“Her köye düzenlenen saldırının arifesinde
okunan bir İtaat Talepnamesi, Tanrı’nın yeryüzüne indiğini ve yerini Aziz
Pedro’ya bıraktığını, Aziz Pedro’nun halefinin Kutsal Baba olduğunu ve Kutsal
Baba’nın bütün bu toprakları Kastilya Kraliçesi’ne bağışladığını, işte bu
yüzden buradan gitmeleri ya da haraç olarak altın ödemeleri gerektiğini, aksi
takdirde onlara savaş açılacağını ve karılarıyla çocukları da dahil olmak üzere
hepsinin köleleştirileceğini yerlilere anlatıyordu.
Bu talepname tam gece yarısı bir tepenin
üstünde, hiçbir yerlinin bulunmadığı bir ortamda, bir noterin huzurunda, başka
bir dile çevrilmeden İspanyolca olarak okunuyordu.”1
Galeano usta yukarıda
yazdığım hikayesinde, Latin Amerika Yerlilerinin nasıl bir zulümden geçtiğini
ve nasıl her şeylerine el konulduğunu, sonra da zorla
Hıristiyan’laştırıldığını, o kendine has üslubu ile bize anlatıyor. Yaklaşık
250-300 yıl süren bu sömürgeleştirme dönemi içinde inanılmaz insanlık suçları
işlemişler ve yerlileri zorla Hıristiyanlaştırmışlar ve yoksullaştırmışlardır.
Bartolemeo De Las Casas, Yerlilerin Gözyaşları adlı kitabında şöyle bir hikaye
anlatır.
“Latin Amerika’da sömürgeciliğe karşı
direnen ilk gerilla önderi Kasik Hatuey, adaya çıkışlarından itibaren
İspanyolların eline geçmemeye çalıştı. Çünkü onları tanıyordu ve neler
yapabileceklerini çok iyi biliyordu. Ama sonunda yakalandı ve diri diri
yakıldı. Yakılma nedeni zalim Hıristiyanların eline geçerek işkence ile
öldürülmemek için kaçması ve kendisini savunmuş olmasıydı. Kazığa bağlandıktan
sonra Aziz Fransisco tarikatından bir keşiş, Tanrı’dan ve Hristiyan inancından
bahsettikten sonra celladın kendisine tanıdığı bu kısa zaman süresi içinde eğer
Hristiyanlığı kabul ederse günahlarından kurtulacağını ve öldükten sonra
cennete gidebileceğini söyledi. Hatuey keşişin söylediklerini dinledikten sonra
bir an düşündü ve bütün İspanyolların cennete gidip gitmediğini sordu. Keşiş,
Evet iyi İspanyollara cennetin kapıları açıktır dedi. Kasik Hatuey keşişe şu
cevabı verdi. O zaman ben cehenneme gideyim, cennette İspanyollarla karşılaşmak
istemiyorum”
Bu hikayede de
görüldüğü üzere Latin Amerika sömürge tarihi çok kanlı ve zalimce bir tarihtir.
Tıpkı Afrika’da ve diğer yerlerde yaptıkları gibi ama bu tarihten yüzyıllar
sonra bu yerlilerin Hıristiyan olan torunları yüzyılımızın gördüğü en onurlu
direnişlerden birini gerçekleştireceklerdir ve bu direnişin merkezinde
Hıristiyanlık ve Kurtuluş Teologları yer alacaklardır. Mülkiyetsiz ve yoksulluk
içindeki Amerikan yerlileri, Maocu ve Troçkist Sosyalistlerle temas etmeye
başladıktan sonra, zaten genlerinde var olan direniş temayülleri harekete
geçecek ve sonra Katolik kiliselerinin mahallelerde yer alan taban cemaatleri
bu direnişlere destek olacaklardır. 1950’lerden, 1980’lerin ortalarına ve hatta
sonlarına kadar devam eden bu hareketler, her ülkede bulunan Sovyet destekli
Komünist Parti’lerinin muhalefetine rağmen yükselerek devam edecektir. Şu anda
ise bu hareketlerin artçıları örneğin Venezuella’da, Bolivya’da iktidarlarla,
Brezilya ve benzeri ülkelerde Topraksız köylüler, Zapatistalar, İşgal edilen
patronsuz fabrikalar ve Via Campesina gibi köylü hareketleriyle devam
etmektedir. Bütün dünyadaki direniş hareketlerine de örnek olmaktadırlar.
Peki bu nasıl
olmuştur. Yani Katolik kiliseleri Avrupa’da egemenlerin yanında yer alırken, bu
topraklarda sömürülen halkın yanında nasıl yer almıştır. Böylesi bir hareketin
kaynağı olup, “Kurtuluş Teolojisi” başlığı altında yeni bir Hıristiyan
teolojisine yol açmış ve 1962’de Papa 23. John tarafından toplanan
Medellin’deki Vatikan Konsili’nde kararlar alınmış, “ Kilisenin herkesin
kilisesi olduğu ve özellikle yoksulların Kilisesi olması çağrısı”2 yapılmıştır.
Benim anladığım kadarı
öyle bir yoksulluk vardı ki, buna kendilerini mecbur hissetmişlerdir. “Kurtuluş
Teolojisi, Gustavo Gutierrez’in belirttiği gibi ‘Birçok insanın erken ve
adaletsiz ölümü’ gerçeğine dayanır. Kurtuluş Teologlarının kitapları ve
makaleleri ne kadar sofistike görünse de teolojiyi işler hale getiren şey,
deneyimler ve bunun içinde çabalayan insanlardır. Hıristiyan toplum öğretisiyle
ilişkili olan milyonlarca insanın hayatta kalma mücadelesi, rahiplerin ve din
adamlarının kendi yaptıkları iş hakkında tekrar düşünmelerine neden olmuştur.
Böylece fakir insanlarla yaşayıp çalışarak, onlardan yeni şeyler
öğrenmişlerdir. Yüz binlerce köylünün, nesillerdir ailelerinin işlediği
topraklardan, dış borçları kapatmak ve uluslar arası ekonomik büyüme
gerekçesiyle çıkarıldığı ve çoğunun büyükşehirlerin gecekondu bölgelerine
sürüldüğü bir ortamda Kurtuluş Teolojisi doğmuştur. Bu nedenle Kurtuluş
Teolojisinin başlangıç noktası, kutsal kitaptan çıkarılan anlam ve gelenek
değil; gecekondu bölgelerindeki yaşam ve toprak mücadelesi, temel haklardan
yoksunluk, insanların refahı hakkındaki umursamazlık, ölüm mangaları ve
mültecilerin parçalanmış yaşamlarıdır.”3
İşte tam da böyle bir
ortamda şehirlerin yerelinde halkla temas halinde olan Katolik Taban Cemaatleri
ve Cizvit Papazlar her an çok çarpıcı bir yoksulluk ve acılarla yüz yüze
geliyorlardı. Gustavo Gutierrez’in aşağıdaki ifadesi çok ibretlikdir.
“Latin Amerika’daki soru, olgun yani
rüştüne ermiş bir dünyada Tanrı’dan nasıl bahsedileceği değil, bundan ziyade
insani olmayan bir dünyada Tanrı’nın nasıl Baba ilan edileceğidir. İnsan
olmayan birine ‘Sen Tanrı’nın evladısın’ demek ne anlam ifade eder ki?”4
Gutierrez, Peru’lu bir
Hıristiyan papazı ve aynı zamanda Kurtuluş Teolojisinin en önemli
teorisyenlerinden biridir. İşin güzel tarafı Yerli geninin
olmasıdır. Kasik Hatuey’in torunları yine iş başındadır ve Hıristiyan Teolojisi
içine kendi kökenlerini katmışlardır. İşte Gutierrez gibi binlerce yerli
kökenli Papaz Latin Amerika direniş tarihini değiştirmişlerdir.
El Salvador
Başpiskoposu Oscar Romero, insanların ölüm mangaları tarafından sokak
ortasında öldürüldüğü günlerde askerlere seslenmiş ve “Üstleriniz size öldürme
emri verdiğinde, siz Tanrı’nın öldürme emrini ‘öldürmeyeceksin’ sözünü
hatırlayın” demişti. Ertesi gün kendisi öldürüldü. Galeano Aynalar kitabında
‘En Çok Dokunulan İsim’ adlı hikayesinde Oscar Romero’nun, öldürülme hikayesini
çok güzel resmeder. Vatikan’a gidip 2. Jean Paul ile görüşmeye çalışmasını,
randevu alamamasına rağmen kutsanmaya gelenler arasından geçerek Papa ile
görüşmesini, aldığı ters cevapları ve sonra vurulma anını anlatır ve hikayenin
sonunu şöyle bağlar.
“ Yıllar sonra, Cuscatlan Parkı’nda,
sonsuza kadar uzayan bir duvar iç savaşta ölenleri hatırlatır. Siyah mermerin
üzerine beyazla oyulmuş halde binlerce isim vardır. Ama bir tek Başpiskopos
Romero’nun isminin üzeri aşınmıştır.
İnsanların üzerine sürtülen parmakları
aşındırmıştır onu.” 5
Yine Brezilya’da
Katolik Baş Piskoposu Dom Helder Camara tarihe geçen şöyle bir söz ediyordu.
“Yoksula ekmek
verdiğimde sen Azizsin diyorlar, Yoksulların niye ekmeği yok dediğimde sen Komünistsin
diyorlar.”
Bütün bu örnekler
çoğaltılabilir, burada önemli iki soru vardır.
§
Kendi kitabi söylemi ve şeriatı sadece ahret’e dönük
olan Hıristiyanlık ve özellikle Katoliklik nasıl olmuştur da bu dünyaya dair
bir tasavvur meydan getirmeye çalışmıştır?
§
Marksistlerle, Hıristiyanları esas bir araya getiren
hamur nedir? Ne olmuştur da bunlar bir araya gelebilmişlerdir ve birlikte bir
kıtayı sarsacak bir mücadeleye imza atmışlardır?
Bence bu durum kendi
isteklerinden ziyade, özellikle Latin Amerika’da yaygın olan Hıristiyanlar ile
Sosyalistleri bir arada buluşturan şey teoriden öte pratik bir şeydir. Dini
Taban Cemaatleri vasıtasıyla halkla gündelik olarak karşı karşıya gelen ve
ortaya çıkan zulmü ve yoksulluğu bire bir gören Papazlar kendi yerel
kimliklerinin de etkisiyle bu duruma bigane kalamamışlar ve bir şekilde
mücadeleye vicdani olarak katılmak zorunda kalmışlardır. Peki ama nedir bu Dini
Taban Cemaatleri
Bu dini taban
cemaatleri dört aşamada inceleniyor. 1) 1962’den önceki yıllar, 2) 1962-1968
arası, 3) 1969-1974 arası, 4) 1975 yılından sonraki süreç
§
1962’den önce : “Nüfusun hızlı artışı ve kırsal
bölgelerden kentlere doğru kayan demografik yapı, Kilisenin geleneksel olarak
dayandığı statik ve durağan kültürel ortamı sarstı. Demografik yapıdaki bu
değişimle birlikte Protestanlığın elitler ve küçük burjuvalar arasında gelişme
göstermesini sağlayan hız ve buna ek olarak ( özellikle 1959 Küba devriminden
sonra ) yoksul ve cahil kitleler üzerinde komünizmin fark edilen etkisi, Roma
Katolik hiyerarşisi içinde artan kaygılara yol açtı.” 6
Bu durum özellikle
yetersiz Papaz sayısı ile de denk gelince bundan bir çıkış aranmaya
başlanmıştır. Çünkü yapılması gereken ibadet biçimleri bir şekilde yapılamaz
bir duruma gelmiştir. Öyle ki oraya Papazlar gelmediği sürece örneğin, vaftiz,
nikah veya komünyon ayini yapılamamaktadır.
“Roma Katolik
piskoposlarında, Katolikliğin kıta genelinde azalan etkisinin geleneksel
pastoral çalışmalar sayesinde durdurulabileceği konusundaki isteksizlik ortaya
çıktı. Bu özgüven krizi artık Pastoral kriz olarak bilinmektedir.”7
Yapısal olarak mevcut
olan böyle bir durumun üstüne birde Roma Katolik Kilisesinin vasıflı din adamı
eksikliği baş gösterdi, bunu telafi etmek için kırsal bölgede yaşayan
insanların seçimi yoluyla bu krizi aşmaya çalıştılar. Burada Brezilya’da bulunan
bir bölgeden ve o bölgedeki çalışmalardan örnek olarak söz ediliyor ve bu
çalışmaların önemi ve etkinliği üzerinde duruluyor.
“Barro do Pirai’deki
kateketik tecrübe, Dom Angelo Rossi tarafından yönlendirilmiş ve artan
Protestan problemi ve Brezilya’daki artan heretik propaganda çığı karşısında
inancı savunmanın etkili ve pratik araçlarını yaratma sürecinde ortaya
çıkmıştı. Bu inancın savunulması ve korunması olgusu, Roma Katolik kilisesi
tabanında kiliselerinin kapalı olduğu ve din adamının bulunmadığı dönemde yerel
üç Protestan Kilisesinin artan etkinliği konusunda ortaya çıkan şikayetlerden
sonra başladı. Bu şikayetlere karşılık olarak Rossi, bir din adamının bulunup
refakat etmesi gereken zamanlarla sınırlandırılmayacak bazı dinsel
faaliyetlerin olduğunu söyler. Sonuçta dinsel katılımın öneminin bilincinde
olarak, Rossi bir dizi eğitim programı başlattı. ( Ekim 1958 )
Bu programlarda geniş
seküler topluluk içinde liderlik özellikleri gösteren sıradan insanlar, cemaat
katekistleri ve görevlileri olarak seçildi.” 8
Görüldüğü gibi Katolik
Kilisesi bir yandan Protestanlığın ve Komünizmin etkisiyle kendi tabanında
oluşan çözülmeyi engellemeye çalışıyor, bir yandan da yoğun göçler nedeniyle
meydana gelen Papaz yetersizliğini daha çok yerel ve yerli unsurlara giderek ve
eğitim vererek çözmeye çalışıyor. Yani ilk kaygısı tabii ki yoksulluk meselesi
değil, kendi egemenliğini kaybetme riskidir. Bu yeni eğitim almış din
adamlarının görevleri İncil okumak, birlikte dua etmek ve İlahiler söylemek
şeklinde belirlenmişti ve bunlar cemaati haftada birkaç kez topluyorlardı ve
Pazar günleri de Papaz olmadan ayini yönetiyorlardı, buna “papazsız ayin”(
missa sem padre) deniyordu. Pazar ayini dışındaki hafta içinde yapılan
toplantılar için cemaatler özel barakalar yaptılar ve işin güzel olan tarafı bu
barakalar zaman içinde dini olmayan konular içinde kullanılmaya başlandı.”
Örneğin Gıda ya da Dikiş Kooperatifleri içinde kullanılıyordu. Söz konusu olan
bölgede bu şekilde 475 barakanın mevcut olduğu biliniyor.” 9
Rossi burada aslında
iki endişeyle hareket etmişti, birincisi artan sapkınlığı önlemek, ikincisi
Katolik ahlakını yaymak onun için bu ‘Katekist’lere herhangi bir dini meselede
yorum yapma yetkisi vermemişti, onlar sadece öğrendiklerini papağan gibi tekrar
etmekle görevliydiler, başka bir yaptırımları ve yetkileri yoktu.
“Ancak Do Pirai’deki
kataketik tecrübenin sergilediği elitist ve tepkisel karakter, onun sınırlıda
olsa belli pastoral görevleri yerine getirme konusunda daha önce yaptığı
katkıların değerini azaltmaz. Ayrıca hem dini olan hem de olmayan etkinliklerin
yapılabildiği toplantı barakalarının yaygınlaşmasının önemli sonuçlarından da
söz etmek gerekir.
Yerel seküler topluluk
liderlerinin dinsel görevlilerin yerini almasının yanı sıra, bu girişimde
geleneksel dini, dünyevi bariyerlerin daha sonra aşamalı olarak yıkılmasına
zemin hazırladı. Bu yolla Hıristiyan inancı ile gündelik toplumsal
aktivitelerin belirgin şekilde bir arada büyümesi gerçekleşti” 10
§
1962-1968 arası: 1962’de yapılan Medellin’deki Vatikan
Konsilinde çizilen yol haritası ve özellikle Yoksulların kilisesi olma hedefi
ve Papa 23. John’un telkinleriyle 1962-68 arası Latin Amerika’da dini taban
cemaatlerinin arttırılması ve Pastoral çalışmaların yoğunlaşması söz konusu
olmuştur. Buradaki Pastoral planın en önemli hedefi kısıtlı olan dini
kaynakların en optimum biçimde kullanılmaya çalışılmasıdır.
“Geniş anlamda, hem
sosyolojik hem de Kilise alanındaki dini gelişmeler, cemaat teması etrafında
buluşmuştur. 2. Vatikan Konsili’nin Kiliseyi yaşayan bir organizma ve Tanrı
yolunda giden hacıların alanı olarak tanımlaması kişisel katılımcılara olduğu
kadar, dini topluluğunun farklı bölümlerinin birbirine karşılıklı bağımlılığına
vurgu yapmaktadır. Sonuçta karşılıklı bağımlılık, karşılıklı sorumluluk ve eşitlik
temalarına vurgu yapıldıkça, sıradan insanların statüsü ve kurumsal Kilise
yapısına katılımı önem kazandı” 11
Bakıldığında esas
vurgu cemaat olma halidir ve bu cemaatte insanlar eşit statüde ve karşılıklı
sorumluluk ve bağımlılık içinde yer almaya başlamışlardı. Bu da Kiliseler
etrafında oluşan eşit yaşam biçimleri doğurmaya başlamıştı.
“Gerçek bir cemaatin (
örneğin kişilerarası gerçek ilişkilerin ) ancak samimiyet sağlayan küçük
gruplarla beslenebileceği fikrinin gelişmesiyle, hakim durumdaki geniş ölçekli
bölgesel Kilise yapılarına dönük eleştiriler ortaya çıktı. Varılan sonuç dini
topluluğu destekleyen geleneksel bölgesel Kilise kavramının terk edilmesi ve bu
kilise kurumlarının gözden geçirilmesiydi. Bunun yerine demografik, coğrafi ve
idari etkenlerin sınırları içinde var olan daha küçük ‘hücrelerden’, ‘organik
cemaatler’den ve dini topluluğu besleyen yapılardan oluşan bir kilise düşüncesi
gelişti.”12
Görüldüğü gibi
insanlar daha küçük cemaat yapılanmaları içinde birbirlerine yabancılaşmadan,
birbirlerinin dertleriyle hemhal olan bir Kilise inşa etmeye başlamışlardır ve
buralardaki ‘kateketik papaz’larla cemaat arasında doğal olarak daha az bir
hiyerarşi oluşmaya başlamıştır. Buda halkın Kiliseyle olan bağını daha organik
bir hale getirmiştir. Tabii bu küçük kiliseler sonuçta bir araya geldiğinde
Bölge Kilisesini oluşturmaktaydılar.
“Bu taban
cemaatlerinde Hıristiyanlar sadece hizmet isteyen veya bir emri yerine getiren
isimsiz kişiler olmayacaktır, aksine sıcak bir şekilde ve sorumlulukla
karşılanacak ve bütün kardeşleri ve Hz. İsa’yla birlikte olunan bir hayat
Komünyonunun bütünleyici parçası olacaktır.” 13 ( Birleşik Pastoral Plan 39)
1968 yılında yapılan
İkinci Latin Amerika Piskoposlar Konferansında Ruhban sınıfının dışından
kişilerin görev aldığı ve insanlarla daha yerel ortamlarda temas edilen
“Hristiyan Dini Taban Cemaatleri” resmi ve güçlü dini yapılar olarak kabul
ediliyordu.
Bu uygulamalar ve
kararlar sadece öteki dünyaya dönük olan Hıristiyan şeriatını bir nevi dünyaya
döndürüyordu, hem Ruhban sınıfı dışından birilerinin dini birer kişilik olarak
tanınması hem de cemaat hali ile iştigal etmek, aslında dünyaya dair güçlü bir
söylemi de ortaya çıkarıyordu.
§
1969-1974 arası: Latin Amerika’da 1960’lı yıllarda ve
70’lere de sarkan bir şekilde aşağı yukarı bütün ülkelerde darbeler oluyor. Her
yerde dikta rejimleri ortaya çıkıyordu. Bu rejimler peşlerinden yolsuzluk ve
ölümleri de getiriyordu.
Örneğin Brezilya’da
siyasi tasfiyeler, sansür, siyasi tutuklamalar, işkenceler ve itiraz eden her
kurumun yasaklanması toplumun içe kapanmasına yol açtı. Bu da haliyle bir
sessizlik yarattı ve oluşan ekonomik dengesizliğin ve meydana gelen
yolsuzlukların üzerini örttü.
“Medellin’de dile
getirilen başlıkların verdiği cesaretle ve dinsel kurumlar dışında bütün
muhalefet ve direniş alanlarının kapatılmasının sonucu olarak, Brezilya
toplumunun sosyo ekonomik tabanında zaten çalışmakta olan pastoral yapılara yoğun
bir yönelim oldu. Kitle eylemi günleri geride kalmıştı.”14
Durum böyle gelişince,
yoksullara yönelik çalışmalar yapan dini yapılarda üç amaç öne çıkıyordu.
“En alttakilerle yan
yana yaşayan dini temsilcilerin çoğunluğunun temel kaygısı, ruhban sınıfı dışındaki
insanların sorumluluk almasının ve resmi dini alana katılımın daha fazla teşvik
edilmesiydi. Sonuç olarak giderek daha fazla artan liderlik eğitimi dersleri,
her bölgede çekirdek bir cemaat ‘animatörleri’ grubunun bulunması hedefiyle
teşvik edildi. Bu animatörler daha fazla sorumluluk alarak, diğer cemaat
üyelerine pozitif örnek oldular ve ruhban sınıfına olan bağımlılığı
azalttılar”15
Bu bana göre en önemli
işlerden biridir, çünkü bu dini hiyerarşiyi dikeyden, yataya dönüştüren bir
çalışmadır. Ruhban sınıfının hakimiyetini sivilleştirmektedir.
“ İkinci olarak, dini
görevlilerin çoğunun kaygısı, en alttakiler arasında yeni ve radikal bir dinsel
bilincin ortaya çıkmasıydı. Bireyi bedenin ve ruhun birliği olarak gören (
Kilise esas olarak ruh ile ilgileniyordu ) geleneksel düalist yaklaşımın
reddedilmesiyle, bunun yerine, bireyin ayırt edilemez psikosomatik bir bütün
olduğu yönündeki bütünsel yaklaşım gelişti. Katolik Üniversite Gençliği ve
Taban Eğitimi Hareketi içinde gelişen ‘bütün insan’ kavramıyla birlikte,
insanların fiziki ihtiyaçlarından ayrı olarak manevi refahlarından söz
edilemeyeceği dile getirildi. Bu düşünce, tarihin akışı içinde ortaya çıkan
kurtarıcılık göreviyle bağlantılı olarak, Gustavo Gutierrez’in görece erken
düşüncelerinde teolojik kavramlarla gayet güzel ifade edilmişti.
‘Bir dünya inşa etmek, bir ilk aşama veya
sıçrama tahtası değil, kurtuluşun kendisidir. Eğer kurtuluştan kastettiğimiz
şey daha az insan olma halinden daha çok insan olmaya bir geçiş ise, kardeşlik
temelinde adil bir toplumun yaratılması, insanlığın kurtuluşudur. Bu nedenle
Kurtuluş sadece bir dini kavram değildir.’”16
Gutierrez bu şekilde,
Eski Ahid ve Yeni Ahid’in şeriatını tek bir paragrafta izah ediyordu.
Yani Eski Ahid’in,( Tevrat ) bu dünyaya dönük şeriatı ile, Yeni Ahid’in,( İncil
) öbür dünyaya dönük şeriatı tek bir söylem içinde birleştirmiştir. Tanrı’nın
ve Hükümdarın hakkını ayıran ve burada dünyayı ve ahreti birbirinden
farklılaştıran söylem, ikisini aynı vücutta birleştiren bir söyleme
dönüşmüştür.
“Dinler arasında
Yahudilik dünyevi sol temayülü teşkil ediyor. Dünyevi cennet perspektifini vaad
eden ve sonradan ortaya atılan bütün Yahudi teorileri bu temayülden ileri
gelmiştir”17
“Doğruların mutsuz
oldukları bir dünya manasızdır. Yahudi adaletinin ve her ‘Sosyal’ adaletin esas
tutumu işte budur. Burada yani bu dünyadaki cennet fikri özünde Yahudidir ve
sadece mahiyeti itibarı ile olmayıp, menşei itibarı ile de öyledir. Yeryüzünde
cennet isteyen bütün ihtilaller, ütopyalar, sosyalizmler ve diğer cereyanlar
özünde Ahdi Kadim’den ileri gelmektedir, Yahudi kökenlidir.” 18
“Hristiyanlık ise,
insan ruhunu kendi kendine doğru yöneltmiştir. Ahdi Kadim’in aşırı
gerçekçiliğinin hakkından Ahdi Cedid’in aynı şekilde aşırı idealizmi ile
gelinebilmiştir.” 19
Görüldüğü gibi
Kurtuluş teologları ve Taban cemaatleri kendi esas eğitimleri hilafına bir
teoloji ve pratik geliştirmişlerdir. Pratiklerini ise DTC mensuplarının üçüncü
amacında görüyoruz.
“ Tabanda çalışan dini
görevlilerin üçüncü amacı ise, yerel dini cemaatin onu çevreleyen geniş
alandaki olaylara daha fazla entegre olmasını sağlamaktı. Her ne kadar bütün
insan kavramından etkilenmiş olsalar da daha fazla sayıda dini görevli şunu
öğrendi. Yerel Hıristiyan cemaati, ancak geleneksel kilise pratikleri ile gıda,
giyim, mali paylaşım ve mahalli sorunlar arasında bağ kurduktan sonra bulunduğu
bölgede yol almaya başladı. Yoksulluktan doğan daimi faydacılığın yansıması
olarak, ancak İncil’in insan varlığının her boyutuna temas ettiğinin
gösterilmesiyle birlikte, görünüşte ne kadar dünyevi olursa olsun, en
alttakiler, bu yeni dini deneyimlerin hem güvene hem de çabaya değdiğini
gördüler.”20
DTC görüldüğü gibi
insana temas ederek de yani yardım ederek, sadaka vererek, yardımlaşarak
birbirleriyle nihai temas halini de kuruyorlardı ve sonuçta çok önemli bir
örgütlenmeyi meydana getiriyorlardı. Aslında başlangıç olarak insanları tekrar
Kiliseye getirmek için bir formül olarak ortaya çıkan DTC’leri zaman içerisinde
dini yapıların yanında farklı birer kurum olarak sahneye çıkıyorlardı. Burada
şöyle bir hareket tarzı benimsiyordu, önce inançlı kişiyi içeri davet ediyor ve
onları İncil’in öğretisi çerçevesinde çevresiyle temas etmeye çağırıyordu yani
içeri alarak eğitmek sonra dışarı çıkararak o eğittikleriyle başkalarına hem
yardım etmek ve hem de onları içeriye almaya çalışmak şeklinde bir hareket tazı
benimsemişlerdi. Bütün o dikta rejimleri sırasında ayakta kalabilen ve
aynı zamanda organik birer muhalefet örgütleyen yapılar haline dönüşmüşlerdi.
BAIRRO denilen gruplar oluşmuştu ve yapılanmaları kısaca şöyleydi. İç içe
4 halka şeklinde örgütlenmişlerdi. İlk halka İbadet yapılan yerdi, ikinci halka
Kilise cemaati idi, bunu içinde (Planlama, Koordinasyon; Liderlik eğitimi;
İncil Çalışması; Katekesis; Evlilik grupları; Vaftiz, Komünyon sınıfları;
Ziyaret grupları) vardı. 3. Halkada Doğal Yerel Taban Cemaatleri ( Gençlik
grubu; Eğitim Okul birliği; Sağlık ve Temizlik Hareketi; Toplum Merkezi;
Dinlence etkinliği; İşçi sendikası; Gıda ve Giysi Kooperatifi; Anneler Grubu )
vardı. 4. Halkada ise Seküler bölge vardı. Bu aynı zamanda bölge Kiliselerine
bağlılığı ifade ediyordu.
§
1975’ten sonra: 1974 sonu itibarı ile Brezilya’da en
az kırk bölgeye yayılmış, 40 bin civarında DTC olduğu bilinmektedir.
Brezilya çapında ilk toplantı, Vitoria’da 6-8 Ocak 1975 tarihinde
gerçekleştirildi. Toplantının tema’sı “Halktan doğan bir Kilise” idi. Burada
iki amaç vardı, birincisi bu DTC’lerinin deneyimlerinin paylaşılmasını
sağlamak, diğeri de teologların sosyoekonomik tabanda yaşayanların günlük
deneyimlerinden dersler çıkarmaya başlayabileceği bir ortamın
hazırlanmasıydı.”21
Daha sonraki yıllarda
da bu buluşmalar devam etti ve bu buluşmaların en önemli sonucu ileride daha
yetkin bir Kurtuluş teolojisi fikrinin ortaya çıkmasına zemin hazırlamasıydı.
Tabii bu da önce Vatikan’ın onay vermemesine, ardından burada oluşan görüşleri
kınamalarına ve sonunda da Leonardo Boff gibi isimlerin susturulmasına yol
açtı. 1980’lere kadar bu şekilde giden ve büyüyen DTC’leri ve Kurtuluş
Teolojisi sistemler tarafından artık bir tehlike olarak görülmeye başlanmış
ve Papa s 2. John Paul tarafından muhafazakar bir “restorasyoncu”
program başlatılmıştı. Bu Kurtuluş Teologlarına karşı yapılan her yakınlaşamaya
karşı bir basınç oluşturulması sonucunu doğurdu. Brezilya’da o tarihlerde
nispeten Demokratik bir yola girilmesi ve Vatikan’ın bu baskıcı tutumu
nedeniyle, yenilikçi ve devrimci bir tutum alan DTC’leri 80’lerin ortasından
itibaren muhafazakarlaşmaya doğru bir yol aldılar. Bunun sonucunda “DTC
hareketleri ve onun ilerici programı, bir rekabet kaynağı olarak muamele gördü.
Sonuçta daha önce mevcut olan insani ve mali kaynaklar giderek geri çekildi ve
çok sayıda piskopos, şimdiye dek kendi gözetimlerindeki bölge görevlilerine
bıraktıkları piskoposluk alanlarına gelenekçi bir program dayatmaya başladı.
Kilisenin toprak ev, sağlık ve eğitim gibi konularla ilgilenmesine yapılan
vurgu şimdi Hz. İsa’ya ve azizlere gösterilen şahsi saygı lehine ve dini
hiyerarşiyi sorgulamayan itaatkar, pasif ve bireyci bir maneviyat yararına geri
çekiliyordu. Bu nedenle DTC bir tür manevileşme sürecine girdi.”22
Görüldüğü gibi
1980’lerin ortasına kadar tamamen “Halkın” olan Kilise devletlerin etkisi ve
baskısıyla tekrar Vatikan hiyerarşisinin eline geçmiş ve Kiliseler dünyadan
ellerini eteklerini çekmişler aslında pratik olarak daha çok yüzünü dünyaya
dönen DTC’lerini de uhrevi bir hale dönüştürmeye başlamışlardır. Özellikle
Neoliberal politikaların arttığı 80 sonları ve 90 ortalarından itibaren
devletler ve kiliseler el ele vererek daha önce kıta genelinde kaybettiklerini
geri almaya başlamışlardır ancak o eski damar tekrar başka şekillerde kendini
göstermektedir. Latin Amerika’nın direnen insanları toprak, fabrika işgalleri
yapıyorlar. Örneğin Venezuella’da Chavez’e, Bolivya’da Morales’e destek
veriyorlar. Meksika’da Zapatistalar olarak ortaya çıkıyorlar. Kendi genlerinde
var olan direniş geleneklerini inançları ile süsleyip tekrar devam ediyorlar. O
coğrafyadaki halklar her zaman bir şekilde direniş geleneklerini devam
ettirmişlerdir çünkü kendi yerli genlerini inançları içine gömmüşlerdir ve
oradan bambaşka bir Hıristiyanlık meydana getirmişlerdir. Bunu kendi
ayinlerinde de gözleyebiliyoruz. Buraya kadar yazdıklarım Latin Amerika’nın
kendi coğrafyası içinde oluşturduğu bir direniş geleneğidir. O kendilerine has
bir şekilde ve kendi sosyolojileri içinde çıkardıkları bir Teolojidir, kendine
has şartları vardır. Ben sadece bizim ülkemizde de çok konuşulan bu Teoloji’nin
ne olup olmadığı ile ilgili bir ayna tutmaya çalıştım. Özelikle DTC’lerinin
işlevlerini anlamaya çalıştım. O yüzden örneğin Avrupa’ da veya Asya’da meydana
gelen Sosyalist devrimler hiç oraya benzemez. Buralarda artık bu tip kolektif
direniş hareketlerinden, hele ki dini motifli bir hareketten bahsedilmezken,
Latin Amerika’da hala son derece renkli bir direniş metodolojisi
sürdürülmektedir ve her yerde son derece “sivil” ve halkın sürdürdüğü bir
direniştir.
Peki İslam için böyle
bir Direniş Teolojisi imkanı varmıdır? O da bir sonraki yazının konusu olsun.
Böyle bir şey olabilir mi? İslam bize ne söyler, ne ister ve nasıl davranmamızı
ister? Tarihi olarak İslam’ın geliştiği ve yayıldığı coğrafyalar ve demografisi
tabii ki çok farklılıklar arz eder ve tabii ki İslam’ın kendi şeriatı içinde
bir değerlendirme yapılması gerekir.
1 ) Eduardo
Galeano, Aynalar, Yüzler ve Maskeler, S.137
2 ) Kurtuluş
teolojisi, Kurtuluş Teolojisinin kapsamı ve görevi, Gustavo Gutierrez, s.
3 ) Christopher
Rowland, Kurtuluş Teolojisi, Giriş, s.20-21)
4 ) Kurtuluş
teolojisi, Kurtuluş Teolojisinin kapsamı ve görevi, Gustavo Gutierrez s.44
5 ) Eduardo Galeano,
Aynalar, En çok Dokunulan isim, s.349
6 ) Andrew Dawson,
Dini Taban Cemaatlerinin Kökeni ve Yapısı: Brezilya Deneyimi, s.181
7 ) Andrew Dawson,
Dini Taban Cemaatlerinin Kökeni ve Yapısı: Brezilya Deneyimi, s.182
8 ) Andrew
Dawson, Dini Taban Cemaatlerinin Kökeni ve Yapısı: Brezilya Deneyimi, s.182
9 ) Andrew
Dawson, Dini Taban Cemaatlerinin Kökeni ve Yapısı: Brezilya Deneyimi, s.182
10 ) Andrew Dawson,
Dini Taban Cemaatlerinin Kökeni ve Yapısı: Brezilya Deneyimi, s.183
11 ) Andrew Dawson,
Dini Taban Cemaatlerinin Kökeni ve Yapısı: Brezilya Deneyimi, s.184
12 ) Andrew Dawson,
Dini Taban Cemaatlerinin Kökeni ve Yapısı: Brezilya Deneyimi, s.185
13 ) Andrew Dawson,
Dini Taban Cemaatlerinin Kökeni ve Yapısı: Brezilya Deneyimi, s.185
14 ) Andrew Dawson,
Dini Taban Cemaatlerinin Kökeni ve Yapısı: Brezilya Deneyimi, s.186
15 ) Andrew Dawson,
Dini Taban Cemaatlerinin Kökeni ve Yapısı: Brezilya Deneyimi, s.186
16 ) Andrew Dawson,
Dini Taban Cemaatlerinin Kökeni ve Yapısı: Brezilya Deneyimi, s.187
17 ) Aliya
İzzetbegoviç, Doğu Batı Arasında İslam, Musa-İsa-Muhammed, s.249
18 ) Aliya
İzzetbegoviç, Doğu Batı arasında İslam, Musa-İsa-Muhammed, s.251
19 ) Aliya
İzzetbegoviç, Doğu Batı arasında İslam, Musa-İsa-Muhammed, s.252
20 ) Andrew Dawson,
Dini Taban Cemaatlerinin Kökeni ve Yapısı: Brezilya Deneyimi, s.189
21 ) Andrew Dawson,
Dini Taban Cemaatlerinin Kökeni ve Yapısı: Brezilya Deneyimi, s.191
22 ) Andrew Dawson,
Dini Taban Cemaatlerinin Kökeni ve Yapısı: Brezilya Deneyimi, s.193
Kaynak: https://otekimahalle.wordpress.com/2014/11/28/kurtulus-teolojisi-ve-dini-taban-cemaatleri/
Kaynak: https://otekimahalle.wordpress.com/2014/11/28/kurtulus-teolojisi-ve-dini-taban-cemaatleri/
0 yorum:
Yorum Gönder