Merhabalar, Anadolu'nun İslamlaşma sürecinde önemli bir tarihsel aralığa tekabül eden ve İslam'ın ikinci koşusu olarak adlandırılan 11. ve 13. yüzyıl arasındaki dönemde cereyan eden olaylara dair okuma notlarını paylaştığımız blogumuza hoşgeldiniz.

20 Nisan 2017 Perşembe

Batı egemenliğinin kökenleri: Alexander Anievas ile söyleşi

22:47 Posted by Bedri Münir , No comments
Kaynak: https://dunyadanceviri.wordpress.com/2017/01/31/bati-egemenliginin-kokenleri-alexander-anievas-ile-soylesi/

Batı egemenliğinin kökenleri: Alexander Anievas ile söyleşi

George Souvlis: Sizi akademik ve siyasi olarak etkileyen deneyimleriniz üzerinden kendinizi tanıtabilir misiniz?

Alexander Anievas: Sanırım beni siyasete çeken ilk kitaplar, liseden mezun olduktan kısa bir süre sonra okuduğum, Eduardo Galeano’nun Latin Amerika’nın Kesik Damarları ile William Blum’un Umudu Öldürmek’i idi. Bu kitapları okumak, daha önce hakkında hiçbir şey bilmediğim bir tarihin kapılarını araladı. ABD’de büyüyen bir çocuk olarak, ABD emperyalizminin dünya üzerindeki uzun ve işkenceli tarihini öğrenmezsiniz; Amerika’nın ‘iyilik’ ve dünya istikrarına adanmış bir güç olduğu öğretilir okulda size. Bu kitapları ve kısa bir süre sonrasında da diğer birçok kitabı okumak, en azından zihin açıcı oldu. ABD dış müdahalelerinin tarihine yönelik ani ilgim ise, 20. yüzyıl ABD dış politikası üzerine amcam Ralph Anievas ile yaptığım birçok uzun tartışmanın ardından geldi. O zamana dek bihaber olduğum bir tarihe gözlerimi açtı bu tartışmalar. İyi bir öğrenci değildim ve siyasetle de pek alakam yoktu. Ama tarihe ilgim vardı ve o da bunu biliyordu: uluslararası ilişkiler yüksek lisansı ve bir süreliğine de geçici öğretim üyeliği yapmıştı, çok entelektüel bir insandı. Dolayısıyla entelektüel ve siyasi gelişimim üzerinde büyük etkisi oldu.

Siyasi ve entelektüel yolculuğumda biçimlendirici diğer merkezi moment, Afganistan ve Irak’ta ABD öncülüğündeki savaşlar ve savaş karşıtı hareketteki deneyimlerim oldu. 11 Eylül saldırıları ardından lisans eğitimim için Londra’ya geldim. O dönem, kendimi muhtemelen, lisans çalışmalarıma başladıktan kısa bir süre sonra tanıştığım Frankfurt Okulu Eleştirel Teorisine ilgi duyan ‘demokrat bir solcu’ olarak tanımlıyordum (gerçekte bir sosyal demokrat). Afganistan’ın işgaline karşıydım ama o dönem o kadar politik değildim. Ama savaş karşıtı hareket Irak Savaşı’na giden süreçte gelişmeye başladıkça, protestolara ve siyasi toplantılara katıldım. Gerçekten çok radikalleştirici bir deneyimdi, dinlediğim insanlar savaşa açıkça karşı çıkıyorlardı ve görüşlerine kendimi en yakın hissettiklerim Marksistlerdi, bu yüzden geriye dönüp klasikleri okuma ihtiyacı duydum: Marx, Engels, Lenin, Buharin, Luxemburg, Troçki, Lukacs, Gramsci vb. Irak Savaşı ile yaygınlaşan Yeni Emperyalizm literatürü de (mesela Harvey, Gowan, Callinicos) o dönem görüşlerimi epey etkiledi.

Aynı zamanda Rus ve Sovyet tarihi de çalışıyordum ve Bolşevik Devrimi’ne ve bu kuşağın davasına hayranlık duymaya başladım. Şanslıyım ki hocalarımdan biri (Gonzo Pozo-Martin) Marksist’ti ve konuya ve genel olarak Marksizm’e olan ilgimi ciddi şekilde teşvik etti. Sonraki araştırmalarımın temel odağı haline gelecek olan uluslararası ilişkilerin sosyolojik sonuçlarına karşı ilgim, belki de Bolşevik Devrimi ve hemen sonrasına ilişkin çalışmalarımdan kaynaklanıyor. Ekim Devrimi’nin dejenere olmasının ve takip eden Stalinist karşı devrimin sebepleri ne olursa olsun, ‘uluslararası’ ve ‘Batı’ emperyalizminin etkileri özellikle belirleyiciydi.

GS: Uzmanlık alanınız uluslararası ilişkiler. Birkaç yıl önce alanın ilişkisi üzerine “The renaissance of historical materialism in international relations theory” (Uluslararası ilişkiler teorisinde tarihsel materyalizm rönesansı) başlıklı bir makale yazdınız. Bu rönesansı tarihselleştirebilir misiniz? Neden yaşandı?

AA: Editörlüğünü yaptığım bir kitabın (Marxism and World Politics (Marksizm ve Dünya Politikası), 2010) giriş bölümüydü o makale. Marksist düşüncenin uluslararası ilişkilerde gerçekleştirdiği yenilenmenin sebeplerinin, büyük oranda yukarıda belirttiğim gelişmelerden bazıları olduğunu düşünüyorum: özellikle de Afganistan ve Irak savaşlarıyla temsil olunan ABD emperyalizminin geri dönüşü, ve daha genel olarak ise, ABD dış politikasında Bush II yönetimi döneminde müdahaleciliğin daha açıktan zora dayalı biçimlerine doğru yaşanan belirgin kayma. Açık ki ABD (ve ‘Batı’) emperyalizmi, 1990’lardaki küreselleşme dalgasının ‘yatıştırıcı’ etkileri üzerine koparılan tüm yaygaraya rağmen hiç ortadan kalkmamıştı zaten: Clinton yönetiminin, savaş ilan etmeksizin 20. yüzyıldaki diğer tüm ABD başkanlarından daha fazla askeri müdahale başlattığını hatırlamakta fayda var. Yine de, ABD askerî müdahalelerinin Afganistan, Irak ve daha genel olarak ‘Teröre Karşı Savaş’ ile tanık olduğumuz daha açıktan biçimlerinin yeniden ortaya çıkmasının, uluslararası ilişkilerde Marksizm’den ilham alan yenilenmiş bir ilgide kesinlikle rol oynadığını ve 2007-9 Büyük Durgunluğunun bu trendi hızlandırdığını düşünüyorum.

Elbette bu trend tümden tekdüze değildi. ABD akademisinde, görebildiğim kadarıyla uluslararası ilişkiler alanında Marksizm, birçok mükemmel Marksist bilim insanına rağmen halen disiplinin eleştirel çizgilerinden biri olarak görülüyor. Bunun aksine Kanada ve Birleşik Krallık’ta, Marksist uluslararası ilişkiler teorisinde epeyce canlanma oldu. Benim en yakından bildiğim BK akademisinde, bu canlanma kısmen 2000’ler başında İngiliz uluslararası ilişkiler alanında daha tarihsel sosyolojik analiz biçimlerine doğru dönüşün ve görece olarak da Fred Halliday ve diğerlerinin etkisi altındaki LSE çıkışlı doktora öğrencilerinin bir sonucu. Bu doktora öğrencilerinden bazıları alanda bir dizi önemli çalışmaya imza attılar. Diğer kimi çalışmalarla birlikte bunlar sonra gelen benim gibi Marksist uluslararası ilişkiler bilim insanlarını etkiledi.

GS: Makalelerinizden birinde (The Uses and misuses of Uneven and Combined Development, Eşitsiz ve Bileşik Gelişimin Kullanımları ve Yanlış Kullanımları), özgün olarak Troçki tarafından 20. yüzyıl dönüşünde kullanılmış eşitsiz ve bileşik gelişim kavramlaştırmasını uluslararası ilişkiler analizinde faydalı bir analitik araç olarak yeniden ele aldınız. Bu kavramlaştırma ne anlama geliyor ve alanda faydalı bir şekilde nasıl kullanılabilir?

AA: Troçki’nin eşitsiz ve bileşik gelişim kavramlaştırmasını ULAR alanında kullanan ilk insan ben değilim tabi. Bunu, 1994’teki ‘Isaac Deutscher and the Lost History of International Relations’ (Isaac Deutscher ve Uluslararası İlişkilerin Kayıp Tarihi) (ardından New Left Review, I/215, 1996 sayısında yayınlandı) başlıklı Isaac Deutscher Ödül Konuşmasında bu fikri ilk kez bir uluslararası ilişkiler teorisi olarak ortaya atan Justin Rosenberg’e ve daha sistematik olarak 2006 tarihli ‘Why Is There No International Historical Sociology?’ (Neden Bir Uluslararası Tarihsel Sosyoloji Yok?) makalesine (European Journal of International Relations, 12/3) kadar götürebiliriz. Sözünü ettiğiniz ortak yazılmış makale (Jamie Allison ile birlikte) Rosenberg’in Troçki’nin eşitsiz ve bileşik gelişim fikrini ‘uluslararası’na dair (yani birden fazla toplumu ele alan) özgün bir sosyal teoride geliştirmeye çalışan çalışmasına yanıt niteliğinde. Bu tam olarak ne anlama geliyor?

Klasik sosyal teori geleneğinin temel varsayımı (Karl Marx’tan Ferdinand Tönnies’e, Émile Durkheim ve Max Weber’e kadar) verili herhangi bir toplumun gelişim karakterinin iç yapıları ve temsilleri üzerinden belirlendiği idi. Toplumların iç tarihlerinin tam da bu kavranışı idi aslında sosyolojinin yükselişine kaynaklık eden (diğerlerinin yanı sıra bkz. Friedrich Tenbruck 1994, ‘Internal History of Society or Universal History’ (Toplumun İç Tarihi veya Evrensel Tarih), Theory, Culture, and Society, 11: 75–93). Toplumlar arasındaki etkileşimler ampirik olarak sonuçsuz görülmeyebilirken, kendi başlarına bir sosyal teorisinin konusu değildirler: yani ‘uluslararası’ esasen sosyal teorinin temel dayanaklarına dışarlak, arızi bir faktör olarak kaldı. Ve ‘uluslararası’na dair herhangi bir sağlam teorik kavrayışın yokluğu bugün de devam ediyor ve buna Marksizm de dahil. Belirli bir Marksist yaklaşımın toplumsal sistemleri esas olarak ülke içi mi yoksa dünya seviyesinde mi işler şekilde kavramsallaştırdığından bağımsız olarak (sırasıyla Politik Marksizm ve Dünya Sistemleri Analizi tarafından örneklenir bu yaklaşımlar), ikilem aynı kalıyor. Spesifik bir toplumsal yapının kavranışından dışa doğru çalışarak (bu yapı ister feodalizm, kapitalizm, sosyalizm veya başka bir şey olsun), ‘uluslararası’nın teorileştirilmesi, ülke içi toplumun yeniden tahayyülü formunu alıyor: tekil biçimde algılanan bir toplumdan türetilen analitik kategorilerden bir dış kestirim.

Bunun diğer ucunda da Uluslararası İlişkiler (Uİ) disiplini, teorik odak noktasını kesinkes toplumsal varoluşun (birçok sosyal teoride gözden kaçırılan) bu uluslararası boyutuna indirgiyor. Yine de, bu uluslararası yönü toplumsal dünyanın ayrı ama organik bir boyutu olarak kavramsallaştırmaktan ziyade, politik realist Uİ teorileri, klasik sosyoloji geleneğinin tam zıddı olan hatayı yapıyorlar: yani ‘uluslararası’nı sosyo-tarihsel bağlamlarından soyutluyor ve bu nedenle jeopolitiği büyük güçler politikasının zamansız bir “toplumsal-üstü” derekesinde şeyleştiriyorlar.

Bu nedenle, Troçki’nin eşitsiz ve bileşik gelişim fikrini dünya tarihinin genel bir teorisi olarak yeniden kurmanın arkasındaki fikir, ‘uluslararası’nı sosyal teorinin bir nesnesi olarak yeniden kavramsallaştırarak, ‘sosyal’ ile ‘jeopolitik’ açıklama modları arasındaki bu teorik bölünmeyi aşacak potansiyele sahip. Dahası bunu, dünya tarihini yönlendiren Batılı olmayan kaynakların, temsillerin ve dinamiklerin, Avrupa merkezcilikten kopacak şekilde teorik ve ampirik kaynaşmasına imkân vererek yapıyor. Kerem Nişancıoğlu ile birlikte kaleme aldığım How the West Came to Rule kitabında da gösterildiği gibi, bu ‘Avrupa dışı’ jeopolitik koşullar ve temsil biçimleri aslında Avrupa’da kapitalizmin kökenlerinin oluşumunda ve uzun vadede ‘Batının yükselişinde’ merkezi oldu.

Bu nedenle Troçki’nin eşitsiz gelişim kavramlaştırması, gelişimin farklılaşmış karakterini onun “en genel yasası” olarak varsayarak, toplumun tekil kavranışına ve Avrupa merkezci anlatılara dayanak oluşturan bununla ilişkili tek doğrultulu tarih kavrayışlarına gerekli bir düzeltme yapıyor. Bileşim kavramlaştırmasının kendisi hiçbir zaman saf veya normatif bir gelişim modeli var olmadığını belirtirken, bileşik gelişim da, sonuç olarak, bu çokluğun tabiatı gereği interaktif karakterini ortaya koyarak Avrupa merkezci yaklaşımların metodolojik içselciliğine meydan okur. Bunun sonucunda da, eşitsiz ve bileşik gelişim teorisi, gelişimin interaktif ve alacalı karakterini teorik olarak kayda geçirerek ve ‘evrensel’in içsel olarak kavranan homojen bir varlığın a priori bir özelliği şeklinde basite indirgenmiş kavramlaştırılmasını reddederek, sosyal teori geleneğinin metodolojik içselciliğini ve Avrupa merkezciliğini kökünden sarsar (ayrıca bkz. Kamran Matin’in Recasting Iranian Modernity (İran Modernitesinin Yeniden Tanımlanması)).

GS: Çalışmanız belirli bir ölçüde, Politik Marksizm çizgisi üzerine kurulu, özellikle de Robert Brenner’ın çalışmasına. Kimi zaman, sayısın yönünü yeniden inşa ederek onun ötesine geçiyor. Bize Politik Marksizm geleneğine yönelik eleştirilerinizi, geçiş tartışmasına ve batının yükselişi meselesine odaklanarak daha net şekilde sunabilir misiniz? Bu, bu düşünürlerin sunduğundan farklı bir şekilde mi gerçekleşti?

AA: Sorunuzu sorma şekliniz ilginç çünkü genel olarak Politik Marksist geleneğe karşı eleştirel olmasına rağmen, çalışmamın Brenner, Teschke, Lacher ve diğerleri gibi Politik Marksist düşünürlerden etkilendiği gayet doğru. Gerçekten de ‘geçiş tartışmasına’ ilk ilgi duymama neden olan şey Robert Brenner ve Ellen Woods’un çalışmasıydı, bu yüzden hem eleştiri hem de etkilenme merkezi olmaları belki de biraz doğal sayılır. Brenner’ın yazılarının birkaç seviyede özellikle mükemmel olduğunu düşünüyorum – özellikle de Merchants and Revolution (Tacirler ve Devrim) gibi daha arşive dayalı ve tarihsel olarak odaklı çalışmalarının. Kendi disiplinim olan Uİ’de, en heyecan verici çalışmalardan bazıları son birkaç on yılda Politik Marksistlerden geldi. Charlie Post’un ABD’de kapitalizme geçiş üzerine yazıları da görüşlerim üzerinde son derece çığır açıcı oldu.

Dolayısıyla yazarlarından olduğum How the West Came to Rule kitabında, bir dizi anahtar Politik Marksist kavramlaştırmasından (özellikle de Brenner’ın ‘yeniden üretimin kuralları’ ve ‘jeopolitik birikim’i) yararlanıyoruz. Aynı zamanda Brenner’ın kapitalizme geçişe dair tarihsel açıklamasının, kapitalist toplumsal ilişkilerin tam olarak konsolide olduğu ilk iki devlet olarak Hollanda ve İngiltere’ye ve İngiltere’deki geçişte egemen sınıfın özellikle homojen karakterinin önemine odaklanması gibi belirli yönlerine de (buna farklı bir açıklama getirsek de) dayanıyoruz.

Ancak belirttiğimiz gibi, geçişe dair Politik Marksist açıklamayı eleştiriyoruz da, özellikle de kapitalizmin yükselişine dair neredeyse sadece İngiltere kırına odaklanan saf ‘içselci’ açıklamaları bakımından. Metodolojik olarak içselci bu tür bir yaklaşımın o kadar yanlış olmasa da çok çok eksik olduğunu düşünüyoruz. Çünkü kitap boyunca da gösterdiğimiz gibi, İngiltere’de kapitalizmin kökenleri temel olarak içerde idi ve çeşitli “Avrupa-dışı’ yapısal faktörler ve temsil biçimleri ile koşullanmıştı.

Dolayısıyla birkaç örnek verecek olursam: hem Avrupa feodalizminin 14. yüzyılda neden genelleşmiş bir krizin pençesinde olduğunu hem de neden belirli Batı Avrupa toplumlarının kapitalizme doğru ilk adımları atarak bu krizden çıkmayı başarabildiğini hangi faktörlerin açıkladığını anlamak için, bizim 3. Bölümde yaptığımız gibi, Moğol İmparatorluğu’nun genişlemesi ile Avrasya kıtası üzerinden şekillenen daha geniş jeopolitik ve ekonomik bağlara bakmalısınız. Çünkü Moğol Barışının ortaya çıkması, Avrupalı aktörleri, giderek yoğunlaşan toplumlar arası ilişkilerden oluşan bir ‘dünya sistemine’ bağlama etkisi yaratmıştır. Ve Avrupa’nın Moğol Barışına angajmanının ilk sonucu, bilimsel olarak daha ileri olan Asya’nın öncülük ettiği teknik gelişmelere ve fikirlere artan şekilde maruz kalmak oldu. Bunlar Avrupa’da bir dizi gelişmeye katkıda bulunurken, Moğol Barışının yalnızca toplumsal ilişkilerin ve teknolojinin değil, hastalıkların da aktarıcısı olduğu ortaya çıktı. Kara Ölüm ve bunu takip eden demografik değişim (ki Avrupa feodalizmini krize sürüklemiştir), doğrudan bu genişleyen toplumsal arası etkileşim alanından kaynaklanmıştır.

Ardından 4. Bölümde, bunu takiben Avrupa’da ortaya çıkan farklılaşmaların Osmanlı ile Habsburg İmparatorlukları arasındaki ‘süper güç’ rekabetinin bir ürünü olduğunu gösteriyoruz. Uzun 16. Yüzyıl boyunca süren askeri baskılar üzerinden Osmanlılar, yeni karşı-hegemonik güçleri (Protestanlar, Fransızlar ve Hollandalılar gibi) desteklerken, mevcut feodal egemen sınıf iktidarı merkezlerinin (Papalık, Habsburg İmparatorluğu, İtalyan şehir devletleri gibi) altını daha da oydular. Osmanlılar aynı zamanda, Habsburg’un askeri kaynaklarını Akdeniz’e ve Orta Doğu Avrupa’ya çekerek, jeopolitik bir çekim merkezi de oldular. Bu, sonuç olarak, Hollanda ve İngiltere’nin modern devlet inşası pratiklerine girme ve giderek artan şekilde kapitalist hatlar üzerinden gelişme becerisi açısından kritik olduğu ortaya çıkan yapısal jeopolitik alanı ortaya çıkardı, ki bunların ilki için burada Hollanda Devrimini düşünüyoruz.

Özellikle İngiltere’nin durumu açısından, Osmanlı farkında olmadan onlar için, İngiliz egemen sınıfının sıra dışı birleşik karakterine ve sonuç olarak da toprak çevreleme ve zapt etme başarısına doğrudan katkıda bulunan bir jeopolitik ‘izolasyon’ koşulu yarattı. İngiliz kırında, Brenner ve Wood’un bu derece parlak bir şekilde incelediği kapitalist mülkiyet ilişkilerini vücuda getiren bu ilksel birikim süreci, bu nedenle Osmanlı İmparatorluğu’nun jeopolitik tehdidi ile doğrudan bağlantılıdır. Aynı zamanda, Osmanlı’nın Akdeniz’deki ve Asya’ya giden kara rotaları üzerindeki hakimiyeti, Kuzeybatı Avrupa devletlerini tümden yeni bir küresel faaliyet alanına, Atlantik’e itmeye yaradı. Bunun, İngiltere ve Hollanda’nın kendilerini kapitalist devletler olarak konsolide etmesinde ciddi bir etkisi olmuştur.

Öyle ki, 5. Bölümde incelediğimiz üzere, bu, Amerikan kaynaklarının, İber İmparatorluğu ile bu Kuzeybatı Avrupa toplumlarının yeni başlayan kapitalizmleri arasında halihazırda filizlenmiş olan farklılaşmayı daha da şiddetlendirecek şekilde, Avrupalı sömürgeciler tarafından talanıdır bu. Özel olarak ise, kapitalizmin İngiltere’de gelişiminin kendisinin Atlantik tarafından sunulan genişlemiş ekonomik faaliyet alanına bağlı olduğunu öne sürüyoruz. Çünkü İngiliz tarımsal kapitalizmin sınırlılıklarını en sonunda Amerikan toprağının, Afrika köle emeğinin ve İngiliz tüccar sınıfının sosyolojik birleşimi üzerinden aşmıştır. Transatlantik üçgeni ticaretinin sağladığı genişleyen sirkülasyon alanı yalnızca İngiliz kapitalistlerine faaliyet kapsamlarını genişletmeleri için sayısız fırsatlar sağlamakla kalmamış, Atlantik’in bir yakasından diğerine farklı emek süreçlerinin birleşimi de, emeğin İngiltere’de Sanayi Devrimi üzerinden yenilenerek kompozisyonuna imkan vermiştir.

Güneydoğu Asya’daki kolonileri üzerinden Hollanda Cumhuriyeti’nde 16 ve 17. yüzyıllarda (aynı şekilde olmasa da) benzer bir durumun yaşandığını görebiliriz. Bu, Hollanda Doğu Hindistan Şirketi’nin, Hollanda’nın tarımsal kapitalist gelişmesini boğan ülke içindeki işgücü yetersizliği sorununu, Asya’daki özgür olmayan geniş işgücü kaynağına dayanarak (zorla çalıştırma) aşması şeklinde yaşandı (bkz. 7. Bölüm). Bunlar Politik Marksist açıklamaların dışarıda bıraktığı ama bizim kapitalizmin Avrupa’daki kökenleri ve gelişimi açısından kritik gördüğümüz “Avrupa dışı” tarihsel süreç ve dinamiklerden sadece birkaçı.

GS: Capital, the State, and War (Sermaye, Devlet ve Savaş) çalışmanızda iki savaş arası dönemi çok boyutlu kriz olarak kavramlaştırıyorsunuz. Bu konuyu biraz açar mısınız?

AA: İki Dünya Savaşı dönemini bir “çok boyutlu kriz” olarak kavramsallaştırarak dönemin uluslararası politikasının temel karakterinin, bütünlüğü içinde kavrandığında, üç ayrı ama birbirini kesen çatışmalı eksenden oluştuğunu anlatmak istiyorum: (1) emek ve sermaye arasındaki sınıf mücadelesinin temsil ettiği ‘dikey’ bir eksen; (2) ‘birçok’ sermaye arasındaki rekabet ve çekişme ilişkilerini ifade eden bir ‘yatay’ eksen ve (2) Küresel Kuzey içindeki devletler arasındaki jeopolitik ve askeri çekişmelerin ve Küresel Kuzey’in Küresel Güney üzerindeki çeşitli egemenlik ve sömürü ilişkilerinin teşkil ettiği bir ‘yanal’ eksen.

Bu perspektiften bakıldığında, kitap, Gramsci’nin ‘organik kriz’ kavramlaştırması ışığında iki Dünya Savaşı döneminin kökenlerinin, doğasının ve dinamiklerinin tarihsel ve sosyolojik bir yeniden yorumunu sunmayı amaçladı: Kapitalizmin, eşzamanlı olarak, ulusal, uluslararası ve ulusötesi çizgiler boyunca ifade edilen – ikincisi iki savaş arası yıllarda, uluslararası sistemi oluşturan ulus devletlerin içinden geçen hem yukarıdan hem de aşağıdan bir ‘sınıf savaşı’ olarak yaşanmıştır – sosyoekonomik (‘maddi’) ve ideo-politik (‘düşünsel’) biçimler alan, yapısal ve konjonktürel bir hegemonya krizinin birleşimi. Kitapta öne sürdüğüm üzere, iki savaş arası dönemdeki bu ‘erken’ Soğuk Savaş, İkinci Dünya Savaşı’na doğrudan yol açan jeopolitik ve ideolojik koşulların zeminini döşemiştir.

GS: Marksist ‘burjuva devrimi’ analitik kategorisi, Neil Davidson’ınki gibi yeni çalışmalar ışığında yeniden trend haline geldi. Bu kavramlaştırmanın halen tarihçilere sunabileceği bir şey var mı? Ana sınırlılıkları neler ve tarihsel araştırmaları ne şekilde ileriye taşıyabiliriz?

AA: Evet, ‘burjuva devrimi’ kategorisi, kapitalist devletlerin ortaya çıkışını ve konsolidasyonunu anlamada halen önemli bir analitik kavramlaştırma. Ve elbette Neil Davidson’ın çalışması, son birkaç on yıldır tanık olduğumuz revizyonist tarih yazımı saldırısına karşı bu kavramlaştırmanın Marksist teoride yeniden gündeme gelmesinde merkezi oldu.

Davidson’ın ‘sonuçcu’ burjuva devrimleri kavramsallaştırması, analitik odak noktasını devrim süreçlerine müdahil belirli niyetlerden veya aracı bileşimlerinden çevirip söz konusu devrimlerin, (sermaye birikiminin az ya da çok bağımsız mekanları olarak kavranan) ayırt edici şekilde kapitalist devletlerin yükselişi ve konsolidasyonu üzerindeki etkilerine yönlendirdiğinizde, kavramlaştırma gerçekten çok değerli. Ardından bu, kavramlaştırmanın tanımsal içeriğini, devrimi yapan sınıftan, bir devrimin, böyle bir devrimdeki rolleri ne olursa olsun, sonuç olarak kapitalist sınıfın faydalanacağı kapitalist bir devlet biçiminin önünün açılması ve/veya konsolide olması üzerindeki etkilerine kaydırıyor.

Ancak Davidson ve diğerlerinin kavramlaştırmayı sonuçcu yorumlayışlarındaki ana sınırlılık, modern çağda gerçekleşen farklı devrim türlerini incelerken, ‘gelişimsel aynılığı,’ ‘gelişimsel farkı’ geride bırakacak şekilde aşırı vurgulama eğilimleri oldu. Yani, devrimleri kendi belirli sosyoekonomik etkileri açısından kavramsallaştırmaya kayışta, söz konusu devrimler toplumsal yapılarında kapitalizmin öğelerini taşıdığı için, modern çağdaki neredeyse tüm devrimlerin sorunlu bir şekilde esasen kapitalist olarak homojenleştirilmesi hatasına düştüler. Bu perspektiften, örneğin Kuzey Vietnam (1945), Çin (1949) ve Küba’daki (1959) devrimlerin son derece farklı gelişimsel sonuçlarının tümü, ‘yönünden sapmış kalıcı devrimler’ üzerinden ‘bürokratik devlet kapitalizminin’ az ya da çok benzer varyantlarını oluşturur şekilde – Davidson’ın öne sürdüğü üzere, burjuva devrimlerinin ‘modern versiyonu veya işlevsel eşdeğeri’ olarak – kavrandılar. Böylesi rejimlerin zaman içinde giderek artan şekilde kapitalizmin önemli özelliklerini özümsediğini öne sürmenin doğru olduğunu düşünsem de, bu devrimleri basitçe ‘burjuva’ olarak anlamanın, kavramlaştırmayı aşırı zorlamak olduğuna inanıyorum.

GS: ABD halen tartışmasız küresel egemen mi yoksa birçok yorumcunun söylediği gibi bir gerileme sürecinde mi? Amerikan hegemonyasına ciddi şekilde meydan okuyan başka bir süper güç görüyor musunuz? “Amerikan emperyalizminden” söz etmek mantıklı mı? Önceki emperyalizm biçimlerinden ne ölçüde farklı? Obama yönetimi, bu meselede önceki yönetimlere nazaran bir istisna mı yoksa onları kopyalıyor mu?

AA: ABD gücünün son yirmi yılda görece gerilemesinin belirli işaretlerini gördüğümüzü düşünüyorum. Benim açımdan, bu konuda iki dönüm noktası ABD askeri gücünün 2008 yazında Rusya-Gürcistan gerilimi sırasında yurtdışında kullanılması konusundaki yetersizlik veya isteksizlik ve ABD (ve dünya) ekonomisinin halen toparlanamadığı 2007-2009 Büyük Resesyonudur. Ve devleti yönetenlerin ABD askeri gücünü dünyada gereken şekilde yansıtamamasının, Afganistan ve Irak’taki başarısız savaşların uzun vadeli jeopolitik ve ekonomik sonuçları ile yakından ilgisi var.

Dolayısıyla, evet, ABD gücü ve hegemonyası geçtiğimiz yirmi yıl içinde görece olarak geriledi, ancak bu gidişatın devam edip etmediği çok daha ucu açık bir soru. Gerçekten de hegemonikten hegemonik olmayan bir jeopolitik düzene geçiş momentinde olabiliriz. Ancak bazı yorumcuların söylediğinin aksine, şu an (veya orta vadede), egemen dünya gücü olarak ABD’ye köklü şekilde meydan okumasına izin verecek türden bir askeri, ekonomik ve ideolojik güce sahip – ki uluslararası seviyede yeni bir hegemonun tesisi için bu üç unsurun bir birleşimi gereklidir – başka bir devlet görmüyorum

Olası bir senaryo, dünyanın farklı kesimlerindeki çeşitli bölgesel ‘büyük güçlerin’ ve hatta belki de hegemonların teşkil ettiği daha desantralize bir jeopolitik düzenin ortaya çıkması olabilir. Böylesi bir potansiyel düzen içinde, Avrupa’ya nazaran daha aksak bir biçimde olsa da, Çin, Hindistan, Rusya ve muhtemelen Brezilya ve İran gibileri rol oynayabilir, tıpkı ABD’nin rol oynamaya devam edeceği gibi. Ancak, ABD gücünün görece bir gerileme dönemine girdiği ancak sonrasında 1980 ve 90’larda az ya da çok kendisini tekrar konsolide ettiği Vietnam Savaşı ardından olan bitene daha çok benzeyen çok farklı bir senaryonun gerçekleşmesi de olası. Çin ve Hindistan gibilerin son 20 yılda görmüş olduğumuz türden büyüme oranlarına yaklaşık bir şeyi sürdürebilmesi konusunda şüphelerim olsa da – ki örneğin Çin halihazırda bunu yapamayacak gibi görünüyor – daha desantralize bir jeopolitik düzene dair önceki senaryonun biraz daha olası olduğunu düşünüyorum.

ABD ‘emperyalizminden’ söz etmenin mantıklı olup olmadığına gelirsek, cevap güçlü bir evet. İster ‘insancıl müdahale,’ isterse küresel ‘Teröre Karşı Savaş’ kisvesi altında olsun, ABD dış politikasının varsayılan ayarı dünya çapında askeri ve ekonomik müdahaleciliktir. En genel seviyede, ABD dış politika stratejisinin yaklaşık 20. yüzyıl dönüşünden bu yana diğer her şeye baskın gelen hedefi, sürekli genişleyen bir “açık” dünya ekonomisi sistemi üzerinden desteklenen sermayenin kesintisiz birikimini kolaylaştırmak oldu. Bu ünlü Amerikalı tarihçi William Appleman Williams’ın “Açık Kapı” dediği şey. Ve hem ‘realist’ eleştirellerin hem de ‘liberal’ savunucuların aksine, ABD emperyalizminin bu büyük stratejisi her zaman, yönetimin ideolojik eğilimi veya parti bağlantısı ne olursa olsun, tek taraflı ve çok taraflı taktiklerin kimi zaman sıkıntılı ama etkili bir karışımını içermiştir.

Bunların hiçbir Obama yönetiminde değişmedi. Önceki yönetimlere bakıldığında Obama yönetimi döneminde ABD büyük stratejisindeki devamlılıklar, farklılıklardan çok daha ağır basmaktadır. Örneğin Soğuk Savaş sonrası üç ABD yönetimi arasında dış politika taktiklerinde bazı küçük farklar saptanabilse de, öne çıkan şey gerçekten de stratejik hedeflerdeki güçlü devamlılıklardır (bu konuda yakın tarihli çok iyi bir çalışma için bkz. Bastiaan Van Apeldoorn ve Naná de Graaff’ın American Grand Strategy and Elite Corporate Networks (Amerikan Büyük Stratejisi ve Elit Şirket Ağları)). Hatta bu taktik farklılıklar da çoğu zaman abartılmaktadır.

Obama yönetimi altında, Bush/Cheney’in ‘Teröre Karşı Savaşı’ yalnızca devam etmekle kalmamış genişlemiştir de. Obama’nın öncüllerinin ‘Teröre Karşı Savaşı’ meşrulaştırmak için öne sürdüğü suni yasal argümanlar şu anki (Obama’nın) yönetimi tarafından toptan benimsenmiş, hatta kimi durumlarda uluslararası hukuka bile yedirilmiştir. Benzer şekilde, Obama tek taraflı ve çok taraflı taktiklerin değişen bir karışımını (Libya müdahalesinde şahit olunduğu gibi) uygulamış, hatta tek taraflı taktikler ikinci döneminde daha da öne çıkmıştır (bu gelişmelerden bazılarının daha erken yapılmış bir analizi için bkz. Alexander Anievas, Adam Fabry ve Robert Knox 2012, ‘Back to Normality? US Foreign Policy under Obama’ (Normalleşmeye Geri Dönüş mü? Obama Altında ABD Dış Politikası)). Dolayısıyla, Obama, Bush yönetiminin kabadayı kovboylarının seslendirdiği dizginsiz ABD emperyalizminin sıkıntılı hakikatlerinin ‘diplomatik yumuşak müziğini’ (Tarık Ali’nin özlü bir şekilde belirttiği gibi) anlık olarak değiştirmede başarılı olmuş olabilir ancak, ABD dış politikasının temek karakterini veya hedeflerini değiştirecek çok az şey yapmıştır.

GS: Bernie Sanders’ın adaylığında Amerikan solunun canlanması için bir umut ışığı görüyor musunuz?

AA: Evet belki, ama gerçekten de Sanders’ın başkanlığı etrafında birleşmiş olan harekete ön ve genel seçimden sonra ne olacağına bağlı bu. Sanders kampanyasının ABD solunun olası yenilenmesi için gerçek uzun vadeli öneminin illaki seçimi kazanıp kazanmamasında olduğunu düşünmüyorum – kazanması elbette tek başına veya bu konuda önemli olabilir. Ama daha çok, bu kampanyada bu ölçüde önemli rol oynamış olan taban örgütlenmeleri için katalizör ve genişletici işlevi görüp görmeyeceği ve bunu hem önceki sol hareketlerden daha kalıcı şekilde yapabilmesi, hem de seçim siyasetinin ötesine geçmesi belirleyici olacak. Sanders’ın gerçek politik pozisyonlarının eleştirel bir analizi, onun gerçekte sadece eski tarz bir New Deal Demokratı olduğunu gösterecektir. Gerçekten de 1950’lerin ve 60’ların siyasi bağlamında ılımlı bir Demokrat olarak görülürdü. Ama Demokrat Parti’nin 1990’ların Yeni Clinton’cı Demokratları tarafından yeniden yapılandırılmasından bu yana, artık bir tür radikal gibi görülüyor, ki kendisini – Demokrat Parti’nin ‘ilerici’ kanadındaki diğer birçoklarının aksine – bir ‘demokratik sosyalist’ olarak tanımlayarak (İskandinav tarzı Sosyal Demokrat) kendisi de az çok bunu kabul ediyor.

Dolayısıyla politik pozisyonu Hillary Clinton’dan veya merkez sağ Yeni Demokratlardan kesinlikle daha iyi ve solda olsa da, adaylığının Amerikan solunu – özellikle de küçük komünist veya sosyalist siyaseti – canlandırma umudu, bir yandan genel anlamda siyasal söylemi sola kaydırırken, uzun vadede de seçim politikası dahilinde ve dışında işleyen taban örgütlenmelerini genelleştirme ve konsolide etme konusunda potansiyel etkisi. Sanders kampanyasının halihazırda birinci etkiyi bir miktar yaptığını düşünüyorum, ancak ikincisi yapıp yapamayacağını daha göreceğiz. Olumlu bir işaret, Sanders ve kampanyasının, sonraki Başkan kim olursa olsun, aşağıdan taban örgütlenmeleri hareketinin inşasına devam edilmesi niyetini birçok kez ifade etmiş olması. Bunun çok önemli bir argüman olduğunu ve Sanders’ın kampanyasını 2004’te Howard Dean’inki veya 2004 ve 2008’de Dennis Kucinich’inki gibi önceki ‘sol popülist’ başkanlık vaatlerinden bir şekilde ayırdığını düşünüyorum. Ama Sanders ön seçimleri kaybeder ve sonra dönüp ‘hey, harika bir yarıştı ama kaybettim ve artık Clinton’ı desteklemeliyiz’ derse (ki bunu dedi, ç.n.) ABD solunun yeniden inşasında muazzam bir fırsatı çarçur edecek demektir.

İngilizcesi: http://www.counterpunch.org/2016/05/27/how-the-west-came-to-rule-an-interview-with-alexander-anievas/

0 yorum:

Yorum Gönder