Merhabalar, Anadolu'nun İslamlaşma sürecinde önemli bir tarihsel aralığa tekabül eden ve İslam'ın ikinci koşusu olarak adlandırılan 11. ve 13. yüzyıl arasındaki dönemde cereyan eden olaylara dair okuma notlarını paylaştığımız blogumuza hoşgeldiniz.

27 Ekim 2016 Perşembe

Kelimeler Ve Kılıçlar - BEDRİ SOYLU

00:01 Posted by Bedri Münir , No comments

Herkese şefkat gözü ile bakmalısın.
Yetmiş iki millete bir gözle bakmayan halka müderris olsa da;
Hakk’a asidir.”*
Birkaç yıl önce şimdi adını hatırlayamadığım meşhur düşünürlerden birisi İstanbul Bilgi Üniversitesi’nin davetlisi olarak gelmişti. Santral kampüsündeki etkinlik mekanı tabii olarak erkenden dolmuştu, dışarda beklemek durumunda kalmıştık. Derslere geç kalan tembel öğrenciler geleneğinden gelmekten tevellüt, zamanında yer tutup ön sırada uslu uslu hocaların ilminden feyzlenmek gibi adetleri olmayan ben ve benim gibilerden oluşan bir kaç arkadaşla dışarda, havanın güzelliğinden de istifade ederek çay içecek bir yer bulduk. Akademisyen olan bir arkadaşımın üniversiteden hocası ve öğrencilerine denk geldik. Tanışma faslında tatlı dilli sempatik hanım hocamız ne ile uğraştığımızı sordu. Basit bir soruydu ancak sıradan işlerle uğraşan ve bu işlerden sıkılan benim için ise zor bir soru bu. Bu cevaplanmasını zor bulduğum ve her cevaplamada kem küm ettiğim soruya nedense o an hızlı bir cevap vermiştim. Aşağı yukarı şu şekildeydi: “İstikrarlı olarak ilgilendiğim ve uğraştığım tek şey kelimeler, yıllardır kelimelerle ve anlatım teknikleriyle ilgileniyorum, bunun dışında çok şey var ama kelimelerin yanında hepsi teferruat olarak kalıyor.”
Anlatım/aktarım meselesi sadece kelimeleri esas girdi olarak kullanan edebiyat için değil, sanat kabul edilen tüm alanlar için önemini hala korumaya devam ediyor. Kişinin bu anlamda becerisi ve imkanları, neyi ne için yazdığı/aktardığı, anlatılanın neyi kızdırdığı ve değiştirdiği meseleleri bu mecranın orijininde kalmaya devam etmiş tarih boyunca. Benim gibi can sıkıcılığı veren bir hayat alanı ve kelimelerden başka imkanı olmayan biri için ise kelimeler ister istemez önemli hale geliyorlar. Sadece benim için değil, yaratıcılık alanını sadece kelimeleri kullanarak şekillendirebilen, mahrum bırakılmış herkes için kelimeler önemli bir yerde duruyor. Bu çıkarımımı İsmet Özel’den aldığım** sanılmasın, sadece tutarlı bir açıklama bulmaya çalışıyorum. İnsan elinde olanın ve geldiği noktanın muhasebesini yapması gereken bir varlıktır. Meseleyi insan kalmakla ilişkilendirmeye çalışıyorum.
Bu fazda konuyu açabilecek bir örnekten bahsetmek isterim. İzlediğim çok bölümlü bir anime diziden bir sezona yakın bölümü kılıç kullanan ve kılıcının yeteneği ile gücü kullanıcıdan kullanıcıya değişen dövüşçülerin kılıçlarıyla olan ilişkisine odaklanmıştı. Kılıçlar sahibinin ruh gücünden dolayı ortaya çıkan ve kendine ait bir karakteri olan şeyler oluyordu kurguda. Sahibi dışında kimsenin kullanamadığı ve sahibinin kontrol edememesi halinde kontrolden çıkabilen şeyler bu kılıçlar. Ya da tersi de olabiliyor, kılıcın verdiği güç sahibini değiştirebiliyor, kılıcın sahibi kılıcındaki güçten dolayı ahlaki değerlerden uzaklaşabiliyor, neticede bazı ciddi sorunlar vuku buluyordu.
Yetenek dediğimiz şey kişiye şartların ve geçmişinin bakiyesiyle yüklenen ve gelişebilen şeyler hayatta. Sanat işiyle iştigal edenler için de bu durum pekala geçerli. Ancak yetenek kişi için çeşitli handikaplara da imkan verebiliyor. Mesela yetenekli bir müzisyenin yeteneklerinin açtığı kapılarla birlikte sahip olduğundan fazlasına hunharca odaklanması durumunda absürt hallere düştüğüne bolca şahit olduğumuz pazarlama çağında, kendisini de yeteneğine de heder eden insanlarla daha çok karşılaşıyoruz. Sahip olduklarının yarattığı kibirle çıkış noktasından uzaklaşabiliyor insanlar. Yaptıkları da artık sanatsal mahiyetini kaybedip tüketilebilir bir şova dönüşüyor. İlk metinleri profesyonel romancılık kapsamına girmeyen ve bu romanlarıyla yıldızı parlayıp sonrasında sadece dönemsel tartışmalara odaklı metinler kaleme alan bol miktarda yazarımız da var nitekim. Ortak noktaları steril cümleler kurup telif ücretlerini tüketmek oluyor genelde bu yazarların. Edebiyatın billboardlara düşmesinden rahatsız olmayan kalemler bunlar.
Burada sanatı ve anlatıyı bir noktaya konumlandırmak durumundayız. Bir fedakarlığa, insanı yani üretenini ve anlatının muhataplarını iyiye taşıyan bir ahlaki konumlandırma yapamadığımız müddetçe kelimeler sadece birer tahakküm ve propaganda aracına dönüşürler. Hem anlatıcıyı hem de maruz kalanı kirleten bir tehlike haline gelirler. Ya esas meseleyi unutturan ya da anlatım gücünden dolayı diğer sesleri bastıran bir şeye dönüşürler.
Mangadan sinemaya başarılı bir şekilde uyarlanan bir seri izlemiştim: Rurôni Kenshin. Üç film yayınlandı. Kılıç kullanan kahramanımız Kenshin Himura, savaş meydanında o kadar ustalaşmış ki öldürdüğü insan sayısı dillere destan olmuş. Bir zaman sonra kılıcını artık kimseyi öldürmemek üzere kullanmaya karar vermiş. Hikaye bu öldürmemek ve yaşatmak için kılıç sallayan kahraman ve kötü adamların mücadelesini anlatıyordu. Kenshin tekrardan kılıç kullanmaya başladığında ters tarafı kesen bir katana edinir. Saldırı yeteneği neredeyse sıfırlanmış bir kılıçtır kullandığı, vurduğunu öldürmez ve güçten düştüğü anda kendisini kesecek tarafı sivriltilmiştir. Rakiplerini sadece savaşamaz hale getirir ve öldürmemeyi ahlaki bir diskur olarak benimsemiştir. Öldürmeden asla kazanamayacağı söylenen bir savaşa kör bir kılıçla girişmiştir.
Benzer bir örnek olarak Anadolu erenlerinden Barak Baba’nın tahta bir kılıçla dolaştığını yazar anlatılar. Anadolu’nun herkesi kucaklayan bir nefese ihtiyacı olduğu ve savaştan yorulduğu bir zamanda kılıçlarından çok iyiliği sivrilten insanların mirası olduğunu sadece bu örnekten değil, kelimelerini metne dökmemiş bir anlatıcı olan ve herkesi kuşatan bir anlayışın misyonerliğini yapan Yunus Emre ve dönemdaşı birçok derviş için rahatlıkla söyleyebiliriz.
Sanat ne içindir sorusu bir tarafa, tarihte yazıya tahakküm kültürüne sahip olanlar tarafından geçirilmiş olan kelimelerin gerilimden çok güzele yönlendiren bir şey olmasının gayreti içinde olmak bizim için zorunluluk olmalı. Öldürmek için bilenen kılıcın sanatsal ya da insani bir derdi olmamıştır ve asla olmayacak. Hülasa kelimelerimize sahip çıkalım, bize ve hayata sahip çıkacak kelimelerle iştigal edelim.
* Bu söz Hacı Bektaş’a atfedilir.
** Erbain’in önsözünde şöyle yazar:
“Yaşamayı bileydim yazar mıydım hiç şiir?
Yaşamayabileydim yazar mıydım hiç şiir?
-Yaşama!
-Ya bileydim?
Yazar: Mıydım
Hiç: Şiir.”

20 Ekim 2016 Perşembe

19. Metin: Türkler Nasıl Müslüman Oldular - CLAUDE CAHEN

18:50 Posted by Bedri Münir , No comments


"Türkler, kendi asıl yurdundan ve halkından uzakta, İslâm toplumunun içinde yetişmiş ve bu toplumda etkili olmuş kişilerdi. Kendi geleneği içinde devlet olarak örgütlenmiş bir Türk halkı o zamanlar yalnız İslâm dünyasının dışında vardı. Buna karşılık XI. yüzyılda kitle olarak Türk boyları İslâm toprağına gelip yerleştiler, ülkenin karakterini değiştirip kendi göreneklerine göre, kendilerine özgü biçimde yaşamaya başladılar. Gerçi zamanla bu Türkler de değiştiler ve çevreye uydular; ilerde onların yerleşme bölgelerini, yalnız önder güç olarak egemenlik kurdukları diğer bölgelerden ayırt etmek zorunda kalacağız. Nitekim daha önce de İbn Tulun ve İhşid, Mısır’da bu şekilde yabancı hükümdarlar olmuşlardı; şimdi ise Türklerin siyasal ve askerî etkinliği çok daha güçlü ve sürekli biçimde yerleşmiş bulunuyordu. Bu farka rağmen İslâm doğunun her ülkesi, Selçuklu devletinin kuruluşunun sonuçlarını görür duruma gelmişti. Türklerin ortaya çıkışı İslâmiyete Küçük Asya (Anadolu)’da, Bizans İmparatorluğunun aleyhine, klâsik İslâm sınırlarının ötesinde yeni bir egemenlik alanı da kazandırmıştır, burası daha sonra Osmanlı İmparatorluğu için yayılma merkezi olmuş, sonunda Türkiye durumuna dönüşmüştür."

Esere ulaşmak için şu linki kullanabilirsiniz: https://drive.google.com/open?id=0BxRTNEEEQWGMR3J3MWZrTWtGeDA