pek de istemeyiz doğrusu, sokmaz da zaten. (…) Bizde devlet “Kerimdir” de; Bosna’da deyiştir: “Devlet zamanı bolluk vardı, bereket vardı.”
Ancak eşkıya yatağı olabilecek boş arazileri şenlendirerek orada yeni bir yaşam kuran bu dervişlerin,devlete gerek kalmadan kurduğu mekanizma aynı zamanda şiddete dayanmayan bir anlayıştır. Kurulu şehirlere yönelik bir yağma söz konusu değildir. Boş, bataklık, uçurum kenarındaki araziler yurt haline getirilmiştir. Bu teolojik bir anlayışın ete-kemiğe bürünmesidir. Lütfi Bergen’in deyişiyle, Anadolu’da “zaviye-köy-şehir” şeklinde formülleştirilerek önce zaviye inşa edip sonra köye dönüşen ve gerekirse köyden şehir kurmaya yönelen bir teoloji, şehir inşası ile uğraşan ve yaşayacağı topraklara silm=barış taşıyan imar toplumsallığı vardır.”
Lütfi Bergen, Türkiye’nin kapitalistleşme süreçleriyle beraber kırsal alanın insansızlaştığını bunun bir tehlike olduğunu belirtiyor. Bergen’in işaret ettiği diğer önemli şey bu topraklara hayat üfleyen dervişlerin Türkmen Sünniliğinden hareket eden Alevi-Bektaşi zümreler olduğudur. Bu çok önemli bir tespit ve katkıdır. Anadolu’daki İslam anlayışını Ortodoks-heterodoks ayrımında  bir türlü bir yere koyamadığımızı düşünürsek ne Sünni, ne Şii diyebileceğimiz oluşumların (ahilik,baktaşilik vb.) ve kişilerin (Yunus Emre, Hacı Bektaş, Mevlana ve diğerleri) Türkmen Sünniliği ile ifade edilmesi yerindedir. Günümüz Sünniliğinin tarihsel süreçteki önemli kırılmalarla değişimleri sonucu Bergen’le beraber söylersek, gelinen aşamada kentlerde yoğunlaşmış bir nüfusun geçim-hukuk-bir arada yaşama-maişet temin etme gibi sorunları karşısında toprak temelli bir Sünni teklif ortaya çıkmamaktadır. “Günümüz Sünniliğinin şehir kurucu bir ontolojisi bulunmamakta, toplumsal örgütlenmeyi sağlayacak, fertleri toplumsal ve nizam kurucu bir hedefe doğru seferber edecek teolojiden de bahsedilememektedir.”
Oysa Horasani-Yesevi derviş zümresi bunu başarmıştır. Sünniliğin Anadolu’daki şehir kurucu işlevini hatırlaması için, Alevi köklerini hatırlaması, Türkmen Sünniliğini anlaması gerekir.
Yavuz SOYSAL

14 Eylül 2015 Pazartesi

Melamilik, Melamiler ve Tarihsel İzdüşümü - MİKAİL BORA KAPLAN

22:58 Posted by Bedri Münir , No comments
Sunuş

Bu yazı makale formatında olmayıp sadece Melamilik’i, Melamilerin çabalarını anlayabilme ve bu çabaların günümüze izdüşümünü kavrayabilme temennisiyle yazılmış informel bir çalışmadır.

İtalik yazılar tamamiyle vakıa ve tarihsel yaşanmışlıklar üzerine düştüğüm şerhten ibarettir.

Terkedip nâm-u nişânı giy melamet hırkasını

Bu melamet hırkasında nice sultan gizlidir.

(Oğlan Şeyh)


Melamilik ve Melamiler

Arapça “levm” kökünden türeyen “kınamak, ayıplamak ve serzenişte bulunmak” anlamına gelen melâmet/melamiye, tasavvuf ıstılahında yaygın şekliyle “yaptığı iyilikleri (gösteriş̧ olur endişesiyle) gizlemek, kusurlarını ise (nefsiyle mücadele etmek, aşağılamak için) açığa vurmak” olarak tarif edilir.1 Ahmet Yüksel Özemre ise verdiği bir röportajda Melamiye’yi şu şekilde tanımlamıştır. “Hz. Peygamber’in ahlakını izhar etmek.”
           
Tarihsel olarak Melamilik’i üç devre halinde inceleyebiliriz. İlki Horasan dolaylarında ortaya çıkmaya başlayan ve öncüsünün Hamdan Kassar olduğu ilk devre Melamileridir. Daha sonra bunu Anadolu’da Bayramiyye tarikatından bir kopuş olarak ortaya çıkan öncüsü Ömer Sıkkini Dede ile vücut bulan ikinci devre Melamileri izlemektedir. Son olarak ise Balkanlar’da ortaya çıkan Nakşibendi tarikatının bir kolu olan ve öncüsünün Muhammed Nûrü’l Arabî’nin olduğu üçüncü devre Melamileridir.


A.      İlk Devre Melamileri

          İlk devre Melamilik’in derleyicisi Hamdan Kassar Nişabur’da doğmuştur. Kayıtlarda Türk olduğu geçmekle beraber bir kayıtta silsilesinin Ebu Bekir üzerinden Hz. Peygamber’e bağlandığı görülmüştür.

Hamdan Kassar’a Melamiye’nin derleyicisi dememin sebebi şudur; Melamiye yolunu benimseyen kişilerin sahip olması gereken temel özellikler incelendiğinde Hz. Peygamber sonrası ortaya çıkan lüks, şatafat ve bilhassa kibre karşı bir duruş sergileyen insanlar, işbu özellikleri bünyelerinde barındırmaktadır. Dolayısıyla ortada örgütlü olmayan münferit hareket eden bir topluluk bulunmaktadır. Bu topluluğun en önemli özelliği ‘zühd' kavramının etrafında toplanmalarıdır. Yakın tarihte Melamiye hakkında bilgi veren kişiler birçok tanınmış veli, tarikat pirini Melami olarak zikretmişlerdir. Bundan mütevellit Hz. Peygamber sonrası başlayan pasif direnişi bir yandan Proto Melamiye olarak kabul edebiliriz. Hamdan Kassar’ı da bu inancın derleyicisi olarak görebiliriz.

Bu devre Melamilik’e Hamdan Kassar’a atfen Melamiyeyi Kassariye dendiği gibi Ebu Bekre atfen Tarikati Aliyeyi Sıddıkiye de denmiştir. Bu devir Melamilerin en önemli özellikleri lüks, şatafat ve kibirden uzak durmalarıdır. Ancak bunlar kâfi değildir ve asıl gerekli olan Melamiye’ye ismini verecek “kınanma”dır. Şöyle ki bu devirde Melamiler yaptıkları davranışların insanlar tarafından beğenilmesi, hoş görülmesi halinde nefislerinin okşanacağından hareketle nefsini köreltmek amacıyla sürekli olarak toplumda hoş görülmeyen davranışlarda bulunarak nefislerini terbiye etme yolunu seçmiştir. Buna dayanak olarak ise Kuran’dan iki ayet getirmişlerdir.

    75 - Kıyamet/2 “Ve andolsun kendini kınayıp duran nefse.” (Abdulbaki Gölpınarlı Çevirisi)

Bu ayette “Nefsi Levvame (kendi kendisini kınayan nefis)” den bahsedilmektedir ve Allah bunun üzerine yemin etmektedir.

    5 - Maide/54 “Ey iman edenler! Sizden kim dininden dönerse, bilsin ki Allah yakında öyle bir toplum getirecek ki, Allah onları sever, onlar da Allah'ı sever. Müminlere karşı alçak gönüllü, kâfirlere karşı güçlü ve şiddetlidirler. Allah yolunda cihad ederler; hiçbir kınayıcının kınamasından korkmazlar. Bu, Allah'ın bir lütfudur, onu dilediğine verir. Allah lütfunda sınırsızdır ve her şeyi bilendir.” (Bayraktar Bayraklı Çevirisi)
Bu ayette ise Allah’ın emirlerini yerine getirirken kınanan kişinin kınayanın kınamasından korkmamasından bahsedilmektedir.

İşte ilk devir Melamileri bu iki ayetten hareketle nefislerini kınamışlardır ve kendilerinin kınanmasından da korkmamışlardır. Şöyle ki Hamdan Kassar Melamiyeyi şöyle özetlemiştir: “Halk için herhangi bir hal ile süslenmeyi terk, herhangi bir hal veya ahlak ile onların rızasını beklemeyi terk ve Allah yolunda kınayanın kınamasından korkmamaktır.”

Özetle bu devir Melamileri, “dış̧ görünüşlerinden iç hallerine intikal edilemeyecek hal, fiil, davranış̧ ve sözleri seçerek avâm ile avâm, havâs ile havâs olmuşlar; gerçek durumlarını sezdirmemeyi, toplum içerisinde kıyafet ve görünüşle ayırt edilmemeyi anlayışlarının esası olarak belirlemişler, sırlarının açığa çıkmasından endişe ettikleri ve insanların övgülerine yol açacak bir hal oluşunca nefislerinin gururlanmasından çekindikleri için bir taraftan bu hallerini gizlemeye çalışmışlar, diğer taraftan da nefisleri ile mücadele etmek için halkın öfke ve tepkisini çekecek, hatta zaman zaman kınama ve azarlamalarına neden olacak fiiller işlemişlerdir.”2

Şahsi düşüncem, bu devre Melamilerin Melami olarak adlandırılmasından evvel Mervan ve Abbas oğullarının yaşam tarzlarına pasif bir direniş sergileyen münferit kişiler vardı. Nitekim bunlar Kerbela’dan itibaren iktidara karşı direniş hattını oluşturuyorlardı. Bu silahlı bir mücadeleden ziyade camiyi dolayısıyla toplumu terk, şatafattan uzak duruş gibi tasavvufun başlangıcı da sayılabilecek bir hareketti. Bu dönemlerde sarayın etrafında şekillenen din İslam’ın doğumundaki kucaklayıcılıktan uzak olduğu unutulmamalıdır. Ümeyyeoğulları’nın Ehli Beyt’e ve Arap olmayan ümmete yaptıkları; Abbasoğullarının Ümeyyeoğulları’na ve alimlere yaptıkları asla göz ardı edilmemelidir. Bu ümmetin başından Haccac, Hare katliamı gibi şahıslar ve vakıalar geçmiştir. Camilerde Hz. Peygamber soyuna edilen lanet ile camilerden uzaklaşan bir halkın bu tercihinin bilinçli olduğu aşikardır. Zamanla yalnızca şeriatla bağlı kalan “nafile” gibi sonradan dine eklemlenen ibadetlerden uzak duruşun başlangıçtaki bilinçli pasif direnişle birleşince “kınayanların kınamasından korkmayanların” vücut bulduğu kanaatindeyim.

Not: Okuma tartışmalarının yapıldığı dönemde Yavuz (Soysal) ilk devre Melamilerinin insanın nefsinin iyi mi kötü mü olduğu tartışmasını yaptığını ve bu tartışmadan nefsin kötü olduğundan hareketle daima tahakküm altına alınması gerektiğini ve dolayısıyla nefsi okşamanın da nefsin hoşuna gideceğinden hareketle sürekli toplumun kınanmasına kendilerini maruz bıraktıklarını düşünmektedir.

B.       İlk Devre ile İkinci Devre Arasındaki Dönem

İkinci devre Melamileri gökten zembille inmedikleri vaka olduğuna göre ikinci devre Melamilerine doğru bir geçişin olduğu aşikardır. Bu dönemde bilhassa üzerinde durulması gereken kişi Muhiddin İbn-i Arabî’dir. İbn-i Arabî, Endülüs’te doğmuş İbn-i Rüşd’ün akılcılığından ziyade keşfe önem vermiş ve vahdet-i vücut felsefesini açıkça savunan bir kimsedir. Fütûhat’ında Melamiler’den övgüyle bahsetmiştir.

İbn-i Arabî insanları abidler, sufiler ve Melamiler olarak 3’e ayırmış ve hiyerarşide en üste Melamiler’i yerleştirmiştir.
           
Kanaatimce İbn-i Arabî’nin bu yaklaşımı önemlidir. Zira genellikle Melamiler tasavvufi-sufi bir kol olarak gözükür. Belli ki İbn-i Arabî Melamilik’i bir meşrep olarak görmüş ve bu şekilde bu kavramı daha geniş yorumlamıştır. Bunu da şöyle destekleyebilirim İbn-i Arabi Abdulkadir Geylani, Ebayezidi Bestami gibi meşhur tasavvuf ehlini de Melami olarak kabul etmiştir.

Onlar farz namazlara sadece nafileleri eklerler, çarşılarda dolaşırlar, insanlarla konuşurlar, farzları insanlarla birlikte eda ederler, her beldeye o beldenin insanlarına ait kkıyafetlerle girerler, mescitleri mesken edinmezler, insanlar arasında dikkat çekmemek için Cuma namazının kılındığı mescitlerdeki yerlerini sürekli değiştirirler, konuştukları zaman Allah'ı murâkabe ederler, insanlar tarafından fark edilmemek için komşular dışındakilerle pek haşır-neşir olmazlar, bütün ihtiyaçlarını kendileri karşılarlar, Allah'ın razı olacağı şekilde çoluk- çocuğuyla şakalaşır ve haktan başkasını söylemezler. Ancak kalpleri ile insanlardan ayrılıp, Allahla beraber bulunurlar, ilimde rusûh sahibi olup, Allaha kulluktan bir an bile geri durmazlar, kalplerini rubûbiyet sultanı istila ettiği ve onun karşısında zelil bulundukları için, riyâsete tamah etmezler, her makamın gerektirdiği şekilde amel ederler ve halktan gizlenirler.”3 

İbn-i Arabî Melamilerin bu denli gizli olmasını ise şuna bağlar; “Eğer onlar, Allah katındaki derecelerini insanlara açıklamış̧ olsalardı, insanlar kendilerini ilahlaştırırdı.”
           
Bence İbn-i Arabî ikinci devre Melamilerini anlamak için oldukça önemli zira etkisi kuvvetli bir zat ve Anadolu’da yaygın olan sufi oluşumları etkilediği aşikardır. İbn-i Arabî’ye kadar var olsa dahi örtülü olan vahdet-i vücut anlayışı sarih bir hal almaya başlamıştır ve Melamiler de bu inançtan etkilenmiştir.
Vahdet-i vücut anlayışının dışında bu ara dönemde Melamileri etkileyen ikinci ve en önemli husus ise Anadolu’daki siyasal gelişmelerdir. Müslümanların Anadoluya sürekli akınlarının dışında Moğol istilasının sebep olduğu Anadolu’ya doğru yaşanan göçün varlığı göz ardı edilmemelidir. Hülasa Diyar-ı Rûm’un giderek İslamlaşması söz konusudur ve bunun birinci müsebbibi aleviler/horasan erenleridir. Dolayısıyla Anadolu’daki sufi akımlarda Ehli Beyt inancı ortodoks İslam inancından daha fazladır ve çoğu zaman bu grubun iktidarla ilişkisi isyan-savaş boyutunda olmuştur.  Bu anlayışın Melamiler arasında yayılması da kaçınılmazdır ve bunun sonucu özellikle ikinci devre Melamilerinde görülecektir.

C.   İkinci Devre Melamileri
Bu dönemi Hacı Bayram Veli’nin halefleri Akşemseddin (Ak Şeyh) ile Seyyid Ömer Sıkkini (Bıçakçı Dede) arasındaki ihtilaf ile başlatabiliriz. Şöyle ki, Hacı Bayram Veli’nin vefatından sonra Dede Ömer Sıkkini Akşemseddin’in zikirlerine katılmaz. Akşemseddin de Dede Ömer’in bu davranışlarında ısrar etmesi halinde onda bulunan tac ve hırkayı alacağını söyler. Sıkkini de bunları vereceğini söylediği Cuma günü bir ateş yaktırır ve şunu dediği rivayet olunur: “ Beraber ateşe girelim, keramet tac ve hırkada ise biz yanarız onlar kalır, değilse onlar yanar biz kalırız.” Ve ardından ateşe girer ateş ona İbrahim misali dokunmaz ve ateşten sema ederek çıkar.
Bu olayla beraber Akşemseddin ile Dede Ömer Sıkkini’nin arası tamamen açılır ve Dede Ömer Sıkkini Bayramiyye tarikatına bağlı Melamiye meşrebini oluşturur. Ara geçiş dönemindeki özellikleri hatırlarsak ikinci devre Melamileri vahdeti vücudun fazlasıyla tesiri altında kalmıştır. Ayrıca Anadolu’da yaygın olan Alevi inancının etkisi ile Ehli Beyt sevgisinin tarikatta önemli bir yeri vardır. Yalnızca Ehli Beyt sevgisi Anadolu’nun sosyal yaşamından kaynaklanmamaktadır ayrıca Hacı Bayram Veli’nin mürşidi Somuncu Baba olarak da tanınan Şeyh Hamid Hamid’ûd Din-i Veli’dir. Onun şeyhi ise Hoca Alaaddin Ali’dir -ki kendileri Safeviye tarikatının lideri ve tarikata batıniliği sokan kişidir. Hülasa genelde Bayramiyye tarikatında özelde ise bu tarikatın Melamiye meşrebinde fazlasıyla Ehli Beyt sevgisi ve beraberindeki siyasi görüşlerin olduğu unutulmamalıdır.
Bendeniz ikinci devre Melamiye’nin de ilkine benzer bir tepkiden doğduğu kanaatindeyim. Şöyle ki Melamiye’nin en önemli özelliği nefsi kınandıracak hal ve davranışlar ile nefsi terbiye etmektir. Ancak giderek bu protest tavır bir örgütlülük hali almaya başladı. Bunda Melamiye’nin özelliklerinin sadece onların şahsına münhasır olmaması da sayılabilir zira beynelmilel bir harekettir. Ve dönemin tüm tarikatlarında az veya çok gözlemlenir. İşte bu tavır tarikatlaşmaya başlamıştır. Tac-Hırka gibi dindarlığın, veli olmanın alameti farikalarına insandan daha çok rağbet edildiği bir dönemde bu tarikat ehline de bir karşı duruş ile farklı bir mecraya yönelmiştir. Bu olaylardan itibaren Melamiye’yi kanaatimce hala tarikat olarak görmemek gerekir ancak örgütlü bir meşrep olarak kabul edilebilir.
Bıçakçı Dede’nin vefatı ile Bayrami-Melami pirlerinden en önemlileri Pir Ali Aksarayi, İsmail Maşuki (Oğlan Şeyh), Hamza Bali, Helvacı Baba, Seyyid Abdulkadir Belhi, Sütçü Beşir Ağa’dır. Burada en önemlileri ise ilk üç pirdir. Pir Ali Aksarayi inançları halk arasında karşılık bulmakla beraber karşıtı olanlar da vardır ve bu durumu çözümlemek üzere Pir’in yanına giden Sultan Süleyman’ın dahi kendisine hürmet ettiği bir gerçektir.
Pir Ali Aksarayi’nin oğlu İsmail Maşuki ise genç yaşta padişahın isteği üzerine Pir tarafından İstanbul’a gönderilmiştir. İsmail Maşuki vahdet-i vücut ve şeriate karşı duruşu ile takip edilmiş ve 12 müridi ile beraber At-Meydanında asılmıştır. (Bir rivayete göre başı kesilmiş ardından denize atılmıştır.)
İsmail Maşuki’nin görüşleri ortodoks İslam inancına açıkça terstir. Mamafih vahdet-i vücut da bu toplumda bir karşılık bulmuştur. Açıkçası aşkın Tanrı’nın yeryüzündeki tecellisi insan demek vahdeti vücudu izhar etmekten başka bir şey değildir. Buna rağmen İsmail Maşuki’nin öldürülmesinin bence tek sebebi bu olamaz. Kabul edelim ki “Şeriatın haram dediği helaldir.” demek irtidat ile ilişkilendirilerek ortodoks İslam inancında ölüme sebebiyet verebilecek nitelikte olsa da kanaatim ölüm sebebi devletin dinine isyandır. Bu isyan şeriate aykırı söz söylemekten ziyade devletin tekelinden çıkmaktan kaynaklandığını düşünmekteyim. Bu istibdat, takip ve sonucunda idamların Bayrami-Melamiler’in Safeviye tarikatına ve nihayetinde devletine eğimli olmaları sonucundan kaynaklandığı kanaatindeyim.
İsmail Maşuki’den sonra diğer bir önemli pir ise Hamza Bali’dir. Hamza Bali’de Ebussuud Efendi’nin fetvası ile İsmail Maşuki’nin yolundan gitmekten ötürü idam edilmiştir. Hatta rivayet odur ki idam edilirken orada bulunan bir molla “sarığı başından alıp öyle asın; sarığa saygısızlık olmasın” demiştir. Hamza Bali ile Bayrami-Melamilerine Hamzavi Melami denmeye başlamıştır. Hamza Bali ile ilgili Ahmet Yüksek Özemre şunları aktarır: “Cezbesi kendisine gâlip gelen bu zât, halka hor görünmekte ve nefsini zelil kılmakta aşırı bir yol izlemiş, öyle ki köpekler ve tavukların yemesi için sokaklardaki yalaklara dökülen yemekleri bile yemekten çekinmemiştir. Hatta "Riyâzattan vazgeçtim; her gün tavuk çorbası içiyorum" diyerek de sureti tefâhur göstermiştir. İşte bu taşkın hâlinden nâkşi şeyhi Hüsâmeddin Ankaravî onun adını Hamza koymuş ve kendisine: "Bu meşrep senin şahâdetine sebep olur, Hz.Hamza'nın sancağı altında haşrolunursun" demiştir. Gerçekten de bu gaybî işâret gerçekleşmiş yeni adı ile Hamza Bali, Kanuni Sultan Süleyman devrinde Şeyhülislam Ebussuud Efendi'den alınan fetva ile idam edilmiştir. Kabr-i şerifleri de Sivrikapı'da sırlanmıştır. Bu hatırayı yâd etmek için de Melamiler, Hamzavi tâbirini öne olarak kendilerini Hamzavi Melami olarak tanıtmışlardır. Fakat bu tabirinin, düşman çevreler tarafından Melamiler’i töhmet altında bırakmak kastıyla pejoratif anlamda söylendiği de bazı kaynaklarda yer almaktadır.”
Ezcümle; İsmail Maşuki, Hamza Bali’nin ölümlerini cezbenin hazmedilmemesine, zabt-u rabt altına alınmamasına bağlamak kolay kaçmak olacağı kanaatindeyim.
Helvacı Baba ile Melamiye iyice yayılmaya başlamıştır ve Sütçü Beşir Ağa’nın şehadetinin ardından gizlenilmeye başlanmıştır. İkinci devre Melamiye’nin ikinci cüz’ü denilebilecek bu dönem ile Melami’ye açıktan yayılmamış gizliden gizliye halkın ruhuna işlemiştir.
Bu gizlenme hali anlaşılabilir. Hatta Melamiye’nin bu gizlilik halinin içerdiği bile söylenebilir. Bir görüşe göre Seyyid Abdulkadir Belhi’den sonra Melami kutuplarının kim olduğu bilinmemektedir. Bu gizliliği sağlayan en önemli şey ise Melamilerin halktan ayrılmamalarıdır. Aksine halka karışmışlar ve fütüvvet ehlinden olmuşlardır. Her biri bir meslek sahibidir. Bu hal hem onların gizlenmesine hem de esnaf, zanaatkarlar arasında yayılmasını kolaylaştırmıştır.

D.   İkinci Devreden Üçüncü Devreye Geçiş Dönemi ve Üçüncü Devre Melamileri
Sütçü Beşir Ağa’nın şehadetinden sonra Melamiler’in iyice gizliliğe çekildiği aşikardır. Nice Melami kutupları gelip geçse de Oğlan Şeyh’ten farklı olarak cezbe hazmedilmeye çalışılmış ve en azından dışarı vurulmayan bir temkin üzerine olmuştur.
Üçüncü devre Melamilik’i Rumeli’de başlayan ve Nakşibendi tarikatının ekranı üzerine inşa edilen bir Melamiye yoludur. Bu yolun kurucusu Seyyid Muhammed Nur’ül Arabi’dir. Bu zatın ismine hürmeten bu yola Melamiyeyi Nuriyye de denmiştir.
Bu devre Melamiye’nin giderek sistemleştiği, tarikatlaştığı bir zamandır. “‘Müridin zikir almadan önce Ehl-i sünnet vel-cemâat itikadına göre ibadetlerini yerine getirebilecek kadar bilgisi olması gerekir’ şeklindeki tavsiyesi ve diğer birçok çalışmasında ortaya koyduğu görüşleri onun Ehl-i sünnet inancını benimsediğini göstermektedir. Yusuf Ziya İnan eserlerinde Nuru’l Arabinin Ehl-i sünnete bağlılığına özellikle dikkat çekmiş, farz ibadetlerin yanı sıra sürekli nâfilelerle de meşgul olduğunu, Melamilik öğretisini Nakşibendiyyenin temel teşkil ettiği bir sistem üzerine kurduğunu, düşünce olarak Muhyiddin İbnü’l-Arabinin vahdet-i vücûd görüşüyle İmâm-ı Rabbaninin vahdet-i şühûd görüşünü tavır ve mertebe farkı şeklinde tanımlayarak telif etmeye çalıştığını vurgulamıştır.”4
Burada üzerine durulması gereken en önemli konu Melamiye’nin artık sistemleşmeye başlamasıdır. Lakin şunu göz ardı etmemek gerekir ki ikinci devre Melamileri ile üçüncü devre Melamileri bir arada yaşamıştır. Şöyle ki ikinci devre Melamilik’in bilinen son kutbu Seyyid Abdulkadir Belhi ile üçüncü devre Melamiye’nin ilk şeyhi Nur’ül Arabi arasında bir konuşma geçmiştir. Bu konuşma bize ikisi arasındaki farkı gösterecektir. Nur’ül Arabi İstanbul’a geldiği bir vakit Seyyid Abdulkadir Belhi’yi ziyaret etmeye çalışır. Rivayet odur ki amacı kendi yolunu tasdikletmektir ve onunla karşılaştığında şunları söyler: “Duyduk ki kutupluk sizde imiş. Eğer kutupluk sizdeyse, biz de size uyalım. Yok eğer kutupluk bizdeyse, o zaman siz bize uyun!” Bu söze muhatap kalan Seyyid Abdulkadir ise şu cevabı verir: “Biz öyle şeyler bilmeyiz. Yalnızca tabiyiz!” Ardından da şu meşhur nefesi okur. “Eller buğday, biz saman. Eller yahşi, biz yaman.”
İkinci devre Melamiler’i üçüncü devre Melamilerini, Melamilik taslayan anlamına gelen Mütelamiyye olarak adlandırması iki yolun arasındaki ayrılığı gözler önüne sermiştir.

E.    Melamiye Yolu
Bir kimsenin Melami olarak adlandırılabilmesi için yapması gereken birkaç somut davranış vardır. Özetle;
1.        “Külli iradeye bağlanmak
2.     Toplantıya gelmeden önce başkaları ile ilgili düşüncelerden sıyrılmak gerekir. Öğrenci sırf Tanrı’ya zikir için hazır olmalıdır.
3.  Gönüle varma haline ulaşmak için öğrenci bütün içtenliği ile Tanrı’ya yönelmeli ve zikretmelidir.
4.       Yabancılar toplantıya alınmazlar.
5.       Ekol mensupları üstünlük iddiasından hoşlanmazlar.
6.     Melamilik’e giden yol gönülden geçer. Allah ne dünya ne de ahiret için aranır. O ancak manevi zevkte erimek için istenir. Müminin gönlü Allah’ın evidir.
7.     İkiliği atıp birliğe ulaşmak mutluluktur. Tevhit her şeyin esasıdır. Varlık esasta birdir. Tanrı’nın sıfatlarıyla sıfatlanmak en yüksek manevi zevktir ve o zaman ikilik kalkar.”5
Melamiye’nin makamları bulunmaktadır. Bu makamlar;

Cem;   Genellikle velilerin makamıdır. Bu, hal ve vahdet makamıdır. Ancak daha yüksek makamlara çıkmak mümkündür bu da iyi bir Melami olmakla mümkündür.
Hazreti Cem;  Bu makamda insana zatı ve sıfatları geri verilir. Salik, toplum ile başbaşadır. Toplum içinde daha çok olgunlaşır.
Cem-ül Cem;  Hz. Muhammed ile Hz. Ali vahdette birleşir. Zat Allah’ın zatı, sıfat Hz Muhammed’in ve fiiller de Hz. Ali’nindir. Bu makamda üç varlık da birleşmiş ve hatta Allah’tan gayrısı kalmamıştır.
Bu üçlü aşama tasavvuftaki fena ve beka kavramlarından başkası değildir. Hıristiyanlık ve doğu dinlerindeki hulül/inkarnasyon(cisimleşme) kavramları ile yakınlığı da göz ardı edilmemelidir.

F.   Melamilik’in Günümüze İzdüşümü ve Sonuç
Günah işleyenlerin yaptıkları söz ve fillere kılıf bulmak için “Melami ehlindeniz.” beyanatları bir kenara bırakılırsa Melamiye’nin İslam coğrafyasına ve bilhassa Anadolu’ya kazandırdıkları değerler önemlidir ve bugün dahi savunulmalıdır.
İslam’ın ilk evresinde Melamiler saraya, iktidara ve özelinde bunların tecelli ettiği topluma karşı İslam’ın özünü kendilerince korumuşlardır. İkinci devre Melamiler’i ise tasavvufun dahi iktidarlaştığı, tekelleştiği bir dönemde İslam’ın özünü hem diyanet ehline hem de muktedirlere karşı -ama doğru ama yanlış sözlerle- savunmuşlardır. Bugün her iki dönemin kötü özellikleri tecelli etmiş iken inananların Melamice bir tavır sergilemeleri kaçınılmazdır.
Bugün, İslam’ın Hanefi-Sünni olarak Diyanet’in eli altında büyümesi ve bunun dışında kalanların mürted, haktan sapmış olarak telakkilerine karşı “kınayanların kınamasından korkmayanlar”dan olmak pasif bir direniştir.
Bugün, lüksün, şatafatın, israfın su gibi akıp gittiği yerde; kibrin, aşağılamanın zımnen bir Müslümanın alameti farikası sayıldığı yerde “kendi kendini kınayan nefs”e sahip olmak önemli bir değerdir.

Sonuç olarak;
Gah giderim medreseye hu çekerim Hak için
Gah giderim meyhaneye dem çekerim aşk için
(Nesimi)

Kaynaklar:
1)      Melametiye, Ali Bolat, İnsan Yayınları
2)     Melametiye, Ali Bolat, İnsan Yayınları
3)     Fütühatı Mekkiye, Muhiddin İbn-i Arabi, Litera Yayınları
4)     İslam Ansiklopedisi, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları

5)     Prof. İ. Agah Çubukçu