Merhabalar, Anadolu'nun İslamlaşma sürecinde önemli bir tarihsel aralığa tekabül eden ve İslam'ın ikinci koşusu olarak adlandırılan 11. ve 13. yüzyıl arasındaki dönemde cereyan eden olaylara dair okuma notlarını paylaştığımız blogumuza hoşgeldiniz.

17 Mart 2015 Salı

9. Metin: Metali’ül-İman ve Tabsira - AHİ EVREN

15:14 Posted by Bedri Münir , No comments
Ahi Evren'e ait olan bu iki eser Mikail Bayram tarafından arşivlerden çıkarılarak Türkçe'ye kazandırılmış olup iki farklı kitapta Bayram'ın sunumuyla basılmıştır.

Tabsira(tam adı: Tabsiratü'l-Mübtedi ve Tezkiretü'l-Müntehi), Tasavvufi Düşüncenin Esasları adıyla Diyanet Vakfı tarafından basılmıştır. 













Metali'ül-İman, İmanın Boyutları adıyla Nüve Kültür Merkezi Yayınları tarafından basılmıştır. 

Her iki kitabın da baskıları mevcuttur.

9 Mart 2015 Pazartesi

Ahi Evren-Mevlana Mücadelesi - MUHAMMED FURKAN

01:35 Posted by Bedri Münir , , No comments
Ahi Evren-Mevlana Mücadelesi

'İslam’ın ikinci koşusu' olarak adlandırılan ve biz Anadolu insanının İslam algısında önemli bir yer etmiş şahsiyetler, olaylar ve olgular bağlamında yaşanmış veya yaşandığı aktarılan dönemi anlamaya yönelik okumalar yapmaktayız. 11. ve 13. yüzyıllara arasına tekabül eden bu dönemi anlama, tevil etme ve Anadolu’daki Müslüman algısının ön birikiminin tahlili gayretinde olduğumuz bu okuma sürecinde Mikail Bayram'ın “ Ahi Evren ve Mevlana Mücadelesi “ adlı kitabı üzerine bir değerlendirme çalışmasıdır.
Ele aldığımız olaylar örgüsü ve ilişkiler ağı her ne kadar günümüzde yeterince anlaşılamamış olsa da halk muhayyilesinde bu yaşanmış hayatlardan bakiye olarak daima 'güzel' bir sonuç devşirilmiştir. Siyasi iktidarlar resmi tarih aracılığıyla olayları kendini haklı ve üstün gösteren suni bir tarih yazsa da; halk her zaman olayın bizatihi içinde olduğundan olayları siyasal iktidarlardan farklı olarak okumasını bilmiştir. Halkın benimsediği şahsiyetler halk muhayyilesinde önemli yerler edinmişlerdir.
İncelemekte olduğumuz tarihi şahsiyetler Anadolu İslamı’nın ana damarlarını teşkil etmekle birlikte, tarihin her devrinde olduğu gibi siyasi çalkantılı dönemler geçirmiş ve birbirlerine;  hicivler, taşlamalar, daha da ötesinde ağır hakaretlere varan sözler sarf ettikleri de olmuştur. Bu bağlam da Ahi Evren ve Mevlana'nın mücadelesinin doğru anlaşılması önemli bir yerde durmaktadır. Halk muhayyilesinde önemli yerler edinmiş bu iki şahsiyetin ve farklı kulvarlar da iki ayrı otoritenin birbirleriyle giriştikleri mücadeleyi anlamaya çalışacağız.

Anadolu’daki Siyasi Atmosfer

Anadolu da Selçuklular gibi bir  merkezi otorite bulunmakta ve bunun yanında çeşitli gruplar halinde yaşayan, ciddi bir yerleşik hayata geçmiş ve toplumun önemli bir kesimini oluşturan ahiler  bulunmaktadır. Diğer önemli unsur da yerleşik hayata geçmesi daha uzun bir süre alan Türkmenlerdir.

Anadolu’ya ahiliği getiren ve ahiliğin Anadolu’da yerleşmesini, yayılmasını sağlayan I. Alaaddin Keykubat'tır. Alaaddin Keykubat iktidarı devletin en parlak devridir. Özellikle ahilik gibi sosyal ve ekonomik  bir adım halkın ve devletin bekâsı için önemlidir. Ayrıca bu yaklaşım devlet için de önemli bir kazanım olmuştur. Sanatkarlar ve tüccarlar aracılığıyla gelişen ticaret devlete önemli bir katkı sağlamıştır. Fakat oğlu Gıyasettin Keyhüsrev'in babasını öldürüp tahttan indirmesi ile Ahilerin ve Türkmenlerin devlete karşı tavrı değiştirmiştir. Türkmenler ve Ahiler, azınlık konumunda görülmeleri ve muhalif tavırlarından dolayı baskı ve çeşitli zulümlere maruz bırakılmışlardır.

Zulmün artmasıyla birlikte Anadolu‘da çeşitli isyanlar baş göstermiş ve merkezi otoritenin bastırmakta güçlük çektiği derecede büyük çaplı isyanlar olmuştur.  Bu anlam da Baba İlyas bin Ali el-Horasânî'nin başlattığı önemli bir Türkmen ayaklanması olan bu isyan yıllar sürmüş ve ancak Haçlılardan asker kiralanarak güçlükle bastırılmıştır. Diğer taraftan devletin gücü iç savaşlarda bitmiş ve dışarıdan saldırılara karşı oldukça korumasız bir hale gelinmiştir.

Devletin eski gücünü yitirmesi ve dışarıdan saldırılara açık hale gelmesiyle birlikte Moğol saldırıları Anadolu topraklarına kadar gelmiş ve iktidar yapısını tamamen değişmiştir. İktidarı ele geçirmelerinin ardından Moğolların  kendi adamlarını yönetici konumuna getirmesi siyasi atmosferi tamamen karıştırmış, işgal edilen bölgeleri yakıp yıkan Moğollara karşı Ahiler ve Türkmenler direnişe geçmişleredir. 

Ahilik

Ahilerin piri olarak Debbağ(derici) Ahi Evren kabul edilmektedir. Ahilik, 'esnaf-sanatkarlar sözleşmesi' olarak adlandırılsa da bu karşılık ahiliği karşılamak için yeterli değildir. Bugünkü anlamda esnaf birliktelikleri veya Müsiad-vari kuruluşların sıkça vurguladığı ahilik vurgusunun tarihsel ahilikle hiçbir alakası yoktur. Ahilik salt ticari bir birliktelik değildir.  Ahilik; toplumsal anlamda kardeşliğin, yardımlaşmanın, emeğin ve en önemlisi günümüz dünyasında pek de karşılığı olamayan civanmertliğin sözleşmesidir. Ezilenlerin, güçsüzlerin dayanağı ve Anadolu’da adaletin tecellisi olarak İslam’ın Anadolu’daki aldığı tecessüm halidir. Hal böyle olunca ahiler otoritenin işlediği zulümlere rıza göstermeyip yer yer isyan etmişler ve birçok sultanın zulmüne, katliamına maruz almışlardır. Selçuklu devletinin Moğollar karşısında aldığı yenilgiyle birlikte Ahiler oldukça zor duruma düşmüşlerdir:

“Kösedağ yenilgisinden sonra (1243) Tokat, Sivas gibi şehirler Moğollar tarafından işgal ve yağma edildi. Daha sonra Kayseri'ye gelen Moğol ordusu burada Ahilerin direnişi ile karşıtlaştı. Ahiler on beş gün kahramanca şehri savundular. Fakat Moğollar sonunda şehre girmeyi başardılar. Burada Moğollar büyük bir Ahi katliamı gerçekleştirdiler.”(s.290)

Ahilik gibi ahlaki ve de sosyal müessesenin Anadolu’nun İslamlaşması ve toplumun ekonomik, sosyal ve ahlaki anlamda ihyası için önemli bir yer teşkil ettiği muhakkaktır. Bizzat Ahi Evren'in "Ahilik-i nastri” adlı eserinde sanatkarların iş ortamlarının nasıl bir ahlaki temele dayanacağı şu şekilde açıklanmaktadır;

"Birçok insanın bir arada çalışması sanatkarlar arasında rekabet ve münazaraya sebep olabilir. Çünkü bunların her biri kendi ihtiyacına yönelince menfaatler çatışması ortaya çıkar. Karşılıklı hoşgörü ve affetme olmadığı zaman münazara ve ihtilaf zuhur eder. O halde bu insanlar arasında ihtilafı halledecek kanunlar koymak gereklidir. Bu kanun şeriata uygun olmalı ki ona uyulsun ve insanlar arasındaki ihtilafın halline vesile olsun. ihtilafsız bir ortam yaratılınca herkes rahatça umduğunu elde eder. ihtilaf zuhur edince de bu kanuna müracaat ederek ihtilaflar ortadan kaldırılabilir. Peygamberlerin şeriat koymaları bundandır"(s. 229)

Bir diğer önemli husus da günümüzde çokça tartışılan "kadının toplumsal hayattaki yeri" meselesine Ahilerin geliştirdiği cevaptır. Özellikle Müslüman camiaların hala bir yere oturtamadığı bu tartışmaya bugünkü anlamda tam olarak istenildiği gibi bir cevap olmasa bile iyi bir örnek teşkil edebileceğini düşünüyorum. Ahilik teşkilatı; Ahiyan-ı Rum ve Baciyan-i Rum olmak üzere iki farklı yapıdan oluşan teşkilatlanmaktadır. Mikail Bayram’a göre Bacılar teşkilatı da Ahi Evren’in Eşi Fatma Hatun'un başkanlığında teşkilatlanmaktadır. Bacılar teşkilatı savaşlarda, sosyal hayatta ve hatta ticari hayatta yerini almıştır. 

"İlginç olan bir husus da Kayseri'deki Ahilere ait olan bu "Sanayi Sitesi"nde hanımlara mahsus çalışma yerlerinin de bulunmasıdır. Ahilerin kız ve hanımları da " Anadolu Bacıları " (Baciyan-ı Rum) adıyla anılan bir teşkilat kurmuşlardı. Bu örgüte mensup genç kızlar ve hatunlar da bu sanayi sitesinde kadim el sanatları icra ediyorlardı. (s. 231)

Ahi Evren Hace Nasreddin Mahmut

Mikail Bayram'ın bu kitabının en önemli vurgusu Ahiler üzerinedir. Özellikle Anadolu halkında nükteleriyle ve sözlerinde ki ahlaki vurgusuyla halkın gönlünü kazanan Hace Nasreddin Mahmut ile Ahilerin Piri Ahi Evren'in aynı kişi olduğunu ortaya çıkarması tarihimiz açısından oldukça büyük bir kazanımdır. Bu önemli tespitle birlikte muallakta kalan birçok nokta aydınlanmaktadır.

Nasreddin Mahmut Hoyi'nin adından da anlaşılacağı üzere Hoy kentinden Anadolu’ya gelmiştir. Fakat Anadolu’ya gelmezden evvel zamanın büyük alimi ve Eşari kelamcı Fahru'ddin-i Razi'nin öğrenciliğini yapmış ve ondan ciddi bir altyapı kazanmıştır. Daha sonra da zamanın ilim merkezi Bağdat'a giderek çeşitli bilginlerden yararlanmıştır:

"Tefsir, Hadis, Kelam, Fıkıh ve Tasavvuf gibi dini ilimler yanına Felsefe ve Tıb sahasında da sivrilmiş ve bu konularda eserler vermiştir. İbn Sina, Sühreverdi el-Maktul ve Razi'nin eserlerini çok iyi okumuş ve bu bilginlerin bazı eserlerini Farsca'ya tercüme etmiştir."  
Anadolu’ya gelişi ise özel bir davet üzerine gerçekleşmiştir:
"Sultan I. Giyasü'd-din Keyhüsrev ikinci defa tahta geçince, cülusunu Abbasi Halifesi en-Nasr li-Dinillah'a bildirmek için hocası Malatya’lı Şeyh Mecdü'd-din İshak'ta (Sadru'd-din Konevi'nin babası) diplomat olarak Bağdat'a göndermişti. Mecdü'd-din İshak o yıl içinde hacca da gitmiş, dönüşte gene Bağdat üzerinden Anadolu'ya gelirken beraberinde Muhyi'd-din ibnü'l-Arabi, Ebu Ca'fer Muhammed el Berzai, Evhadü' d-din-i Kirmani, gibi birçok meşayih ve bilginleri Anadolu'ya celbetmiştir. Ahi Evren Şeyh Nasirü'd-din Mahmud'un da bu kafile ile Anadolu'ya geldiği anlaşılmaktadır." (s.52)

Ahi Evren Nasreddin Mahmut ve Mevlana Celalettin Rumi

Yetiştikleri ortam ve beslendikleri kaynaklar bakımından oldukça farklı ekollerden gelen iki ismin böyle çalkantılı bir siyasi ortamda farklı cephelerde yer almalarıyla anlamlı bir yere oturmaktır. Mevlana’nın yetiştiği tasavvuf ekolu ve teslimiyetçi anlayışı ile var olan durumu korumayı seçmiştir. Hatta daha da ileri giderek:  

"Gerek Mevlana'nın gerek Şems-i Tebrizi'nin sohbet meclislerinde Moğolların zulmünü ortaya atanlar olmuş, her defasın da Mevlana ve hocası Şems-i Tebrizi Moğol aleyhtarlığı yapanlara öfkelenmişler, Moğol zulmünü haklı göstermeye haklı çalışmışlarıdır."(s.238)

Mevlana'nın Moğollarla yakından kurduğu iletişim ona yakın duran herkesi etkilemiştir. Onunla beraber hareket eden veya ona bağlılığını bildirenlere dokunulmamıştır. Hulagu Han Moğolların Anadolu’yu almasından sonra Mevlana’yı Anadolu’nun "Şeyhü-şuyuhi'r-Rum" olarak görevlendirmiştir. Mevlana'ya (Rumi) veya Şeyh-i Rum(Pir-i Rum) denmesinin sebebi de budur. Anadolu'daki bütün şeyhlerin ve Ahilerin O'na bağlanma mecburiyeti getirildi."(s. 246) Böyle bir bağlılık Moğolların ve Moğol taraftarlarının yaptığı zulme göz yummak olacağından siyasi ortam daha da gerilmiş ve alevlenmiştir.

Mevlana ile Ahi Evren arasında ki mücadele sadece siyasal bir dil üzerinden değil aynı zamanda edebi olarak da sürmüştür. Özellikle Mevlana'nın dil yönünden eşsiz kabiliyeti ona ciddi bir avantaj sağlamıştır. Mesnevi’de Ahi Evren’in akılcılığıyla, başta olmak üzere diğer hiciv, hakaretler ve daha ağır ithamlarda bulunmuştur: 

"Mesnevi' de ve "Divan-i kebir" de Hace, Cuha, Ejder, Mar, Muhannes diyerek kendisine en muhalif gördüğü kişiyi ağır bir biçimde tahkir ettiği görülmektedir. Fakat o bu baş düşmanı ejder, mar (yılan), iblis, muhannes (eşcinsel), hadım, ebter (züriyetsiz), kundeh, pelid (çirkef), mar-gir (yılan avcısı), hırsız gibi kötü sıfatlarla ve tahkir edici sözlerle onu insafsız bir biçimde kötülemektedir. Bütün bu sözlerle hep aynı kişiyi hedef aldığı açık olarak fark edilmektedir. İşte o kişi Ahi Evren diye bilinen Hace Nasiru'd din'dir. Mevlana zaman zaman bu muhalifini mesleği ile de anmaktadır. Onu dabbağ (derici), Ahi, Yalancı, Danişmend (bilge) ve Hace gibi meslek bildiren sözlerle anmakta ve hicvetmektedir. (s. 110)

Sonuç Yerine

Özellikle kişisel hayatından ziyade bir alim, filozof ve döneminin bilgelerinden biri olarak yaşayan Ahi Evren Hace Nasreddin'in geçimini debbağlıktan yani dericilikten elde etmesi ilgimizi çeken önemli bir husus olmuştur. Maddi ve manevi dünyanın tekliği üzerine kurulmuş bir İslami gelenek inşası peygamberi bir mirasın en önemli parçası olduğuna inanıyoruz. Müslüman kimliğin hayatın her safhasında korumak ve kazancını el emeğiyle, çalışarak elde etmek önemlidir. Ahiliğin inşa edildiği ahlaki zemin, yani İslam ahlakının somutlaşarak toplumsal hayata sirayet etmesi bugün ki ahlaki çağrımızın ütopik değil son derece somut ve mümkün göstermektedir.

Tam da konumuz ve mücadelemizde önemli bir yer teşkil eden ve tarihten günümüze her daim sömürü aracı olarak kullanılan 'emek' günümüz din adamlarının dolayısıyla da Müslümanların pek de gündeminde olamaması maddi ve manevi alem kurgumuzda ki problemi bariz bir biçim de göstermektedir. Müslümanların emekten kopması deyim yerindeyse; din adamlarını tapınaklara, toplumu ise toptan seküler bir hayata mahkum eden önemli bir kayıp olacaktır. Emek'ten kopmak daha da kötüsü halktan kopmak toplumun acı, sıkıntı, kederine ortak olamamak yaşayan ve yaşatan bir din olan İslamın düşebileceği en kötü haldir. Bu noktada ahiliğin tam da halkın arasında neşet etmesi ve topluma ölçütler getirmesi dikkate şayandır..

İslam fıkhının, günümüzde yalnızca namaz, abdest, oruç vb. dinin daha çok Allah'la kul arasında kalan kısmına indirgendiği dar bir havzaya hapsedilmesi ve günümüz problemlerine dair çözüm üretememesi onu saf dışı İslam fıkıh geleneğini bırakmıştır. Halbuki bugün yaşadığımız buhranın en büyük sebebi güncel-somut bir hukuki-ahlaki zemin inşa edemememizdendir. İnsan ilişkilerinden, ticarete, üretimden, sosyal yaşama İslam Fıkhını/hukukunu somutlaştırabileceğimiz bir zemin oluşturmamamız ciddi bir problem olarak duruyor. Ahi Evren özelinde ahilerin devletle kurduğu mesafeli duruşu ve gerektiğinde sultana hakikati hatırlatan ilkesel duruşları bugün için de önemli bir durumdur.

Yine öte taraftan Ahi Evren'in Moğol işgallerine karşı gösterdiği mücadele ve onların haksızlıklara karşı ilkesel tutumu da Ahi Evren'in hayatında gördüğümüz önemli bir vurgudur. Acziyet değil, mücadele; teslimiyet değil direniş ve bu direnişin ölçülü bir zemin üzerinden sürdürülmesi hocanın hayatındaki önemli bir noktadır.

Muhammed Furkan


1 Mart 2015 Pazar

Müslüman Kalmak Politiktir! (3) - BEDRİ SOYLU*

13:54 Posted by Bedri Münir , No comments
İradesiz tecessüs, tecessüssüz fıkıh olmaz
Önceki yazdıklarımızı tekrar etmeden kaldığımız yerden devam etmeye çalışalım.
Kuran şöyle başlar: “Elif, Lam, Mim. Bu üzerinde hiçbir şüphe barındırmayan ilahi kitap, muttakiler için hidayet rehberidir.”(Bakara Süresi, 1-2) Fıkhetmenin öncelikle temellük ve temerküz etme motivasyonu ile hareket eden iktidar/devlet yapısına rağmen dokunduğu sivil/yerel alana işaret etmeye çalışmıştık. Fıkhın tam olarak ne olduğu üzerine malumatlarla bezenmiş çok fazla şey söyleyebiliriz ancak burada tam olarak kuşatıcı bilgiler vermek durumda değiliz. Kısaca ittika sahibi olmanın(sakınmanın) güncel meselelerin -ki güncel meseleler bahsi sosyolojiyi, psikolojiyi, felsefeyi, bilimi, siyaseti, sanatı ve daha birçok toplumla ilgili alanla ilişkilidir.- hepsine dokunan bir tarafı olduğu gerçeğinden yola çıkarak fıkhetmenin bir sakınma ve anlama gayreti olduğu tespitini yapabiliriz. Yine Nisa Süresi 136. ayetten yola çıkarak iman etmenin durağan bir şey olmadığını ayrıca hatırlamak gerekir. Sürekli yaratmaya devam eden Allah’ın iman konusunda iman edenleri tekrardan imana çağırması, sakınmanın ve arayışın devamlılığını temel bir ilke olarak kabul etmek için yeterlidir.
Büyük fıkıh alimlerinin ortak özelliği, yukarıda açıklamaya çalıştığımız tavrı ömürleri boyunca tatbik etmeye çalışmış olmalarıdır. Güncel meselelere farklı cevaplar vermelerine ve günlük hayatlarında farklı uygulamaları tercih etmiş olmalarına rağmen toplum nezdinde meşru kabul edilmelerinin esas sebebi, mugalata içinde unutturulmaya çalışılan tecessüsleridir. Aralarındaki farklılıklardan ziyade ortaklıkları üzerinden yapılacak bir okuma bize esas meselenin daha farklı olduğunu açıklayacaktır kanaatindeyiz. İktidarlar/devletler tarafından yaşadıkları dönemlerde sürekli olarak sıkıntılarla boğuşmalarının nedeni sürekli değişip duran koşullara ve durumlara rağmen sistem tarafından doktirinasyona ve tahakküme imkan tanıyacak olan bir sabiteyi tercih etmemiş olmalarıdır. Sultanların sabit ve kontrol edilebilir olana meyletmeleri maalesef İslam toplumlarında değişim kültürünü yıpratmış ve farklı sivil/yerel arayışların ortaya çıkmasına neden olmuştur. Değişimi arayan ve bunun için içtihatlar ortaya koyan alimlerin maruz bırakıldıkları sıkıntılar nedeniyle ölümleri, durağanlığı kurumsallaştırmıştır.
Aşağıdaki gibi örneklendirmeler yapabiliriz:
Mutezile görüşünü benimseyen Abbasi halifeleri tarafından kendisinden Kuran’ın mahluk olduğunu benimsemesi istenen Ahmed Bin Hanbel, bunu beyan etmediği için kırbaçlanarak hapis cezasına çarptırılır. Yine Sultan tarafından ölüm cezası verilen iki kişi kendisi hapishaneden çıkarılıp onay vermesi için Sultanın huzuruna çıkarılır ancak o durumda bile yapılan idama olur vermez. Devletin resmi görüşünü benimsemeyip iradi tercihiyle tavır aldığından, yapılan işkenceler sonrasında hapishanede vefat ettiği söylenir.
Yine siyasi meselelerden özellikle kaçındığı aktarılan İmam-ı Malik’in baskı altında yapılan boşanmanın geçersiz olduğunu söyleyen bir hadis rivayet etmesi üzerine, Sultan Mansur’a yapılan biatın geçersiz olduğuna işaret ettiği düşünülerek tutuklanıp kırbaç cezası vurulmasına hükmedilir. Ceza uygulandıktan sonra-ki oldukça şedit şekilde uygulandığı söylenir- toplumda çıkan infial nedeniyle Sultan Mansur hac için Medine’ye geldiğinde İmam’dan özür dilemek durumunda kalır. Sonrasında derlediği hadislerin çoğaltılması ve herkesin bu hadisler ile amel etmesinin emrini vermek için İmam’a teklif sunar. Ancak İmam bunu kabul etmez.
Özellikle İmam-ı Azam’ın fıkıh görüşüne dair ciddi eleştirileri olan ve İmam-ı Malik’in talebesi olan İmam-ı Şafii, Mısır’a gittikten sonra İmam-ı Malik’in bazı görüşlerini eleştirmesi üzerine Malikilerin tepkisine maruz kalır. Hocası olmasına rağmen görüşlerini eşleştirmekten imtina etmeyen bu tavrı nedeniyle oluşan tepkiler üzerine Mısır Valisi tarafından sürgün edilmesine karar verilir. Validen üç gün mühlet ister. Bu süre içinde valinin vefatı üzerine sürgün cezası uygulanmaz. Yine Yemen’de ikamet ederken Yemen Valisi onun meclislerde sürekli istişare etmesi ve tartışma meclislerinde bulunması nedeniyle İmam’ı rahatsız edici bulur. O tarihlerde yönetim tarafından tehlikeli bulunan “Aleviliğe taraftar” olmak suçundan diğer dokuz kişi ile birlikte tutuklanır. Ayaklanma yapacağı rapor edilen dokuz kişi idama mahkum edilir. İmam Şafii ise hapis cezasına çarptırılır. Vali, Sultan Harun Reşid’e yazdığı mektupta İmam Şafii’nin idam edilen dokuz kişiden daha tehlikeli olduğunu düşündüğünü söyler. İmam Şafii, Rakka ve Bağdat’ta hapis cezasına çarptırılır. Yaşadığı bir başka olay da şöyledir; Vefatından önce İmam’a Sultan Me’mun tarafından Mısır Kadılığı teklif edilir. Rivayetlere göre şöyle demiştir: “Allah’ım, dinim, dünyam ve akıbetim için bu görev hayırlı olacaksa nasip eyle, değilse canımı al.” Bu sözünden sonra üç gün geçmeden vefat ettiği kaydedilir.
Sünni İslam toplumunun güncel meseleler için çözüm adresi olarak gördükleri fıkıh geleneğinin en büyük alimleri birbirlerinden farklı tercihlerde ve görüşlere sahip olmuşlardır. Ancak sahip oldukları takva ve tecessüs halleri nedeniyle iktidara/devlete mesafeli kalmış ve hakikate dair arayışlarını ömürlerince sürdürmüşlerdir. Bu ortaklık bize fikir sahibi olmanın ve hayata dair değer üretmenin Müslüman kalmak ile doğrudan ilişkisini ve imkanlarını göstermesi bakımında hayli önemlidir.
İşlerin en doğrusunu Allah bilir.
İslam dünyasında mezheplerin coğrafi dağılımı
Not: Detaylı hayat hikayeleri için İslam Ansiklopedisine bakılabilir.
Kaynak: http://sessizsenfoni.com/musluman-kalmak-politiktir-3/

ÖZGÜRLÜK TEOLOJİSİNİN İMKANLARI ÜZERİNE (MEDET YA ALİ) - SUAT YALÇIN*

13:24 Posted by Bedri Münir , No comments
Hz. Ali halife olarak seçildikten, Medine ve yakın çevrelerdeki bütün Müslümanlar biat ettikten sonra gözler Şam’a çevrilmişti. Fakat Muaviye’den herhangi bir ses çıkmıyordu. Ali Mısır valisini, Basra valisini görevden azlettiği gibi, Muaviye’yi de Şam valiliğinden azletti ve geri gelmesini istedi ama Muaviye bunu tanımadı ve Ali’ye biat etmedi. Evet, Hz. Ali’nin çilesi bitmemiştir ve de aslında daha zalim yıllar önünde bulunmaktadır.
Daha Muaviye’nin üstüne yürüyemeden önünde ilk kriz çıkmıştır. Hz. Ayşe’nin akrabaları olan ve Hz. Peygamber’in en sevdiği 10 kişiden ikisi Talha ve Zübeyir isyan bayrağını çekmişlerdi. Mekke’ye Hz. Ayşe’nin yanına gitmişlerdi. Peki sebebi, dertleri neydi, aslında çok basit bir sebebi vardı. Onlarda son dönem zenginleşen, ganimet, mal mülk derdine düşen Müslümanlar gibi, bu zenginlikten en üst düzeyde faydalanmak istiyorlardı. Basra valiliğini istemişler, fakat Hz. Ali bunu kabul etmemişti. Aslında daha birkaç hafta önce Ali’ye biat etmişlerdi ve Osman’a karşı ilk isyan bayrağını açan Müminlerin annesiyle, birlikte Mekke’den başlayan bir başka isyan bayrağı daha açıyorlardı.
Ayşe’nin Ali’ye olan kininin yanına, Talha ve Zübeyir’in makam ve mülk hırsı eklenmişti.  Halbuki “Talha, Talha’tul Hayr’dır, yani hayır sahibi Talha… Hatta Peygamber’den şöyle bir söz nakledilmiştir. ‘Her kim yeryüzünde yürüyen canlı bir şehit görmek isterse, Talha’tul Hayr’a baksın’ Zübeyir’in faziletlerine gelince, O Uhud’da Peygamber’i bütün yüreğiyle müdafaa etmişti. İlk Müslümanlardandı, yani ilk 5 kişiden biriydi. Ali’den sonra Peygamber’in bi’setinin ilk yılında Peygamber’e iman etmiş ve onunla birlikte 23 yıl boyunca ilk cihad etmiş ilk 5 kişiden biriydi. Onlar kendileri için haysiyet, şeref, iftihar, milli ve umumi övünç vesileleri kazandılar ve İslam’ın mukaddes çehreleri, Peygamber’in yakınları ve dostları oldular. Onlar böyle adamlardı, ancak Ali’nin karşısına geçtiler. Çünkü Basra Valiliğini istiyorlardı, Ali ise onlara bunu vermemişti. Onlar, bundan sonra şahsiyetlerinden geçip bir hiç olmaya tahammül edememekteydiler.
Ayşe Müminlerin annesi, Talha ve Zübeyir ise Peygamber’in iki sahabisi ve dostudur. Ali’nin ashabından biri şöyle diyor. ‘ Eğer onlar barışa razı olmazsa ne yapacaksın’ Ali  ‘Onlara kılıç çekeceğim’ diyor. Adam diyor ki, ‘ Talha, Zübeyir ve Ümmül Mümini’nin batıl yolda olmaları hiç mümkün mü?’ Ali’nin burada verdiği buyruk bugün gerçekten tüm insanlık için bir ders niteliğindedir. ‘İnsanların değerini hak ile mukayese etmek gerekir, hakkın ve hakikatin değerini, kişiliklere, kişilerin celaline ve görkemine göre değil’ İnsanı hakkı esas alarak değerlendir, hakkı insanı esas alarak değerlendirme; hak ve batılın bilmen gereken esasları ve temelleri vardır. İnsanların, şahsiyetini, geçmişini bir tarafa bırak. Onları bu esasa göre değerlendir” 1
Hz. Ali işte tam burada adaletin kişilere göre değil, evrensel olduğunu ve kim haksızlık yaparsa karşısında durulması gerektiğini ne güzel söylüyor. İşte bu yüzden Hz. Ali öteden beri Müslüman dünyanın vicdanı olmuştur. Onun ilk Müslüman olanlardan biri olması, Peygamber’in akrabası ve damadı olmasının yanında yiğitliği ve adalete olan bu inancı Müslüman halkta tarih boyunca karşılık bulmuştur. Onun ve evlatlarının şehit edilmesinin acısı o yüzden bir türlü hafiflememektedir.
Ayşe, Talha ve Zübeyir Mekke’den topladıkları orduyla Ali’ye bir isyan başlattılar ve çok istedikleri Basra üzerine yürüdüler. “Ayşe ve Enişteleri yanlış hesap yapmışlardı. Basralılar onları sadakat konusunda ayrılmış olarak karşıladılar ve zorlandıkları için kızdılar. Basralılar, Müminlerin anası olarak Ayşe’ye saygı gösteriyor ve Osman’ın intikamı çağrısını anlıyorlardı ama Hz. Ali’ye olan saygıları daha büyüktü. Hz. Ali garnizon şehrindeki eski, ahlaksız valiyi değiştirmiş, yeni, dürüst ve yasalara saygılı bir vali atamıştı ve halk o valiyi seviyordu. Bu nedenle Mekke ordusunu Ayşe ve diğerlerinin bekledikleri kadar sevgiyle ve hoşgörüyle karşılamadılar ve aslında onların şehre bile girmelerini istemediler. Yeni Vali onların şehir dışına kamp kurmalarını istedi ve Hz. Ali’nin gelişini bekleyelim dedi.” 2
Fakat Talha ve Zübeyir’in bu isteği dinlemeye hiç niyetleri yoktu, şehre ve camiye zorla giriyorlar, onlarca insanı öldürüyorlardı. İtiraz eden valinin saçını, sakalını kesiyorlar, kırbaçlıyorlardı. Bu haberleri duyan Hz. Ali dehşet içinde kalmış ve ordusunu toplayarak üzerlerine yürümüştü.
“Basralıların çoğu hangi tarafı tutacaklarını bilemediler. Birisi çıkıp, ‘Bu fitneye inanan hiç kimse kendisini ondan kurtaramayacak’ diye konuştu.” 3
Gerçekten büyük bir fitneyle karşı karşıyaydılar ve Ali sonuna kadar savaşmamak için uğraştı. Artık Talha ve Zübeyir’de savaşmak istemiyorlardı, bir araya geldiler, çadırda oturup anlaşmaya çalıştılar. Üç gün boyunca oturup konuştular. Barış konusunda anlaşamamışlardı ama şu anda savaşmamaya karar vermişlerdi. Savaş yapmadan sorunu çözmeye kararlıydılar. Fakat sabaha karşı Ali’nin kampına, hala kim oldukları bilinmeyen birilerinin saldırması sonucunda artık savaş kaçınılmaz olmuş ve Müslümanlar birbirlerini kırmaya başlamışlardı. Ama bir söylenti o günden bugüne devam etti, bu saldırının Ayşe’nin ordusu içinde bulunan Zalim Mervan ve adamları tarafından yapıldığı bir dedikodu şeklinde yayıldı. Tıpkı Hz. Osman’ın sonunu getiren hamleyi yaptığı gibi burada da savaşı başlatmak için son hamleyi yapmıştı.
Tarihe Cemel Vakası olarak geçen ve bir tarafın başkumandanlığını Hz. Ayşe’nin yaptığı bu savaş sonucunda binlerce insan ölmüştü ki bunların arasında Talha ve Zübeyir’de vardı. Çok acı bir tablo ortaya çıkmıştı ve Hz. Ali üvey kardeşinin eşliğinde Hz. Ayşe’yi Mekke’ye gönderiyordu, artık ömrünün sonuna kadar hiç siyasi vakaya karışmayacaktı. Bu hadisede ki en önemli noktalardan biri ise şu anda İslam dünyası içinde fiili olarak büyük ayrımcılıklara tabi tutulan ve neredeyse Camilere sokulmayacak kadar hak gasbına uğrayan kadınlara bakınca, Hz. Ayşe’nin itirazları ve bir savaşı yönetmesi çok önemli değimlidir? Velev ki Peygamber hanımı dahi olsa, bu çok önemli bir tarihi karakter olduğunu gösteriyor. Kadınların şu anda ki halini düşününce nasıl önemli görünüyor. Aslında bu savaşta her iki tarafta kaybetmiş ve sinsi bir şekilde Şam’da zamanının gelmesini bekleyen Muaviye kazanmıştı. Bu savaşın birçok trajik yönleri de olmuştu Müslümanların bu çapta birbiriyle savaşması ilk defa oluyordu, kardeş kardeşi katlediyordu. Örneğin
“ Katledilenler arasında şanslı şehid Muhammed bin Talha’da bulunuyordu, Bu Muhammed, Ali’nin seçkin ve yakın dostlarından biriydi. Ali, onu öz evladı gibi seviyor ve eğitimine özen gösteriyordu. O da Ebubekir’in oğlu Muhammed gibi, babasının değil Ali’nin yanında oturduğu için Cemel savaşı başında Ali’nin yanında idi. Babası Talha onu davet etti, gitmedi. İkinci bir mektupla davet ederek Ali’nin, bir evladın babasının yanında bulunması gerektiği kanaatine sahip olduğunu ileri sürdü. Ali, Muhammed’e izin verdi, babasının yanına gitti. Savaşta zorunlu olarak babasına eşlik etti. Fakat, safların ortasında, kalkanı ayaklarının altında, iki parça ettiği kılıcı kalkanının yanında, elleri göğsünde kavuşmuş olduğu halde durdu… Ve Şehid oldu. İmam Ali sevgili evlatlığını başsız, kalkanının üzerine düşmüş, kolları niyaz ve teslimiyet halini gösterir bir şekilde göğsüne kavuşmuş bir şekilde gördüğü zaman, feryatlarla ağlamaya, o gül renkli hazin başı koklayıp öpmeye başladı. Talha ve Zübeyir’in naaşlarını bulduğu zaman da yüksek sesle sarsılarak ağladı.”4
Bu zafer aslında Hz. Ali’nin en acı günlerinden biri idi, belki görünüşte iktidarını devam ettirmekle beraber, Müslümanların birbirlerini kırması sonraki yıllarda daha çetin olacaktı. Bu savaş, Osman’ın öldürülmesini bahane eden Muaviye’ye biat etmemesi için bir bahane daha çıkarmıştı, diyordu ki, ‘Senin ordunun içinde Halife Osman’ın katilleri var, onları bize teslim et.’ Bu tabii ki bir bahaneydi, Osman’a bu kadar yandığını ve hakkını aradığını iddia eden Muaviye onu kurtarmak için isyan süresince bir kişi bile Medine’ye göndermemişti.
Bu olayın üzerinden daha fazla bir zaman geçmemişti ki, Hz. Ali Muaviye’ye bir elçi gönderiyor ve Muaviye’ye kendisinin ve Şam halkının biat etmesini istiyordu. Muaviye, Hz. Ali’nin Mısır Valiliğinden azlettiği ve kendisine sığınan Amr Bin As’a ne yapması gerektiğini soruyordu.  Bunun üzerine çok kurnaz bir adam olan, Amr bin As
“ ‘Bütün Şam ehlini Mescid’e topla, minbere çık. Kanlı gömleği de minbere çıkar. Hz. Osman’ın kanını Hz. Ali’nin boynuna dola’ dedi. Muaviye’de Amr’ın dediği gibi yaptı, sonra Şam halkından çok kişi toplandılar; ‘ Biz Hz. Ali ile savaşa gideriz, Çünkü Hz. Osman’ı öldürenlerden yana çıktığı için Hz. Osman’ın ölümüne o sebep olmuştur” dediler.” 5
Ali bu haberi alır almaz asker topladı ve Muaviye’nin üstüne yürümeye başladı. Bunu duyan Muaviye’de kendi ordusunun başına Amr bin As’ı Başkomutan tayin etti.  Sıffin’de karşılaştılar. İlk vuruşmalar çok kanlı olunca araya girenler oluyordu ve Muviye’ye silahı bırak diyorlardı ve Peygamberin amcasının oğluna biat et, Muaviye ise Hz. Osman’ın kanından vaz mı geçeyim ben asla vazgeçmem diyordu. Bunun üzerine mesela,  Hz. Kays;
“ Ey Muaviye bütün halk bilir ki sen Hz. Osman’ın kanını dilemezsin. Ama o bahane ile İmamlık ve başkanlık elde etmek istersin. Şimdi sen onu bırak ta, Hakka baş eğ. Bir kimse bir şeye ümidini bağlarsa elbette onu bulamaz. Eğer dilersen bu işi, Hak Teala’dan dilerim ki bu işe iki ayak bastın, tamamlayamazsın. Bütün Araplar içinde rüsvay olasın. Bil ki sen nice Müslüman’ın, nice sahabenin kılıçtan geçirilmesine ve şehid edilmesine sebep olacaksın. Ama onların kanı seni cehenneme sürükleyecektir” 6
Bütün bu telkinlere rağmen uzun sürecek bir savaş başlamış oldu, Ali Irak’lıların başında, Muaviye ve Amr bin As ise Şam ordusunun başındaydı. O gün başlayan bu savaş günümüzde dahi iki halk arasında sürmektedir. Bu günün düşmanlığı ta o günlere kadar dayanmaktadır.
Sıffin’de önce haram aylarda oldukları için Hz. Ali savaşmak istemedi, Amr bin As’ta ona hak verince bir müddet savaşmadılar. Sonra Muaviye Ali’ye “Bize Osman’ın katillerini ver, sonra da sen de, ben de halifelik davamızdan vazgeçelim, daha sonra da halk hangimizi istiyorsa onu halife seçsin” deyince, Ali buna çok sinirlendi ve “ Sen beni halifeliğe getirmedin ki, çekilmemi istiyorsun” dedi, sonra şiddetli bir savaş başladı. Birkaç gün savaşta çok kan dökülünce Hz. Ali, Muaviye’ye;
“Ey Muaviye, niçin bu kadar halkın kanına giriyorsun? Benimle cenk meydanında savaş ki Yüce Allah ikimiz arasında hüküm versin. Ya ben kalayım, ya sen kalasın.
O zaman Amr bin As;
§  Ali, insaf yolunda, haklı ve doğru söz söyledi, dedi.
Fakat Hz. Muaviye, Hz. Ali’ye varmadı. Amr bin As;
§  Karşı çık, harb savaş eyle, dedi. Hz. Muaviye
§  Hey Amr, anlaşılıyor ki memleketin padişahlığına tamah eylemişsin. Beni, niçin Hz. Ali’ye karşı cenge gönderiyorsun? Ben hiçbir kişi görmedim ki, Hz. Ali ile cenk edip onun elinden sağ ve selamet canını kurtarsın” dedi. . 7
Muaviye hem Ali’nin yaptığı adaletli davranıştan kaçıyor, hem de aslında Amr’ın da niyetinin ne olduğunu görüyordu.  Savaş daha sonra çok şiddetli devam etti ve Hz. Ali artık Muaviye’nin güçlerini iyice sıkıştırmaya başlamıştı. Savaş Ali’nin lehine sonuçlanmak üzereyken,
“ Muaviye, Amr bi As’tan bir hile istedi. Oda
§  Mushafları mızrakların ucuna tak, Ey Irak ehli, diye nida ettir. Biz sizi Allah Teala’nın kitabına davet ediyoruz desinler, dedi.
Muaviye’de askerine emir verdi, nida ederek;
§  Ey Müslümanlar Irak ve Şam’da adam kalmadı. Bundan sonra Müslümanlık şartını kimler yerine getirir? Namazı kimler kılar, orucu kim tutar ve gazaya kimler koşar? Ama biz sizi Allahu Teala’nın kitabına çağırıyoruz, cengi boğuşmayı bırakın. Allah Teala’nın kitabına uyun, biz de, siz de ona iman getirmişizdir, onun hükmüyle amel etmekteyiz, dediler.” 8

Kuran sahifelerini mızrak ucunda gören Ali taraftarları silahları bıraktılar, artık savaşmak istemediler, Hz. Ali yalvarıyordu, bunun bir oyun olduğunu, artık düşmanın yenilmekte olduğunu o yüzden böyle bir hileye başvurduğunu söyledi ama heyhat bir türlü başaramadı, sonunda çaresiz silahını bırakmak zorunda kaldı. Çünkü kendi taraftarları sen Kuran’a karşımı savaşıyorsun diye ona saldırmaya başlamıştı. Oyun bitmemiştir, bir de hakemlik olayı çıkarırlar. İki tarafta birer hakem seçecektir, onlar aralarında anlaşacaklardır. Daha sonra bu anlaşmaya her iki tarafta uyacaktır. Çaresiz bunu da kabul etmek zorunda kalır. Muaviye’nin hakemi tabii ki Amr bin As’tır çünkü onun kadar kurnaz bir adam zor bulunurdu. Muaviye aslında çok güvenmemekle beraber, ondan daha mahir birini bulamazdı. Hz. Ali ise Abdullah ibni Abbas’ı seçti ama bunu bir türlü kabul ettiremedi. Irak halkı ille de Ebu Musa El Eşari’nin seçilmesini istediler. Hz. Ali
“Ebu Musa elinden Basra beyliğini aldığımdan ötürü bizimle küsülü ve garazlıdır. Yerine İbni  Abbas’ı bey yaptım. Ebu Musa bu işe hayretmez dedi. Iraklılar ise biz Ebu Musa’ya razıyız, onu hakem kıl dediler. Emirül Müminün ise şöyle dedi. ‘Bir kimsenin ki sözü tutulmaya, tedbiri rast gelmez’”  9
Gerçekten de öyle oldu, 8 ay sonunda anlaştık diyerek çıktıkları çadırdan Amr bin As’ın hilesiyle halifeliği Muaviye’ye verdiler. Halk Ebu Musa’nın üzerine saldırdı Ebu Musa kandırıldığını anladı, kahretti ve uzaklaştı. İsyanlar kavgalar birbirini kovalıyordu. Amr, Muaviye’yi halife ilan etmiş, diğer tarafı kargaşa içinde bırakmıştı. Bir kısmı dediler ki ne olursa olsun biz Hz. Ali’nin yanındayız, bunlar daha sonra Şia olarak, yani Ali’nin taraftarları olarak anılmaya başlayacaklardı. Bir kısmı ise Hz. Ali’ye kızdılar, Muaviye ile yapılan anlaşmaya razı olduğu için onu suçladılar.
“ Ebu Musa’yı niçin hakem olarak gönderdin? Bu büyük bir günahtır. Hakemlerin hükmüne karşı asker topla ki karşı çıkalım, Muaviye ile savaşalım dediler.  Hz. Ali’de
Ben bu iki hakemin hükmüne razı değilim. Siz bana cebren ve kahren ahd ettirdiniz ve imza aldınız. Fakat ahitten sonra pişmanlık doğru değildir. Sabredin görelim, iki hakem ne karar verirler dedi. Sonra Hz. Ali’ye kendi yaranından birisi geldi,
Bütün halk toplanmışlar, senin için Kafirdir diyorlar, seninle döğüş yapmak istiyorlar dedi.
Hz. Ali;
§  Onlar benimle cenge başlamayınca, ben onlarla döğüş yapmam dedi. O iki harici sabrettiler, Ebu Musa’yı Amr bin As’ın aldattığını ve Hz. Ali’yi halifelikten çıkardığını öğrenince sevindiler ve Hz. Ali’ye;
§  Biz, sana onlara razı olma demedik mi? Şimdi işte kafir oldun ve kavmin ve sen helak oldun dediler.
Hz. Ali ertesi Cuma günü, minbere çıktı. Hutbe okudu, bir kişi kalktı ‘La hükme illa lillah’ dedi. Cemaatten birkaç kişide böyle dediler. O zaman Hz. Ali
Şüphe yoktur ki bu kelime haktır. Lakin Hak Teala’nın kullarından Kamil kişi gerektir ki yeryüzünde Allah Teala’nın hükmünü izhar kılsın ve onunla amel etsin. Ta ki Hak kaybolmasın dedi.

Bundan sonra birkaç kişi daha kalkıp
§  La hükmü illa lillah dediler.
Yüz kişiden fazla olunca Ali ;
§  Ey halk benimle sizin aranızda üç hal kaldı. Birincisi sizi cemaatten men eylemem, ikincisi eğer benimle cenk ederseniz, siz cenge başlamadan ben cenk yapmam. Üçüncüsü de şudur ki Eğer benimle cenkleşirseniz nasibinizi veririm dedi.
Bunun üzerine bu kişiler; Hz. Ali’ye sadece Ali diye bağırdılar. Ali yeniden;
§  Siz benimle cenk etmezseniz, ben sizinle cenk etmem dedi.
Bunlara bir emniyet geldi ve
§  Dünyanın baki kalacağı yoktur. İslamiyet için savaşmak gerektir dediler. Bu iki halk Iraklılar ve Şamlılardır ve Ali ile Muaviye’dir, hepsi kafir oldular. İki hakemin hükmüne rıza gösterdiler dediler.” 10
Evet böylece ilk mezhep olan Hariciler ortaya çıkıyordu ve görüldüğü gibi itikadi değil siyasi olayların sonucunda oluşuyordu. Ali’nin çilesi galiba ölünceye kadar bitmeyecekti. Haricilerin lideri Abdulvahhab’tı, Hz. Ali’ye şöyle diyordu.
“’Sen ve Suriyeliler yarış atları gibi inançsız bir halde yarıştınız, Allah Muaviye ve takipçilerinin ya tövbe etmelerini ya da yok edilmelerini emrediyor, ama sen onlarla anlaştın, kararı insanlara bıraktın. Allah’ın kitabına değil, insanlara yetki verdin, onun için yaptıklarının bir değeri yok ve sen kaybolmuşsun!’
Takipçileri onu desteklediler ve bağırarak, Halife’nin rolünün tartışılamayacağını söylediler. Allah’ın habercisinin seçilmesi kutsal bir hak konusuydu. Bu hak Ali’nindi ama bu hakkını kaybetmişti. Kutsal yasaları çiğnediği için Ali’de Muaviye kadar suçluydu. İkisi arasında fark yoktu ve Allah ikisini de sevmiyordu. Adamlar durmadan hükmü sadece Allah verir diye bağırdılar, Sadece Allah’a aittir hüküm vermek!”11
Bu itiraz edenler kendilerine dışarı gidenler, dışarıda kalanlar anlamında Hariciler adını verdiler ve Nehrevan’a yerleştiler ve burada kendi “Cennet”lerini kurmak istiyorlardı.
“Bir gün Hz. Muhammed’in ilk yakınlarından birinin çiftçi olan oğlunu yakaladıkları zaman sorun iyice büyüdü. Onlardan bazıları yiyecek bulmak için onun köyüne girmiş ve onu da diğer köylülere örnek olarak göstermek istemişlerdi. Köylünün babası Deve Muharebesinden önce taraf tutmayanlardan biri olduğu için, ona kasıtlı bir soru sordular. ‘Baban Hz. Peygamber’in kendisine, insanı bedenen olduğu gibi kalben de öldüren bir fitne olacak ve sen o zaman yaşıyorsan, öldüren değil, ölen ol, dediğini söylemedi mi sana’
Hz. Peygamber köylünün babasına gerçekten de söylemişti bunu ve çiftçi korkudan titreyerek anlattı onlara, bu adamlardan yana olduğunu söylemezse, gerçekten de öldüren değil ölen olacağını biliyordu. Ama adamlar onu sıkıştırmaya başlarken, çiftçi bütün cesaretini topladı ve ‘Hz. Ali Allah’a sizden daha yakın’ dedi. Bunu söyleyerek kaderini de belirlemiş oldu. Retçiler için Hz. Ali bir kafirdi ve bir kafiri koruyan kişi kendisi de kafir ve ölümü hak etmiş oluyordu. Çiftçiyi yakalayıp bağladılar ve hamile karısıyla beraber nehir kıyısındaki bir hurma bahçesine, bir hurma ağacının altına götürdüler.
Anlatılanlara göre, o sırada bir ağacın dalından kopan bir hurma yere düştü ve Retçilerden biri onu alıp ağzına attı. Ama grubun lideri olan adam arkadaşına, ‘Bahçe sahibinden izin almadan ve parasını vermeden hurmayı yiyemezsin, çıkar onu ağzından !’ dedi. O sırada onlardan biri etrafı korkutmak için kılıcını çekip sallayarak birkaç kez döndü ve kılıcı tesadüfen bir sığıra vurup hayvanı öldürdü. Diğerleri ona, gidip sığırın sahibini bulmasını ve hayvanın parasını ödemesini söylediler. Adam gidip hayvanın parasını ödedi ve o zaman hepsi hayvan ve hurma konusunda haksızlık yapmadıklarını düşünerek çiftçiyi cezalandırma konusuna geri döndüler. Çiftçiyi yere diz çöktürüp, gözlerinin önünde karısının karnını deştiler ve karnındaki çocuğu çıkarıp parçaladılar. Sonra çiftçinin başını kestiler. Olayın tanıklarından biri, ‘Adamın kanı oluktan akar gibi aktı’ diye anlattı. Böylece, adalet yerini bulunca, (hurma ağızdan çıkarıldı, ineğin parası ödendi ve çiftçiyle hamile karısı öldürüldü) adamlar aldıkları yiyeceklerin parasını ödediler ve Nehrevan’a döndüler.” 12
“Hz. Ali bu cinayetleri duyunca çılgına döndü ve bu katillerin kendisine teslim edilmesini istedi. Fakat buna karşılık Vahab şöyle dedi. “ ‘Hepimiz onların katiliyiz ve hepimiz diyoruz ki, senin kanın şimdi helaldir Ali, bunun için bize izin verildi’
Bu sözler açık bir savaş ilanıydı ve Müslüman dünyasında bunları duyanların hala kanları donar. Bunlar kendilerini amansız doğrular olarak gören, Allah adına hiç zorlanmadan insan öldüren adamların sözleriydi. Hz. Ali yine üçüncü kez olarak çaresizdi ve en çok nefret ettiği şeyi yapmak zorundaydı.  Nehrevan’a gittiler, savaş kanlı oldu ve çabuk bitti. Retçiler kendi hayatlarını hiçe sayarak Hz. Ali’nin büyük güçlü ordusuna saldırdılar. Saldırırken birbirlerine ‘Gerçek bizim için parladı’ diye bağırdılar. ‘Allah’a kavuşmak için hazır olun!’ ‘Cennet’e acele koşun! Cennet’e!’ haykırışları da modern intihar bombacılarına meşum bir çağrıydı sanki.
Retçilerden sadece 400 kişi hayatta kaldı, ama hepsi ölse Hz. Ali için daha iyi olacaktı. O gün ölenlerin anısı hiçbir zaman unutulmadı.
Fitneden kaçınmak için çok büyük fedakarlıklar yapmış olan Hz. Ali, her şeye rağmen üç kez iç savaşa katılmış oluyordu. Üç savaşta da gelip gelmişti ya da Sıffin’de askerleri silah bırakmasaydı öyle olacaktı.  Ama kendisinden nefret etmeye başlamıştı, bu duygudan kaçınamıyordu. Yirmi beş yıl bunun için mi beklemişti yani? İslam’ı yeni bir birlik dönemine götürmek için değil de, başka Müslümanları öldürmek için mi beklemişti?
Hz. Ali bir gün kuzenine, ‘Halife olduğumdan beri her şey bana karşı gelişti, beni küçülttü, zayıf düşürdü’ diye konuştu. ‘Eğer yolsuzluklara, çürümeye karşı durma ihtiyacı duymasaydım, liderliği bırakıp bir kenara çekilir ve tatsız tuzsuz bir yaşama başlardım’” 13
Evet Hz. Ali artık iyice yorulmuştu, bir yandan Münafıkların yaptıkları, diğer yandan cahillerin eyledikleri onu çok yıpratmış ve Ümmeti bir türlü fitneden kurtaramamıştı. Hiçbir savaşta yenilmemesine rağmen çeşitli dalaverelerle etrafı boşaltılıyordu. Kufe ve Basra’lılara kızgındı. Mısır’a Vali olarak atadığı üvey oğlu katledilmiş ve Amr bin As oraya vali olarak gitmiş kendisini tanımıyordu. Şam’da Muaviye bir hile ile halifelik ilan etmişti. Mekke’de Ayşe vardı, oranın halkı da Ali’yi tanımıyordu, kendisine söz verenler etrafını boşaltmıştı.
Hz. Ali 661 yılının Ramazan ayının 21. Günü mescitte uğradığı suikast neticesinde şehid oluyordu. 11 yaşından hayatının sonuna kadar bir ömrü Hz. Muhammed ve İslam yolunda feda ediyordu. Kendisinin adı ve yaşadıkları o günden bugüne kadar bütün İslam dünyasında hep hatırlanacaktı. Kendisi ve evlatlarının hatırası devamlı yaşayacaktı. Yiğitliği, adaletten şaşmaması ve dünya malına tamah etmemesi ile herkese bir örnek olacak ve İslam dünyası ondan sonra hep Ali’ye göre şekillenecekti. Ona ve ailesine yapılan zulümler hiç unutulmayacaktı. Kimilerine göre Hz. Ali Tanrının yeryüzündeki sıfatıydı, kimilerine göre hakkı gaspedilmiş ilk ve tek halifeydi, kimilerine göre bir veliydi, kimilerine göre Allah’ın Aslanı idi, kimilerine göre de fitne çıkarandı. Bütün bunlara rağmen ona ve ailesine yapılanlar aslında Müslüman vicdanda hep lanetlenmiştir.
Anlatılan tarih Hz. Ali’nin ölümünden Haricileri sorumlu tutmaktadır. Haricilerden  birkaç kişi, bir gün oturuyorlar ve diyorlar ki ‘İslam dünyası Muaviye, Amr bin As ve Ali yüzünden fitne içindedir. Onları öldürmek gerekir ki Müslümanlar rahat etsin ve aynı gün üçüne de suikast yapmayı kararlaştırıyorlar. Fakat işin tuhaf tarafına bakın ki bir tek Hz. Ali ölüyor, Amr bin As o gün hasta olduğu için mescide gelmiyor, Muaviye ise hafif bir yarayla kurtuluyordu. Bütün suikastçiler zehirli kılıç kullanıyorlar ve bu zehir bir tek Hz. Ali üzerinde tesirini gösteriyordu. El Taberi Muaviye’ye yapılan suikasti şöyle anlatıyor.
“Mübarek bin Abdullah Şam’da bekliyordu. Hz. Muaviye, mescide geldi. Halk ayağa kalktı, Mübarek bin Abdullah’da ayağa kalktı ve Muaviye’nin ardından yürüdü. Hz. Muaviye namaza durunca o da kılıcını kaldırdı, başına vurmak istedi. Fakat kılıç Hz. Muaviye’nin sağrısında yumuşak ete geldi. Kemiğe kadar kesti, Muaviye düştü. Mübarek bin Abdullah’ı yakaladılar, Muaviye’yi de evine götürdüler. O gün namazda 5 kişi imamlık yaptı.
Muaviye evine gelince Mübarek bin Abdullah’ı getirdiler. Ona ;
§  Bu işi niye yaptın? diye sordular.
§  Beni öldürmeyin ki size iyi bir haber, müjde vereyim dedi. Sonra şu sırrı açıkladı.
§  Biz üç kişiydik, bu gün için söz birliği ettik. Birimiz seni öldürmek, birimiz Ali’yi, birimiz ise Amr bin As’ı öldürmek üzere söz birliği ettik. Ama ben muvaffak olamadım, rast gelmedi dedi.
Bunun üzerine Muaviye onu hapse attırdı ve katlettirdi. Hekim çağırttı, “Beni tedavi et” dedi. Hekim;
§  Bu kılıcı zehirle sulamışlar, yaranın içinden bu zehiri almak için yaranın yerini kızgın demirle dağlamaktan başka çare yoktur. Ta ki o ateş demir yarayı ve zehirli ağuyu yaksın, yaran içinden gitsin, yok etsin. Ya da bir şerbet vereyim ki içesin zehiri yok etsin, ama o zaman senin erkeklik gücün senden gider. Artık ne oğlun, ne de kızın olur dedi.
Hz. Muaviye;
§  Ben ateşe dayanamam, şimdi iki oğlum var, biri Yezit, biri Abdullah’ı Ekber. Bunlardan sonra oğlum, kızım olmazsa da kaygı duymam dedi.
Hemen o şerbeti içti, bir zaman sonra iyileşip kurtuldu.”  14
Bugünden bakınca ve o tarihi okuyunca aslında bunun bir mizansen olduğu o kadar açık olarak duruyor ki, Hariciler gibi acımasız ve suikast işinde kuvvetli bir grup plan yapıyor üç kişiye saldırıyor. Ne tesadüf ki Arapların, Bizanslılardan öğrendiği zehirli silahlarla saldırıyorlar, sadece Hz. Ali şehid oluyor, Amr’ın o gün ne hikmetse ağrıları tutuyor, Muaviye içinde yukarıdaki gibi bir mizansen yaşanıyor. Bana göre bu işi Muaviye ve Amr’ın birlikte planlayıp yapmaları ihtimali çok yüksek, nitekim Hz. Ali’nin vefatından sonra halka içi soğumuş, babasının katlinden sonra her şeye küsmüş olan Hz. Hasan’ı kendinden sonra Halife olacağı şeklinde söz verip de zehirletmiş ve oğlu Yezid’in önünü açmıştır. Romalıların ve Bizanslıların saraylarında sıkça kullanılan zehir Muaviye ve Amr yoluyla İslam dünyasına da taşınıyordu.
Görüldüğü gibi İmam Ali şehid edilince artık hilafet dönemi bitmiş saltanat dönemi başlamıştı. Ümeyye oğulları artık iktidarın sahibi de olmuşlardı. Şimdi bir tek bilginin yani dinin tekele alınması işi kalmıştı.
Bu aslında o kadar kolay olmadı ve olmayacaktı çünkü din Allah’ındı. İktidar ve servet dünyevi şeylerdi, el değiştirmesi kolaydı ama din Allah’ındı ve onun koruması altındaydı. Nitekim bilgi her boğulmaya çalışıldığı anda kendisine yeni bir mecra buldu ve tekrardan fışkırdı. İktidarlar o günde bugünde bunu boğmaya ve kendi tekellerine almaya çalıştılar ama şüphesiz ki Rabbi’min hesabı onlardan daha çetindi. O yüzden bir türlü istediklerine muvaffak olamadılar. Buna bir türlü muvaffak da olamayacaklardır, şüphesiz ki en doğrusunu Allah bilir.

1 Ali Şeriati, Ali, s.104
2  Lesley Hazleton, Peygamberden sonra, s.107
3 Lesley Hazleton, Peygamberden sonra, s.110
4 Şehbenderzade Filibeli Ahmed Hilmi, İslam Tarihi, Hz. Ali’nin hilafeti, s.349
5 Tarih-i Taberi, 4. Cilt, Ebu Cafer Muhammed bin Cerir’üt Taberi, Sıffin Olayı s. 36
6 Tarih-i Taberi, 4. cilt Ebu Cafer Muhammed bin Cerir’üt Taberi, Sıffin Olayı s. 39
7 Tarih-i Taberi, 4. Cilt, Ebu Cafer Muhammed bin Cerir’üt Taberi, Sıffin Olayı s. 44
8 Tarih-i Taberi, 4. Cilt, Ebu Cafer Muhammed bin Cerir’üt Taberi, Sıffin Olayı s. 45
9 Tarih-i Taberi,4. Cilt, Ebu Cafer Muhammed bin Cerir’üt Taberi, Sıffin Olayı s. 46
10 Tarih-i Taberi, 4. Cilt, Ebu Cafer Muhammed bin Cerir’üt Taberi, Haricilerin Hz. Ali ile cengi s. 52-53
11 Lesley Hazleton, Peygamberden sonra, s.142
12 Lesley Hazleton, Peygamberden sonra, s.144
13 Lesley Hazleton, Peygamberden sonra, s.145-146
14 Tarih-i Taberi, 4.cilt, Ebu Cafer Muhammed bin Cerir’üt Taberi, Hz. Ali’nin şehadeti s.67-68
* Kaynak: https://otekimahalle.wordpress.com/2015/02/18/ozgurluk-teolojisinin-imkanlari-uzerine-medet-ya-ali/