Ey Nesimi Can Nesimi
ol gani mihman iken
Yarın şefaatlarım Ahmed-i Muhtar iken
Cümlenin rızkını veren ol Gani Settar iken
Yeryüzünün halifesi hünkara minnet eylem
Yarın şefaatlarım Ahmed-i Muhtar iken
Cümlenin rızkını veren ol Gani Settar iken
Yeryüzünün halifesi hünkara minnet eylem
Seyyid İmameddin
Nesimi
Geçen yazıda Latin
Amerika’ya tarihsel ve sosyolojik bir göz atmış, “Kurtuluş Teolojisi” bahsiyle
bir dönem çok etkin olan ama şu anda da artçı tesirlerini gösteren bir özgürlük
mücadelesi, bunun sosyolojik ve dini tabanları üzerinde bir yazı kaleme almıştım.
Yazının sonunda da böyle bir halin bu topraklarda yeşerebilme imkânlarının var
olup olmadığı ile ilgili sorgulamayı bir sonraki yazımızda yapabileceğimizi
söylemiştim. Evet, böyle bir teolojinin imkânları İslam içinde var mı?
Yazımızda şöyle bir
pasaj vardı.
“Gustavo Gutierrez’in
görece erken düşüncelerinde teolojik kavramlarla gayet güzel ifade edilmişti.
‘Bir dünya inşa etmek,
bir ilk aşama veya sıçrama tahtası değil, kurtuluşun kendisidir. Eğer
kurtuluştan kastettiğimiz şey daha az insan olma halinden daha çok insan olmaya
bir geçiş ise, kardeşlik temelinde adil bir toplumun yaratılması, insanlığın
kurtuluşudur. Bu nedenle Kurtuluş sadece bir dini kavram değildir.’
Gutierrez bu şekilde,
Eski Ahid ve Yeni Ahid’in şeriatını tek bir paragrafta izah ediyordu.
Yani Eski Ahid’in,( Tevrat ) bu dünyaya dönük şeriatı ile, Yeni Ahid’in,( İncil
) öbür dünyaya dönük şeriatını tek bir söylem içinde birleştirmiştir. Tanrı’nın
ve Hükümdarın hakkını ayıran ve burada dünyayı ve ahreti birbirinden
farklılaştıran söylem, ikisini aynı vücutta birleştiren bir söyleme
dönüşmüştür.”
Evet, bu çok
önemliydi, öğreti olarak insanı bu dünyanın günahından kurtarmak üzere gelen
Hz. İsa’nın kendisini feda etmesi üzerine kurulan İncil, bütün inananlarına
“Ama ben size diyorum ki, kötüye karşı direnmeyin. Sağ yanağınıza bir tokat
atana öbür yanağınızı da çevirin.” diyordu. Yukarıdaki pasajda ise Gutierrez
inananlarına direnişi tavsiye ediyordu. Bir yandan Oscar Romero dönüyor ve
askerlere “Üstleriniz size öldürme emri verdiğinde, siz Tanrı’nın öldürme
emrini ‘öldürmeyeceksin’ sözünü hatırlayın” diyordu. Diğer yandan bütün
Rahipler ve kardinaller daha az insan olma halinden, daha çok insan olma haline
geçmek için halkı bir direnişe davet ediyordu. Bu temel Hristiyan
inancının ve özellikle Katolik dünyanın söylediklerine ters bir haldi.
Peki İslam için ne
söyleyebiliriz, İslam’ın içinde böyle bir direniş mesajı var mı, yani İslam
bizim için ne murad ediyor. Biz Müslümanlar olarak bize Şah damarımızdan daha
yakın olan bir Allah’a inanıyor ve ona iman ediyoruz. Yani tek tek birey olarak
bizim her halimizi bilen, bütün Kainatı ol deyince oldurmuş, eşi ve benzeri
olmayan, evveli ve ahiri olmayan, bizi ezelde yaratıp, ahirde yanına alacak
olan, her zerrenin sahibi olan bir Allah’a iman ediyoruz ve ahret günü iman ve
amelimizden dolayı hesaba çekileceğimizi biliyoruz. İslam bizim için ne sadece
bu dünyayı, nede sadece ukba’yı düzenleyen bir din değildir. Bizleri her iki
âlemde de yaşarken yapmamız ve yapmamamız gerekenler konusunda uyaran ve 24 saatimizi
Allah’ın emirleri doğrultusunda yaşamamızı emreden bir hayat biçimidir. Biz bir
tek Allah’a inanırız ve ondan başkasının otoritesini kabul etmeyiz. Ondan
başkasına kulluk yapmayız ve ondan başkasından korkmayız. Allah’ın yarattığı
hiçbir varlığın otoritesine inanmayız. Bu bir Müslüman’ın kabaca inanması
gereken ve kabul etmesi gereken prensiplerdir. Biz Müslümanlar bu prensipleri
Kelime-i Tevhid ve Kelime-i Şehadet ile ifade ederiz. İşte her kim ki Kelime-i
Şehadet’i diliyle söyler ve kalbi ile tasdik ederse İslam dairesi içine girmiş
olur. Bundan sonra o kişinin imanını sorgulamak bize düşmez o ancak kalplerde
ne olduğunu bilen Allah’ın tasarrufu dahilindedir ve yargılayacak olan odur.
Bizim inancımıza göre “Allah’ın Resulleri (Allah hepsine salat ve selam eylesin
) değişik dinlere mensup değillerdi. Hiçbiri kendi kavmine, kendisinden önce
gelmiş olan resulün dinini terk etmeyi emretmemiştir. Çünkü Peygamberlerin dini
birdir. Buna mukabil her resul kendi şeriatına davet etmiş, kendinden önceki
resulün şeriatına uymaktan nehyetmiştir. Zira resullerin şeriatları çok ve
muhteliftir. Bundan dolayı Allah Kuran-ı Kerim’de ‘Sizin her biriniz için bir
şeriat, bir yol tayin ettik. Eğer Allah dileseydi sizi tek bir ümmet yapardı’
Maide 5/48, buyurmuştur. Allah bütün Peygamberlere tevhid demek olan dinin
ikamesini, dinlerini tek bir din kıldığı için de ayrılmamalarını emretmiştir.
‘O, size dinden Nuh’a emrettiğini, sana vahyettiğimizi, İbrahim’e, Musa’ya ve
İsa’ya emrettiğimizi; dini doğru tutun ve onda ayrılığa düşmeyin diye kanun
yaptı’ Şura, 42/13 ‘Senden evvel hiçbir peygamber göndermedik ki ona,
benden başka hiçbir ilah yoktur, ancak bana ibadet edin diye vahyetmiş
olmayalım.’Enbiya 21/25, ‘Allah’ın yarattığı değiştirilemez din budur’
Rum 30/30, Yani Allah’ın dini değiştirilemez. Nitekim din, tebdil, tahvil ve
tağyir edilmemiştir. Şeriatler ise tebdil ve tağyir edilmiştir.”1 Biz ancak
insanın amellerine bakıp iyi bir insan mı, salih bir Müslüman mı ona
bakabiliriz. Bu bakımdan öncelikle tevhid meselesine bakmamız gerekiyor,
nedir Tevhid?
“Benim Dünya görüşüm
Tevhid’den ibarettir. Elbette bir inanç olarak tevhid, bütün muvahhidlerin
ittifak ettiği bir konudur; ama burada bir dünya görüşü olarak bahsediyorum
tevhid’den. Benim görüşüm ve tevhidi dünya görüşünden amacım, bütün dünyanın,
dünya ve ahrete, fizik ve fizik ötesine, madde ve manaya, ruh ve cisme
ayrılarak değil, tek vahdet olarak algılanmasıdır. Yani tüm varlığın tek bir
küllİ tek irade, akıl, duygu ve hedef taşıyan, diri ve şuurlu tek bir gövde olarak
algılanmasını amaçlıyorum. Çokları inanmaktadırlar tevhide, ama sadece bir
dini, felsefi bir görüş olarak: Allah birdir, birden çok değildir. Sadece bu
kadar, fazlası yok. Ama ben tevhidi bir dünya görüşü olarak anlıyorum ve
İslam’ın onu bu kavramla söz konusu ettiğine inanıyorum.”2
Hz. Ali diyor ki, “
Allah, eşyanın dışındadır; ama yabancı değildir. Eşyanın içindedir; ama onunla
aynı değildir.” 3
Aman Yarabbim, ne
müthiş bir ifadedir. İşte her şeyin içinde olan fakat aynileşmeyen aynı zamanda
her şeyin dışında olan ama yabancılaşmayan bir Yaratıcı, Allah; işte
bizim inancımızın temelleri tamda burada yatmaktadır. Seyyid Nesimi’nin dediği
gibi,
“Bende sığar iki
cihan, ben bu cihana sığmazam
Cevher-i la
mekan benem, Kevn-ü Mekan’a sığmazam”
Bu inanç üzere olan
bir toplum Halife Ömer’i kılıçlarıyla hizaya getireceklerini ifade edebilir,
çünkü onlar için sadece Allah rızası önemlidir.
Bu minval üzere devam
edecek olursak, İslam görüldüğü üzere sadece bir tapınak dini değildir; aynı
zamanda İslam dini insanların sadece sosyal adalet peşinde koştuğu, dünyayı
düzeltmekle uğraşan bir dinde değildir. Bu ikili bir şeydir, bir mümin bir
yandan kendini ıslah ederken bir yandan da toplumu için uğraşır, diğergâmdır.
Bir yandan hayatla ilgili mücadelesini sürdürür, diğer yandan ibadetleriyle
imanını ahlakı ile bütünlemeye çalışır. İslam insanın her şeyine düzenleme
getiren bir haldir, yaşama biçimimizdir, 24 saatimizdir. Emr-i bil maruf, Nehy
anil münker’dir.
Şimdi yani durum şu
Allah bizim her anımıza şahit, iyi ya da kötü yaptığımız bütün amelleri biliyor
ve bütün bunlardan sorumluluğumuz doğuyor. Yani gecenin de, gündüzün de
yeryüzünün de, gökyüzünün de her şeyin sahibi, mülkün sahibi yüce Allah’tır.
Bütün kullarına karşı çok merhametli ve çok bağışlayıcıdır. Biz buna inanırız,
bugün yaşadığımız modern dünyada bir kulun bu şekilde Allah’a bağlanma, ona
tevhidi bir iman taşıma ve birbiriyle ve Allah’ın yarattığı bütün diğer canlı
cansız mahlûkatla bir arada yaşayabilme imkânı varmıdır?
Önce gelin isterseniz
modern devlet kavramına ve bizim hayatımıza nasıl etki ettiğine bir bakalım.
Belirli bir toprak
bütünlüğü üzerinde egemenliğe sahip ve bir hükümetle yönetilen insan topluluğu,
modern devletin vazgeçilmez unsurlarıdır.
“Modernlik ruhu ve
uygulanımlarının geliştiği toplumlar, harekete geçirmekten çok çeki düzen
vermenin peşindeydiler”4
Günümüzde modern
devlet, varlığını sürdürebilme, geleceğine ilişkin planlar yapabilme, bu
planları uygulayabilme, egemenliğini tehdit edecek bütün gelişmelere karşı
anında tepki geliştirebilme ve önlemler alabilme yeteneğine sahip egemen bir
siyasal varlık olmak zorundadır. Çünkü yurttaşın A’dan, Z’ye bütün yaşam
biçimini kontrol etmek zorunluluğu duyar, kendi inisiyatifi dışında bir yaşam
biçimi oluşmasını önlemek üzere inşa edilmiştir.
“Modern devleti
kendisinden önceki sosyal örgütlenmelerden ayırt eden en temel özelliği,
merkezileşmiş ve kapsayıcı bir iktidar yapısına sahip oluşudur. Başka bir
deyişle, modern devlet, kendisinden önce gelen siyasal örgütlenme biçimlerinden
farklı olarak çok merkezli ve çoğulcu iktidar yapısından, bölünmemiş, tek
(mutlakçı) bir iktidar merkezine yönelir”5
“Modern devletin
belirli bir toprak parçası üzerinde tek egemen oluşu, yani merkezi otoriteyi
oluşturması, bununla bağlantılı ikinci bir özelliğini daha ortaya koyar. Modern
devlet belirli toprak parçası üzerinde egemen olmakla kalmaz; bu toprak parçası
üzerindeki tüm sosyal ilişkileri de düzenler. O halde modern devletin
merkeziliğini yalnızca belirli bir toprak parçası üzerindeki egemen güç oluşuna
bağlamak, bizi hatalı bir sonuca götürür. Aksine modern devletin merkeziliği,
kamu yararına olsun ya da olmasın, coğrafi sınırları belirli bir mülki bölgede
(territory) yaşayan herkesi kapsamasını ve sosyal ilişkilerin düzeni açısından
belirleyici olmasını ifade eder. Başka bir deyişle, modern devletin kuralları,
coğrafi alanın değil, bireyleri birbirlerine bağlayan sosyal bağların bir
fonksiyonudur” 6
Yukarıdaki
paragraflarda da görüleceği üzere Modern devletler “ahir zaman tanrıları” gibi
hareket etmektedir. Yani vatandaşının doğumundan ölümüne kadar bütün
planlamasını yapmakta, onu izlemekte, onu uyumlu bir vatandaş haline getirmek
için gerekli planlamaları ve çalışmaları yapmaktadır.
Müslümanlar olarak
Allah’a göre değil, modern devletlere göre yaşamaktayız. Doğduktan sonra evde
ne kadar kalacağımızı, ne zaman okula gideceğimizi, hangi tür okullarda
okuyacağımızı, hangi tahsili alarak hangi mesleği seçeceğimizi, ne zaman
evleneceğimizi, nasıl bir işte çalışacağımızı, hangimizin ne kadar vergi verip,
daha makbul vatandaş olacağını, kimin ne zaman askerlik yapacağını, kimin bu
görev esnasında ölüme gideceğini, kimin askerlik dahi yapmayacağına, nereden
nasıl ev, araba bilumum eşya alacağımızı, ne zaman çocuk sahibi olacağımızı
aslında sermaye ile birlikte modern devletler belirliyor. Nerede ibadet
yapacağımızı, üstümüze başımıza ne giyeceğimizi, kaç yıl çalışacağımızı her
şeyi ama hayatımıza dair her şeyi modern devletler belirliyor. Bizler tek ve
sonsuz kudretteki Allah inancıyla özgürleşmek isterken, modern zamanlar ve
modern devletler bizi köleleştirmektedir. Çünkü biz Müslümanlar, daha Allah
rızasını kazanmaya sıra gelmeden, devletin rızasını kazanmak peşinde koşuyoruz.
Modern devletin bize
biçtiği din, diyanet meselesine hafif bir giriş yapalım, çünkü bildiğiniz gibi
Latin Amerika’daki mücadelenin bir ayağı dindar köylüler, şehirliler, yerli
kökenli insanlar iken diğer ayağında yani teoloji ayağında Rahipler,
Kardinaller var. Öncelikle şunu belirtmeliyim ki, daha önce tariflediğim üzere
tevhidi inanç biçimi aslında bu konuda bize herhangi bir teolojik çalışmayı
öngörmez. Daha doğrusu teoloji oluşturmak din adamlarının işidir, normal olarak
İslam’da din adamı sınıfı yoktur. Fakat kazın ayağı öyle olmamaktadır,
aslında Emevi saltanatından bu yana din kontrol altında tutulmaya
çalışılmıştır. Bu durum mesela Osmanlı’da sarayda Şeyhülislam’lık kurumunu
meydana getirmiştir. Ondan önce Selçuklu’da Nizamülmülk’ün bu konudaki
çalışmalarını görmekteyiz. Gazali’de uzun müddet bu çalışmalara katılıyor fakat
saraydaki entrikalar öyle bir hal alıyor ki, bütün malını mülkünü satıp
bağışlıyor ve Mekke’ye Hac’ca gidiyor. Diyeceksiniz ki fetvayı kim verecek,
fıkhı kim yapacak? Elbette konusunda derinleşmiş din alimleri yapacak ama
bunlar devletten bağımsız çalışacak tıpkı, İmam-ı Azam gibi, yoksa Ebu Yusuf
gibi devlete bağımlı olursan bir çok içtihada, maişetini temin eden kurumun
lehinde kararlar almak zorunda kalırsın buda adaleti yok eder. Peki
Modern devlet, yani bizim en mahremimize bile karışan devlet din alanını
düzenlemez mi; elbette düzenler bu bizde Diyanet İşleri Başkanlığı’na veya işte
İlahiyat Fakültelerine denk düşer. Peki bizde Diyanet İşleri Başkanlığı ne
yapar. Rahmetli Necip Fazıl; Diyanet İşleri değil, Cinayet İşleri Başkanlığı
derdi. Tabii o daha çok bizim diyanetin ölülerle ilgili yaptığı çalışmalarla
böyle dalga geçiyordu ama kurum gerçekten bu sözü hak ediyor.
Geçen hafta Cuma günü
camide namazı bekliyoruz, İmam bir yandan da vaaz vermeye devam ediyor, ezana
neredeyse 5 dakika ya var, ya yok diyor ki “ Dışarıda dilenciler var, her Cuma
buraya geliyorlar, dileniyorlar. Ben ilmihale baktım, onlara sadaka vermezseniz
her hangi bir günaha girmezsiniz, kardeşim hep geliyorlar. Vatandaşın huzurunu
kaçırıyorlar, insanlar doğru dürüst namazını kılamıyor.” Şöyle içimden bir ya
sabır çektim. Namaza durduk, İmam hutbe vermeye başladı, sona doğru gelirken
dedi ki “Muhterem Müslümanlar, Camimizde şöyle, şöyle işler var, onlar için bir
yardımda bulunurmusunuz”
Şimdi şöyle bir
düşündüm Diyanet’in İmam’ı dışarıda gördüğüm sadaka bekleyen insanları birkaç
tane de Suriye’den savaştan kaçmış kadın ve çocuklarda vardı, bir lokma ekmeğe
muhtaç oldukları belli olan insanlara yardım etmemeyi ilmihale bağlayıp günaha
girmezsiniz diyor. Sonra Caminin, betonuna, tesisatına, eften, püften şeylerine
para isteyip bizi hayır yapmamız için teşvik ediyor. Eğer bir din adamı artık,
kendi Camisi önünde muhtaç durumdaki insanlardan rahatsız hale gelmişse, onun
vicdanını ve inancını sorgulaması gerekmez mi, eğer bir Müslüman kapısının
önünde insanlar açlıktan dilenirken o gönül rahatlığıyla namaz kılıyorsa onun amelinin
Müslümanca olup olmadığının sorgulanması gerekmiyor mu?
Oysaki aynı imam bize
ölüm döşeğindeyken evindeki son parasını fakir fukaraya gönderen Hz.
Peygamber’den bahsetmiyor mu, peki bu bahsettiği şeyi kendisi anlamayan bir
İmam bize nasıl bir ışık tutabilir. Görünen odur ki maalesef dinimiz hızla
sadece bir tapınak dini olma yolunda ilerlemektedir.
Günümüzde Birleşmiş
Milletler verilerine göre, dünyada 840 milyon kişi açlık sınırında
yaşam mücadelesi veriyor. Günde 24 bin insan açlıktan ölüyor. Yoksulluğun en az
yaşandığı Amerika kıtasında bile, bugün 31 milyon insan, bir sonraki
öğünde yemek yiyip yiyemeyeceğinden emin değil. Devlet İstatistik Enstitüsü
Hane Halkı Bütçe Anketi’ne göre, ülkemizde en yoksul yüzde 20’lik kesim, aile
başına yalnızca bin 625 dolar tüketim harcaması gerçekleştirdi.
Ankete göre, en zengin yüzde 20’lik dilim ise, 10 bin 944
dolarlık harcama yaptı. Böylece, en yoksul dilimdeki aileler ayda
ortalama 135 dolara geçinmeye çalıştı. 1 dolara geçinen 14 milyon insan
var. Ortalama hane sayısının 4.3 kişi olduğu dikkate alındığında en
yoksul yüzde 20’lik dilimdeki ailede kişi başına günlük tüketim
harcamasının 1 dolar dolayında olduğu belirlendi. Buna göre, 13
milyon 925 bin kişi, uluslararası standartlara göre, “açlık
sınırı” olarak kabul edilen günlük 1 dolarla geçindi.28 milyon yoksul var.
Ankete göre, nüfusun yüzde 40’ını oluşturan yaklaşık 20 milyon kişi günde
2 doların altında kalarak, uluslararası standartlara göre, “yoksul”
sınıfına girdi. En varlıklı yüzde 20’lik gruptakiler ise, günde kişi
başına 7 dolar dolayında tüketim harcaması yaptı. Buna göre, refah
düzeyinde en yoksul-en zengin kesim arasında 6 katlık bir
fark oluşuyor. Şu anda Türkiye’de 1 milyondan fazla taşeron işçi var ve
bunların hemen hemen tamamına yakını asgari ücretle ev geçindiriyor, yani açlık
sınırının altındaki bir rakam üzerinden maaş alıyor. Bu ülkede günde yaklaşık
5-6 civarında işçi iş cinayetlerinden hayatını kaybediyor. Mesela bu yılın ilk
on ayında 255 kadın öldürülmüş durumda, memleketin her tarafından hak ihlalleri
haberleri geliyor. Şu anda sokaklarda yaşayan insanların sayısı yönünden tatmin
edici hiçbir rakam yok ama en azından benim gözlemlediğim, savaştan kaçan
mültecilerle beraber çok ciddi sayıda insan sokaklarda yaşıyor.
Yukarıdaki rakamları daha
da çoğaltabiliriz. Şu anda dünyada insanlar müthiş bir adaletsizlik içinde
yaşamaya devam ediyor ve biz Müslümanlar bundan rahatsız olmuyoruz böyle bir
şey olabilir mi? Biz Müslümanlar eğer Modern devletlerle ve Kapitalizm’le
hesaplaşmazsak, korkarım ki hem bu dünyamızı hem de ahretimizi kaybedeceğiz.
Hani biz diyarı Dicle’de bir kurdun kaptığı koyunun hesabını sorulduğu bir
dindendik. Hani bizim Peygamberimiz kimsesizlerin sahibiydi. Hani Hz. Ebubekir
bütün varını yoğunu İslam yolunda harcamıştı da sonra bir kadının keçisini
sağarak hayatını devam ettiriyordu. Kendi halifeliği sırasında öldürülen Yahudi
bir kadının derdinden Hz. Ali “İnsan bu dert yüzünden ölse herhalde kınanmaz”
demiyormuydu.
Bir Müslüman için hem
hayat, hem ahret ayırt edilmez. Tıpkı Kuran’ın namaz emirlerinde olduğu gibi
Namaz ve Zekat’ı ya da infak etmeyi veya Allah yolunda harcamayı birlikte
emretmez mi?
“Onlar ki gaybe iman edip namazı dürüst kılarlar ve kendilerine verdiğimiz rızıktan (Allah yolunda) harcarlar.” Bakara 2/3
“Hem namazı dosdoğru kılın, zekatı verin, rükû edenlerle birlikte siz de rükû edin.” Bakara 2/43
“Fakat onlardan ilimde derinleşmiş olanlar ve iman edenler, sana indirilene ve senden önce indirilenlere iman ederler. Onlar, namazı kılan, zekatı veren, Allah’a ve ahiret gününe iman edenlerdir. İşte onlara büyük bir mükafat vereceğiz.” Nisa 4/162
“Erkek ve kadın bütün müminler birbirlerinin dostları ve velileridirler. İyiliği emrederler, kötülükten vazgeçirirler, namazı kılarlar, zekâtı verirler, Allah’a ve Resulüne itaat ederler. İşte bunları Allah rahmetiyle ağırlayacaktır. Çünkü Allah azîzdir, hakîmdir.” Tevbe 9/71
Namazlarımızı kılarken, gözümüzün önündeki
yoksulluğu sorgulayıp, bunun yok edilmesi için mücadele etmiyorsak, sosyal
adaleti sağlamanın yolarını aramıyorsak, biz nasıl hesap verebiliriz?
Hani eski bir söz
vardır. Hiç ölmeyecekmiş gibi bu dünya için, her an ölecekmiş gibi öbür dünya
için çalışmak lazım diye, gerçi bizim zamanımızın Müslümanları bu dünya için
çalışmayı para biriktirmek, öbür dünya için çalışmayı gidip sadece namaz
kılmak, oruç tutmak gibi anlamışlarsa da, işte bu söz bizim ilerleyeceğimiz
yolu belirliyor. Bizler bu dünyada ki haksızlıklar için sonuna kadar
mücadelemizi bir yandan sürdürürken, bir yandan da salih amellerimizi ve ibadetlerimizi
yerine getirmemiz gerekiyor ve bunu da sadece Allah’ın rızasını kazanmak için
yapmalıyız. İşte buda bizim özgürlük mücadelemizdir. Peki bu söylediklerimin
İslam tarihinde karşılığı var mı, bu soru doğal olarak sorulabilir. Bu
meselelerle de bir sonraki yazımızda girelim.
Son söz olarak
mevzuuyu Aliya İzzetbegoviç’le bağlayayım.
“Hayat inanan ve salih ameller işleyenler
dışında hiç kimsenin kazanamadığı bir oyundur.”
1 ) İmam-ı Azam’ın Beş
eseri, El Alim Vel Müteallim, s.10-11
2 ) Ali Şeriati,
İslam Bilim1, s.48
3 ) Ali Şeriati, İslam
Bilim1, s.49
4 ) Alain
Tourrane. Modernliğin eleştirisi s. 49,
5 ) Christopher
Pierson Modern Devlet, 2000, s. 28)
6 ) Norman
P.Barry Modern Siyaset Teorisi, s.72
* Kaynak: https://otekimahalle.wordpress.com/2014/12/12/ozgurluk-teolojisinin-imkanlari-uzerine-1/
0 yorum:
Yorum Gönder