Anadolu’da birçok uygarlığın
oluşturulduğunu, büyük medeniyetlerin var edildiğini biliyoruz. Yazılı tarih
gibi insanlığın birçok ilkinin başladığı yer Anadolu’dur.
Mağara ve doğal korunakların
dışında ilk yaşam alanlarının yapıldığı, ilk şehirlerin inşa edildiği yer de
Anadolu’dur. Anadolu’da doğanın doğal beslenme aracı olmaktan çıkması, tarımsal
üretime geçiş, evcil hayvanların yetiştirilmesi çok erken bir dönemde
başlamıştır.
Ön Asya’da yaşamış en çok bilinen
halklar arasında Asurlar, Hititler öne çıkarlar. Komşu ve yakın coğrafyada
güneyde Sümer, Babil, batıda Grek uygarlığının ilk temsilcileri yer alırlarken
uzak komşular arasında Hint ve Mısır uygarlığını saymak mümkündür.
Anadolulu halklar arasında Hititler en
çok Anadolulu olandır. Anadolu’ya sonra geldikleri sanılan Hititler bu
topraklara sahip çıkmış ve geçmişleri ile olan bağlarını bu sahiplenme ile
yitirmişlerdir. Nereden geldikleri tam olarak bilinmeyen Hititlerin bu gizemi,
onlara değişik kesimlerin sahip çıkmasının da nedeni olmuştur. Ancak bütün
sahiplenmelere rağmen Hititlerin Anadolulu olduğuna hiç şüphe yoktur. İnançları
ve oluşturdukları kültür henüz bütün yönleri ile bilinmese de, arkeolojik
kazılarla ortaya çıkartıldığı kadarıyla bu kültürün ve yaratılan uygarlığın
günümüze kadar yaşadığının izlerini görmekteyiz. Hitit kültürünün yaşama
direnci ve kalıcılığının sırrı, kendisinden önceki kültürel birikime sahip
çıkmasında yatmaktadır.
Hitit öncesi inançların ve kültürel
birikimin üzerinde şekillenen Hitit Kültürü ve inançları, gücünü geçmişten
alarak günümüze kadar uzanmayı başarmıştır. Özünde hiçbir kültür ve inanç,
geçmiş kültürlerden bağımsız, onlardan etkilenmeden var olmaz. Ancak Hititlerin
sahiplenmesinin nahif bir biçimi ve kendine özgünlüğü olduğunu da belirtmek gerekir.
Onlar kendilerinden önce Anadolu’da yaşamış kültür ve inançları sahiplenirken,
özünü bozma yoluna gitmemişlerdir. Bu anlayışı, komşularının ve girdikleri
savaşlarda yendikleri hasımlarının kültürleri ve inançları içinde yapmışlardır.
Yendikleri hasımlarının tanrılarını başkentlerine taşırken adlarını
değiştirmedikleri gibi, duaları da aynı dilde sürdürmeye özen göstermişlerdir.
Nedeni ne olursa olsun, insanlığın
var ettiği kültürler birikimine olduğu gibi sahip çıkmak, onu yaşatmak,
yaşatırken kendinin kılmak anlamını içeren bu anlayış, son derece ilginçtir.
Bugünün değerlendirmesi ile Hititlerin hiçbir kompleksleri olmadığını söylemek
mümkündür.
Bu yaklaşım daha sonra bu
topraklara egemen olanlar tarafından reddedilmiş, hızla bundan uzaklaşılmıştır.
Tekçi, tek renkli ve tek sesli toplumlar yaratılmaya çalışılmıştır. Önce Hıristiyanlık daha
sonra İslam ile bu tekçiliğin doruğuna çıkılmıştır. Tek tanrı,
tek din merkezli bu inançların egemen olduğu ve resmi devlet dini olarak kabul
edildiği duraksamadan başlayan tekçi anlayış, Anadolu’nun dünü ile tüm
bağlarını kopartmak istemiş ve Anadolu’nun çok sesli ve çok renkli zenginliği
yadsınmıştır.
Ancak geçmişi reddediş bir noktadan
sonra olanaksız olmuş ve tüm çabalar bir anlamda boşa gitmiştir. Geçmiş
kültürlerin yaşama direnci, tüm inkâr edişleri boşa çıkarmış ve geçmiş
kültürler, değişik biçimlerde yeniye eklemlenerek var oluşunu sürdürmüştür.
Dünden bugüne var olan, adını
bildiğimiz, bilmediğimiz uygarlıklardan geriye kalan ögenin kültür olduğu ve
Kültürün bir toplumdaki davranış biçimlerini, alışkanlıkları, siyaset ve
siyaset yapma biçimi ile inançları, geleneği, göreneği ve ahlakı da içerdiği
kabul edilir. Bu anlamda kültürden söz ettiğimizde sadece sanatsal
yaratımlardan söz etmediğimiz, yaşama dair olan unsurların hepsinden söz
ettiğimiz düşünülürse bu yadsımanın olanaksız olduğu da anlaşılacaktır.
Geçmiş kültürlerin yaşama direnci, o kültürlerin etki alanları içinde
gördükleri kabul, yaşamı doğrudan etkileyip şekillendirmeleri ile doğru
orantılıdır. Etkilemenin siyasal ve askeri güçle oluştuğunu düşünenlerin sayısı
hiç de az değildir. Ancak siyasal ve askeri etkileme kısmı, geçici bir etkileme
olmaktan öteye geçmez. Kalıcı olan, dünden bugüne, bugünden yarına uzanan
halkların yaratığı kültür ürünleri ve kültürel değerlerdir.
Geçmiş kültürlerin bazı unsurları
doğrudan günümüze kalırken bazılarının da değişik biçimler altında var olmayı
sürdürdüklerini biliyoruz. Bezen hâkim olan kültüre eklemlenerek ve geçmişini
içinde saklayarak yaşarlarken, çoğu zaman da kılık değiştirip farklılaşarak
varlıklarını sürdürmeye devam ederler. En ilginç olanı ilk çıkış dönemlerinden
çok farklı hatta bazen onun tam karşıtı bir anlam ve içerikte karşımıza
çıkmalarıdır.
Örneğin; başörtüsü, çıkışı
ve sembolize ettiği anlamın çok uzağında durarak var olmaya devam etmektedir.
Sümer tapınaklarında tanrılara adanmış yaşamları ile “genel kadının” başını
örtmesinden, Hıristiyanlıkta rahibelerin başlarını örten özel kıyafetleri,
manastırlarda İsa’ya adanmış yaşamları ve İslam toplumlarında ki “namuslu”
kadının başını örtmesi, dünden bugüne tanrılara adanan yaşamların özel giysiler
ve örtünme ile sürdürüldüğünü bize göstermektedir. Bu benzerliklerin tesadüfî
olduğunu düşünmek ve aralarında hiçbir bağın olmadığını ileri sürmek pek de
mümkün gözükmemekte.
Anadolu dününe ait birçok unsuru
değişik kılıklarda kitap dinleri içine sokmuş, bu dinlerin bir unsuru olarak
yaşamasını sağlamıştır. Hiçbir inancın geçmişi yadsıyarak var olduğu
düşünülemez. İnsanlığın, dünü yadsıyan hiçbir inan dizgesi ve
düşün sistemi yoktur. Ön Asya, geçmişinden getirdiği zenginliği, var ettiği
kültürler, düşünce ve inançlara yurt olmasıyla bugünün şekillenmesini dünü ile
etkilemiştir.
Örtünme ve başörtüsü örneğinde olduğu gibi Anadolu’nun dününe ait olan birçok
unsuru İslami bir kılık altında günün inançları içinde görmek mümkündür.
Örneğin; Anadolu da çok yaygın karşılaştığımız kadınlar ile erkeklerin birlikte
sofraya oturmaması ve çoğu yerde kadınların kocalarına adları ile seslenme
yerine bir lakap ile seslenmeleri. İslami bir uygulama olarak kabul gören ve bu
biçimiyle İslam’ın kadını dışlaması, “eksik” görülmesi
anlayışına denk düşen bu uygulamanın İslam ile hiçbir alakası olmadığı gibi ilk
uygulandığı biçimi ile kadınların dışlanması ile de ilgili değildir.
Bu noktada Herodotos’a
kulak verdiğimizde asıl gerçeği tanıma ve anlama olanağı buluyoruz. İlk
adı Anaktoria olan Miletos’u Yunanistan’dan gelen İonialılar yenince,
belli yaştaki erkeklerin hepsini öldürür ve onların kızları ve kadınlarını
alırlar. Bu kadınlar da ilginç bir şekilde bunun öcünü almak için yeni kocaları
ile sofraya oturmaz ve adları ile seslenmezler. Bunu bir yeminle kuşaktan
kuşağa sürdürmüş olan kadınların bu davranış biçimi, zaman içinde ilk çıkış
nedeni ve anlamını yitirerek günümüze kadar getirmişlerdir.
İlk Çağ Anadolu uygarlıklarının var
ettiği mitolojik söylencelerin birçoğu halk arasında yaşamakta ve varlığını
değişik biçimlerde sürdürmektedir. Bunun gibi bir döneme damgasını vurmuş
anlayışlar da hala yaşamaktadırlar. Anadolu’da İslam’a rağmen hangi inanca ait
olduğu hiç sorgulanmadan halkın ziyaret edip, kutsal kabul ettiği onlarca,
yüzlerce ziyaretin olması, Alevi inancı içindeki sayısız
kutsalın varlığı ile “Hititlerin bin tanrılı halk” olarak tanımlaması arasında
bir ilinti olduğunu düşünmek yanlış olmaz.
Hititlerin salt kendi tanrılarına
ve kutsallarına saygı göstermediğini, komşularının kutsallarını ve tanrılarını
da kutsadıklarını ekledikten sonra, bu geleneğin olduğu gibi Alevilerde devam
ettiğini söylemekte hiçbir sakınca yoktur.Aleviler kendi inanç
dizgeleri içindeki kutsallara verdikleri değere eş olarak, diğer inançların
kutsallarına ve simgelerine de değer verirler. Dört kitabın dördüne de saygı
duyar ve peygamberlerin tümüne sahip çıkarlarken, bu dinlerin kutsalları ile
çelişmez, aksine onları kendinin kabul ederler.
18. yy da Doğu Anadolu’da daha çok Ermeniler ve Süryaniler içinde
misyonerlik çalışması yapan bazı Protestan misyonerler, Aleviler ile
karşılaştıklarında Alevilerin her dine hoşgörü ile yaklaşması ve Hristiyanlığın
kutsallarına saygılarından dolayı, onları da bilmedikleri bir Hristiyan grup
olarak değerlendirip rapor ederler.
Bunun bir benzeri bugün İslam
misyonerler tarafından yapılmaktadır. Aleviler arasında İslam’a hoş görülü
yaklaşım, bazı İslami sembolleri hiç çekinmeden kullanma,
onların İslam içinde görülmesinin asıl nedeni olmaktadır. Bu sığ, Aleviliği
anlamaktan uzak değerlendirmelerden kalkarak, bir sonuca varmalar bazen
bilerek, bazen de bilmeyerek yapılmaktadır. Nedeni ne olursa olsun bu yaklaşım
son duraksamada Aleviliğe zarar vermektedir.
Alevilerin inançlarına eklemlenen,
zaman içinde Aleviliğin ve/veya Alevilerin kendine özgü yorumu ile kendinin
kıldığı diğer dinlerin ve kültürlerin unsurlarının Alevilikten ayrılması ve
dışlanması olanaksızdır. Farklı kültürlerin, inançların yan yana, iç içe
yaşamasının doğal sonucu bu etkileşim süreci yaşamaları ve yakınlaşmaları son
derece doğaldır. İslami sembollerin Aleviler arasında giderek daha çok
kullanılması ve kabul görmesinin bir nedeni bu ise diğer bir neden de devletin
ve diyanetin sistemli bir asimilasyon politikası izlemesidir.
Birincisi ne kadar doğal ve kabul
edilense diğeri o kadar kabul edilmezdir. Farklı olanların kendi arasındaki
mücadelesi eşitler arasındaki bir mücadele ve savaşım olmasıyla bir karşıtlığı
içinde taşımasına rağmen çatışmayı uzlaşmaz karşıtlık noktasına taşımaz. Ancak
dışarıdan devletin maddi ve manevi gücünü kullanarak bu alana uygulanan her
müdahale, sürecin doğallığını sekteye uğrattığı gibi iç barışı da bozar.
Birinin diğeri üzerinde egemenliğini öngören bu müdahale, zaman içinde doğal
olan mücadeleyi hasım tarafların kavgasına dönüştürür. Bu anlamda
“aynılaştırmanın huzuruna” varmak adına bir araç olarak görülen etnik ve dinsel
asimilasyon girişimleri, birliğin beraberliğin dinamitlenmesi ile sonuçlanmaya
mahkûmdur.
Aleviliğin içinde karşılaştığımız değişik dinlerin ve kültürlerin
unsurları üzerinden bir değerlendirme yapmak, kolaycılığa kaçarak Aleviliği
oraya buraya mal etmek, Aleviliği bilmemek ve anlamamaktan öte Anadolu’yu ve
Anadolu’ya binlerce yıl hâkim olan kültürel birikimi anlamamaktır.
Anadolu değişik kavimlerin gelip geçtiği, yurt edindiği insanlığın
en eski yerleşim yeri olmasıyla çok sayıda değişik medeniyete ev sahipliği
etmiş, bazen art arda, bazen yan yana, iç içe değişik kültürlerin var olduğu
birlikte yaşadığı topraklar olarak bu çok renkliliğine uygun bir yaşam
anlayışını şekillendirmiş ve geliştirmiştir. Bu yaşam anlayışının günümüzdeki
temsilcisi olan Aleviliğin, değişik dinleri dışlamaması bir yana onlara yakın
durması, kendi içinde özümsemiş olması, Alevi hümanizmasının
temelini oluşturmaktadır. Farklı olanı “ötekileştirmeyen,” kendi dışındaki her
inanç ve kültürle barış içinde yaşamayı öne alan anlayışının temeli de,
Anadolu’nun geçmişten bugüne getirdiği zenginliğe sahip çıkma ve Anadolu
gerçeğinin bilincinde olma olarak yorumlanabilir.
Nesnel karşılığı olmayan, gücünü ve
varlığını hayatın kendisinden almayan düşünceler uzun ömürlü olmazlar. Topluma
hâkim olan ve dünden bugüne yaşayan inançlar, düşünceler güçlerini ve var
oluşlarını maddi hayatın kendisine borçludurlar. Karl Marx “Din
dünyası, gerçek dünyanın yansımasından başka bir şey değildir.” derken bu
gerçeğin altını çizmektedir. Alevi inancının ve hümanizmasının
temel unsurlarından olan “Yetmiş iki milleti bir gözle görmek” Anadolu gerçeğinin
ve tarihinin kısa ve özlü bir özetidir.
Yunus Emre’nin dizelerinde bu çok renkliliğin kişi ve toplumun zenginliği
olarak öne çıkarıldığına tanıklık edilirken, Pir Sultan Abdal’da bu
çok renkliliği yok etmek isteyen anlayışın fütursuzca saldırıları karşısında
savaşçı bir tutum geliştirilir. Çünkü bu çok renkliği yok saymak ve tekçi bir
anlayışta buluşma isteği Anadolu’yu bir kargaşa alanına dönüştürmek, yaşamı
zora sokmak ile eş anlamlıdır.
Sünniliğin hâkim din, hâkim inanç
olarak dayatılması, Sünnilik dışında kalan dinlerin,
inançların kargışlanması ile yüz yıllardır bir arada yaşayan insanların
birbirilerini hasım/düşman görmeleri için özel çaba içinde olunmuş, birçok katliamın
yaşanmasına sebep olunmuştur. Bu tekçi anlayış bir başka yanıyla yan yana, iç
içe yaşayan değişik inançların barış içinde birlikte yaşadığı bu topraklara
ihanettir.
Dünden bugüne tekçi anlayışların
tüm dayatmalarına rağmen çok kültürlü, çok inançlı olma özelliğiyle Anadolu,
buna uygun düşen yaşam biçimini şekillendirmiştir. Anadolu’nun geçmişinden
getirdiği bu çok sesli, çok renkli yapısı reddedilmeden ve bu
zenginlikten vazgeçilmeden tekçiliğe varmak olanaksızdır…
0 yorum:
Yorum Gönder