Merhabalar, Anadolu'nun İslamlaşma sürecinde önemli bir tarihsel aralığa tekabül eden ve İslam'ın ikinci koşusu olarak adlandırılan 11. ve 13. yüzyıl arasındaki dönemde cereyan eden olaylara dair okuma notlarını paylaştığımız blogumuza hoşgeldiniz.

18 Ağustos 2016 Perşembe

Sencer Divitçioğlu Üzerine - BARIŞ ÜNLÜ

02:03 Posted by Bedri Münir , No comments

2014’ün Eylül ayında kaybettiğimiz Prof. Dr. Sencer Divitçioğlu, Türkiye düşünce dünyasının en yaratıcı, en üretken ve en çalışkan isimlerinden biriydi. 1960’larda Asya Tipi Üretim Tarzı (ATÜT) üzerine yazdığı eserler (Divitçioğlu, 1966a; 1967), Osmanlı tarihi üzerine Marksist kavramlarla düşünmenin ilk örneklerindendi. Fakat bu, o günlerin Türkiyesi’nde makbul bir Marksizm değildi. Asker-sivil bürokrasiyi Osmanlı’dan beri süregelen bir hâkim sınıf olarak gören yaklaşımı, “zinde güçler”den devrim bekleyen Doğan Avcıoğlu liderliğindeki Yöncüleri ve Mihri Belli liderliğindeki “Milli Demokratik Devrim”cileri (MDD) rahatsız etti.[1] Çünkü ATÜT kavramı, her ne kadar Kemal Tahir gibi “kerim devlet”çi/“devlet ana”cı aydınları ya da Tahir üzerinden Ortanın Solu akımını etkilemişse de,[2] esas olarak Osmanlı-Türkiye devlet geleneğine ve bürokrasisine eleştirel gözle bakan bir çerçeve sunmuştur. ATÜT etrafında düşünen Divitçioğlu, İdris Küçükömer ve Mehmet Ali Aybar gibi entelektüellerin Türkiye solu tarihinde demokratik ve özgürlükçü bir kanadı temsil etmesi bu nedenledir.[3] Her halükarda, ilk defa Divitçioğlu’nun kapsamlı ve sistematik olarak tartışmış olduğu ATÜT (gündeme getirenler Kemal Tahir ve Selahattin Hilav’dı), Türkiye düşünce hayatına yeni bir soluk getirmiştir. Bu tartışmalar özgürlükçü bir sosyalizm damarının oluşmasına, hatta 1980-sonrası Türkiye liberalizminin ortaya çıkmasına da katkıda bulunmuştur.
Divitçioğlu 1970’li yıllarda da Marksizm ve üretim tarzı üzerine olan çalışmalarına devam etti (Divitçioğlu, 1971; 1976; 1977; 1978). 1960’ların ve 1970’lerin devrimci atmosferi dağıldıktan sonra ise, 1980’lerle birlikte Marksist iktisadı geride bırakıp antropolojik-tarihe yöneldi ve Göktürkler’den Osmanlı’nın kuruluşuna kadar getirdiği çalışmalarında Türk toplumlarının ve devletlerinin tarihini inceledi (Divitçioğlu, 2000a; 2000b; 2006; 2008a; 2008b). Bu çalışmalar, hem kavramsal açıdan hem de yazarın Öz Türkçe kelimeler kullanma arzusundan dolayı anlaşılması ve nüfuz edilmesi zor, fakat disiplinlerarası perspektifleri ve metodolojileri açısından oldukça yaratıcı metinlerdir. Divitçioğlu, bu eserlerinde iktisatçılığından miras kalan model kurma alışkanlığını farklı disiplinlerden yararlanarak geliştirmiş ve tarihsel olguları hoş ve ufuk açıcı senaryolara dönüştürmüştür. Bu çabası, kendi sözleriyle, “(…) tarihsel bilgi sınırlarının aşılmasına ve antropoloji (din, siyaset ve iktisat antropolojileri), metodoloji ve matematik gibi bilgi/bilim alanlarına sızılmasına vesile oldu. Bu olgu, beni, Kök Türk tarihini soruştururken değişik kavramlara yaklaşmaya teşvik etti. Kavramlar düşüncenin kurucu birimleri olduğundan, anlama sürecindeki düşüncenin bu birimlerden oluşan yapılar kurması da kaçınılmaz oluyordu. Bu yapılara model dendiğini biliyoruz. İşte bu sebepledir ki, Kök Türk tarihini bir model çerçevesinde araştırmayı denedim” (Divitçioğlu, 2000a: 13-14).
sencerREFİK
Sencer Divitçioğlu
Divitçioğlu çok üretken ve çalışkan bir sosyal bilimciydi. Köşe yazarlığının ya da TV yorumculuğunun şöhret cazibesine kendini kaptırmaması ve yaşamının sonlarına kadar çalışmaya, ayrıntılı ve büyük emek isteyen eserler ortaya çıkarmaya devam etmesi, Türkiye sosyal bilim dünyasında sık rastlanır bir şey değildir. Bununla bağlantılı olarak bilimi, yaratıcılık anlamında bir sanat olarak gördüğü gibi, bir zanaat olarak da gördüğünü tahmin ediyorum. Sencer Divitçioğlu, arkadaşı İdris Küçükömer’in aksine, yaratıcılığa zanaatkârlığı da eklemeye çalışmış gibidir.[4] Çalışmalarının hepsinde yoğun bir emek ve 1960’ların polemikçi ortamında bile, belirli bir ihtiyat havası hemen hissedilir. Divitçioğlu, aynı zamanda faydalı bir bilim insanı olmuştur. 1977’de kurduğu ve bugün hâlâ yayımlanmakta olan Toplum ve Bilim dergisi Türkiye’nin en önemli entelektüel kaynaklarından biridir.[5] Ayrıca, yıllarca hocalık yaptığı İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi ve Boğaziçi Üniversitesi’ndeki yakınlarının aktardığı üzere, “öğretmenlik” yanının da çok gelişkin olduğunu, bilgisini, eleştirilerini ve desteğini arkadaşlarından ve genç araştırmacılardan esirgemediğini biliyoruz. Bu özelliğini, 12 Eylül Darbesi’nin ardından 1402 sayılı yasayla üniversiteden atıldıktan sonra ve emeklilik yıllarında da korumuştur.[6] Türkiye’de “büyük hocalar” arasında bu da istisnai bir özelliktir. Tabii bunu yapabilmesini, hocalık ahlakına olduğu kadar, boş zaman yaratabilmesine de borçluydu sanıyorum. Bu boş zamanı da, başa dönersek, popüler işlerle zaman harcamaması sayesinde buluyordu. Dolayısıyla Sencer Divitçioğlu’nun kişisel ve akademik özellikleri, birbirini tamamlamış ve çalışkan, yaratıcı ve yardımsever bir bilim insanı ortaya çıkmıştır.
Fakat aynı zamanda, Divitçioğlu’nun kendi potansiyelini gerçekleştiremediği de ileri sürülebilir. Bana göre bunun temel nedeni, Türklüğünün Marksistliğinden de, iktisatçılığından da, tarihçiliğinden de önce gelmesidir. Çoğu zaman fark edilmeden ve üzerine düşünülmeden yaşanan bir imtiyazlar, alışkanlıklar, duygular ve düşünceler dünyası olarak Türklük, Divitçioğlu’nun çalışmalarını da gölgelemiştir. Bundan, belirli bir meseleye bir Marksist, bir iktisatçı veya bir tarihçi olarak baktığını zannederken, bir Türk Marksisti, bir Türk iktisatçısıveya bir Türk tarihçisi olarak bakmış olmasını kastediyorum. Dolayısıyla perspektifi bilimsel kavramlarla şekillendiği kadar Türklüğüyle de belirlenmiştir.
Bu sorun, eğer bir sorunsa tabii, ilk olarak konu seçiminde kendini gösterir. Örneğin ATÜT tartışmaları, gözlemlediğim kadarıyla, Türkiye’deki Ermeni ve Kürt sosyalistler için neredeyse hiçbir anlam ifade etmemektedir. Sanırım, Ermeniler ve Kürtler –varoluşsal ve neredeyse içgüdüsel bir şekilde- bu tartışmanın modern Türkiye tarihi anlamakta ikincil bir öneme sahip olduğunu biliyorlardı. Türk sosyalistler ve sosyal bilimciler ise Osmanlı üretim tarzı meselesine, hatta daha da geriye giderek Bizans ve göçebe üretim tarzlarına büyük önem verdiler. Fakat Ermeni ve Kürt meseleleri gibi çok daha yakın ve yakıcı konular çoğu zaman gündemlerine hiç girmedi. Bu tercihler, kanımca, hem belli konuları çocukluktan itibaren “susturan” bir habitus olarak Türklükle ilgilidir, hem de gerçekten açıklayıcı olan meselelerden bir kaçış yolu olarak işlev görmüşlerdir.[7]
Divitçioğlu’nun 1980’lerden sonraki konu seçimleri (Türk halkları, Türk devletleri, Türk kültürleri vb.) Türklüğüyle çok daha doğrudan bağlantılıdır. Bu belki Marksizm’i terk etmesiyle açıklanabilir (Ekinci ve Güldağ, 2012: 133-134), ama bana kalırsa daha çok -sosyalizmin ve sosyalist söylemin dünya ölçeğinde gündemden düşmesiyle birlikte- Divitçioğlu’nun asıl “özü”nün ve hâkim duygusunun su üstüne çıkmasıyla ilgilidir. Çalışma arkadaşı Prof. Ömer Gökay’ın dediği gibi, “Bence Sencer Divitçioğlu’nu herkes yanlış değerlendirdi. Sencer Hoca yerlidir, Türk’tür, özdür. (…) Hocada Türkçü bir taraf vardır, ‘özdür’ dediğim bu” (Ekinci ve Güldağ, 2012: 233). Divitçioğlu’nun kendisi de birkaç yıl önce yayımlanan nehir söyleşisinde bu Türklük damarını açıkça ortaya koymuştur: “Ben, Türk’ü yazarken, Türk’e övgüyü biraz kaçırmış olabilirim. Ama faşist anlamda değil. Irkçı anlamda asla değil. Türklük için kültür meselelerini öne getiriyorum. Bunlardan bahsetmek fena bir şey mi? Biz Türk kültürünü neden saklamayalım? Neden özümsemeyelim? (…) Osmanlı da sevmiyor Türk’ü. Dışarıdan karı almasından belli. Bakın bakalım, 10 sene, 20 sene sonra Türk var mı? Ben bu İkinci Cumhuriyetçilerden çok korkuyorum. Bu zihniyetten çok korkuyorum. (…) Türk’ün bekası söz konusu. Ne derseniz deyin…” (Ekinci ve Güldağ, 2012: 128)
Buradaki amacım, bu duygu ve düşüncelerin kendilerini eleştirmek değil. Vurgulamak istediğim nokta, bunların sosyal bilimlerin ve düşünce hayatının gelişmesinde engelleyici bir rol oynamalarıdır. Çünkü neye bakılacağını belirledikleri kadar, neye bakılmayacağını da belirlemektedirler. O bakılmayanlar ise, çoğu zaman en hayati konular olabilmektedir. Örneğin, modern Türkiye tarihini anlamak için, Divitçioğlu’nun tercihinin aksine, Göktürklerden ziyade Jön Türklere bakmak gerekir (Ekinci ve Güldağ, 2012: 183), çünkü Ermeni Soykırımı’ndan başlayıp Dersim Soykırımı’na kadar giden süreç Türkiye’nin sınıfsal, ideolojik ve kurumsal yapısını belirlemiş, düşünceler tarihini şekillendirdiği kadar duygular tarihini de şekillendirmiştir. Eğer mesele, sadece Orta Çağ Türk toplumlarını anlama çabası ise o zaman elbette ki Göktürklere bakılacaktır, fakat bu durumda da şu soru sorulabilir: Kişi, sözgelişi, neden Ermeni Soykırımı’nın Türkiye tarihini nasıl şekillendirdiğini değil de, Orta Çağ Türk toplumlarını merak eder? Daha genel olarak, Türkiye’de bazı konular neden hiç merak veya tercih edilmemiştir? Bu soruların cevabı kanımca önemlidir; çünkü merak etmek ve konu seçimi, hiçbir zaman “masum” veya sadece kişisel değildir. Bu nedenle, merakları ve tercihleri belirleyen derin ve çoğu zaman bilinçdışı olan mekanizmaların deşifre edilmesi önemli bir sosyal bilim faaliyeti olmalıdır.
Divitçioğlu, 1980 sonrasında yaşadığı değişimin doğal bir sonucu olarak, 1960’lardaki özgürlükçü, demokrat ve orduya mesafeli tavrını da değiştirdi. Aynı söyleşide Divitçioğlu şöyle diyor: “Atatürk bizler için, Atatürk’le çağdaş yaşayan gençler için ne çok şey yaptı… Kimse yapmadı diyemez. Kimsenin yapamadığını yaptı. Dokunulmazlığı vardı. Bizim evin önünden her gün bölükler geçerdi. Bu bizi çok heyecanlandırırdı. Askerleri ne çok severdik. Askerleri görünce gözümüz yaşarırdı. Şimdi bu askere neler yapıldığını görünce içim cız ediyor. Adamların, Evren’in de bize yaptıklarına rağmen” (Ekinci ve Güldağ, 2012: 126). Burada da sorun, kanımca Divitçioğlu’nun Atatürk’ü sevmesi değildir. Kendisinin de belirttiği gibi, Atatürk, Divitçioğlu gibi gençler için veya örneğin kentli kadınlar için çok şey yaptı ve karşılığında çok sevildi. Burada da yine asıl sorun, Atatürk’ün ve daha genel olarak Türk milliyetçiliğinin -bir şey kazandırmadığı gibi- çok büyük ve geri döndürülemez zararlar verdiği etnik grupları ve siyasal hareketleri görmemektir. Bunu görmemeyi ahlaki bir açıdan değil, Divitçioğlu’nun çok önem verdiği sosyal bilim pratiği açısından eleştiriyorum. Çünkü bazı olguları çok fazla görerek ve bazı olguları hiç görmeyerek,[8] Divitçioğlu, Türkiye tarihini ve toplumunu açıklama becerisini zaman içinde büyük ölçüde kaybetti. Kendi sınıfsal ve etnik kökenlerinin düşüncelerini ve duygularını en az kullandığı bilimsel kavramlar kadar etkilediğini fark etmediği için, bir tür ahlaki ve bilimsel haklılık yanılsaması da yaşadı.
Sonuç olarak, Divitçioğlu kendisinin de zaman zaman eleştirdiği resmi ideolojinin dışına çıkamamış, fakat Türklüğünü sorgulamadığı için çıkamadığını da fark edememiştir. Onun yaratıcılığını ve açıklayıcılığını kısıtlayan, bu farkına varamama ve bilim insanı olarak bakıyor zannederken, Türk olarak bakma halleridir. Bunun bilincine varılmadığı için, evinin önünden geçen Türk askerinin bir çocukta yaratmış olduğu duygu, o kişiyi yaşlılık yıllarında bir kez daha ele geçirebilmekte ve büyük emek verilmiş değerli eserlerde bir düşünce olarak tekrar ortaya çıkabilmektedir. Tabii ki, bu entelektüel zaaflar Divitçioğlu’na özgü değildir. Türklük halleri olarak tanımladığım bu zaaflar Türkiye’de öne çıkmış entelektüellerin büyük çoğunluğunda gözlemlenebilir, fakat çok az sayıda Türk entelektüel, Divitçioğlu kadar yaratıcı ve çalışkan olabilmeyi başarabilmiştir. Dolayısıyla, söylemek istediğim, üzerine düşünülmeden yaşanan bir duygu ve düşünce dünyası olarak Türklüğün kendi kuşağında belki de en çok Sencer Divitçioğlu’nu sınırlandırmış olduğudur. Bu da, Türkiye düşünce dünyasının büyük bir potansiyelden yeterince yararlanamaması sonucunu doğurmuştur.
Not:
[1] Örneğin Avcıoğlu (Avcıoğlu, 1966), Divitçioğlu’nun 1966 tarihli kitapçığı üzerine yazdığı bir eleştiride Batı’nın ATÜT kavramını kullanarak Doğu’yu düşük bir uygarlık seviyesinde göstermeye çalıştığını iddia eder. Divitçioğlu ise cevap yazısında (Divitçioğlu, 1966b) ATÜT kavramının “kerim devletçiliğin özel bir türü olan kapıkulu sosyalizmi”ni kurmak isteyenler için rahatsız edici olmasının doğal olduğunu söyler.
[2] Bülent Ecevit, Ortanın Solu adlı kitabında klasik Osmanlı düzeninde devlet iktidarının adil, yumuşak ve çok sınırlı olduğunu, bunun da Türk toplumunda belirli bir demokrasi ve eşitlik duygusu yarattığını iddia etmiştir. Osmanlı’nın son yüzyılında bu yapı biraz bozulsa ve devlet ceberutlaşsa da, halkın eşitlikçi ve demokratik alışkanlıkları devam etmektedir. Dolayısıyla halk, sosyal demokrasiye hazırdır ve CHP iktidara geldiğinde tekrar demokrat, adil ve “halkın benim diyebileceği” bir devlet inşa edecektir  (Ecevit, 1973: 46-50, 54, 100-101).
[3] Bu üç isim 1960’lı yıllarda Yön’cü ve MDD’ciler tarafından genellikle birlikte anılmıştır. Örneğin MDD’ci Şahin Alpay, Aydınlık Sosyalist Dergi’de 1969’da yazdığı bir yazıda (Alpay, 2013), Aybar, Divitçioğlu ve Küçükömer’in hedefinde emperyalizm ve işbirlikçilerinin değil, bürokratların olduğunu söylemiştir. Mahir Çayan da aynı çizgiyi, başka bir nedenle Sadun Aren’i de ekleyerek, pasifist, oportünist, korkak ve tabansız olarak niteliyordu (Çayan, 2013: 85-86).
[4] Divitçioğlu Küçükömer’i, birçok övgüyle birlikte, şu sözlerle eleştirir: “İdris çok çalışkan, çok muhalif, solculuğa inanmış, saf, hırslı… İdris bilim için çalıştı. (…) Ama bir sistemi olan bilimci değil. Bir sistemi yok. Çok önemli özellikleri var. Çok namuslu. Çok iyi arkadaş. Fakat bilimsel gözlükle bakınca durum bu.”  (Ekinci ve Güldağ, 2012: 103).
[5] Divitçioğlu, Toplum ve Bilim’in kurucu editörüdür. Derginin ilk yıllarının yayın kurulunda Asaf Savaş Akat, Yılmaz Akyüz, Korkut Boratav, Cevat Çapan, Tuncay Çavdar, Çağlar Keyder, İlber Ortaylı ve Zafer Toprak vardır.
[6] Kişisel olarak buna ben de tanık oldum. Beni hiç tanımadığı ve bilmediği halde, Aybar hakkındaki yüksek lisans tezimi ve Osmanlı’nın kuruluşu hakkındaki doktora tezimin bir bölümünü okumuş, ayrıntılı eleştiri ve önerilerde bulunmuştu.
[7] Türkiye’deki sosyalistlerin önemli bir bölümünün, özellikle 1990’lara kadar, Marksist enternasyonalizmi kendi ülkelerinde yaşanan etnik ve ulusal sorunlardan şerefli bir kaçış yolu olarak kullandıklarını düşünüyorum.  Soyut enternasyonalist veya Marksist ilkeler bahane edilerek, önlerindeki somut enternasyonal sorunu ciddiye almamayı daha kolay ve konforlu bulmuşlardır. Ermeni ve Kürt meselelerine zorunda kalınmadıkça girilmemiş, girildiği zaman ise bu meselelerin emperyalizmin ve gerici sınıfların Türkiye’deki işçi sınıfını bölme amaçlı bir oyunu olduğu iddia edilmiştir. Ermeni ve Kürt meselelerinin kökeninde yatan İttihatçı ve Kemalist zor ve asimilasyon politikalarına gerektiği gibi değinilmesi, Kemalizm’den kesin bir kopuş anlamına gelecek, bu da yoğun bir devlet, mahalle ve aile baskısını beraberinde getirecekti (tabii ki bunun İsmail Beşikçi ve İbrahim Kaypakkaya gibi önemli istisnaları vardır ve bu istisnalar muhtemelen bu kişilerin sınıfsal kökenleriyle ilgilidir). Bu düşünceyi başka bir yazıda geliştirmeye çalışmıştım (Ünlü, 2012).
[8] Türklük belli görme, duyma, duygulanma, ilgilenme ve bilgilenme halleri olduğu kadar, belli görmeme, duymama, duygulanmama, ilgilenmeme ve bilgilenmeme halleridir. Bu negatif haller Türklük için hayatidir, çünkü Türklüğün pozitif halleri, yani belli düşünme ve duygulanma biçimleri, ancak belli şeyleri görmeyerek, duymayarak ve bilmeyerek mümkün olabilmektedir. Bu negatif haller aynı zamanda birer imtiyazdır, çünkü bir ülkede ancak egemen etnik/ırksal grubun görmeme, duymama, ilgilenmeme vb. gücü vardır ve bu güç sayesinde kişinin konfor kaçıracak konulardan kaçınma imtiyazı doğar. Fakat bu imtiyaz, imtiyazsız grupların direnişiyle ortadan kaldırılabilir. Başka bir deyişle, imtiyazsızlar kendilerini çeşitli araçlarla görünür ve duyulur kılarlar. Türkiye’de son yıllarda böyle bir sürecin yaşandığını ve bunun sonucu olarak Türklüğün pozitif hallerinin de artık sürdürülemez hale geldiğini düşünüyorum. “Türklük Krizi” olarak adlandırdığım bu süreci de bir yazımda analiz etmeye çalışmıştım (Ünlü, 2013).


KAYNAKÇA
Alpay, Ş. (2013), ‘Türkiye’nin Düzeni Üzerine’, Emir Ali Türkmen (der.), Türkiye Sosyalist Solu Kitabı 1, Ankara: Dipnot Yayınları, 281-332.
Avcıoğlu, D. (1966, 24 Haziran), ‘S. Divitçioğlu’nun Kitabı Üzerine’, Yön, 169.
Çayan, M. (2013), Toplu Yazılar, Ankara: BirGün Kitap.
Divitçioğlu, S. (1966a), Asya Tipi Üretim Tarzı ve Az-Gelişmiş Ülkeler, İstanbul: Elif Yayınları.
— (1966b, 8 Temmuz), ‘D. Avcıoğlu’nun Yazısı Üzerine’, Yön, 171.
— (1967), Asya Üretim Tarzı ve Osmanlı Toplumu, İstanbul: İstanbul Üniversitesi Yayınları.
— (1971), Marksist “Üretim Tarzı” Kavramı & Devlet ve Artık-Değer (İki Deneme), İstanbul: İstanbul Üniversitesi Yayınları.
— (1976), Değer ve Bölüşüm: Marxist İktisat ve Cambridge Okulu, İstanbul: İstanbul Üniversitesi Yayınları.
— (1977), ‘Yeniden Üretim ve Üretim Tarzı Genel Teorisine Giriş’, Toplum ve Bilim, 2, 133-156.
— (1978), ‘Marxist Dönüşüm Sorunu: İkili Yorum’,Toplum ve Bilim, 5, 24-36.
— (2000a), Kök Türkler: Kut, Küç, Ülüg, İstanbul: Yapı Kredi Yayınları.
— (2000b), Oğuz’dan Selçuklu’ya: Boy, Konat ve Devlet, İstanbul: Yapı Kredi Yayınları.
— (2006), Orta-Asya Türk Tarihi Üzerine Altı Çalışma, Ankara: İmge Yayınları.
— (2008a), Osmanlı Beyliği’nin Kuruluşu, İstanbul: Eren Yayıncılık.
— (2008b), Meta Tarih-Ege Beylikleri & Meta History-Egean Beyliks, İstanbul: Eren Yayıncılık.
Ecevit, B. (1973), Ortanın Solu, Ankara: Tekin Yayınevi.
Ekinci, İ. ve Güldağ, H. (2012), Sencer Divitçioğlu Anlatıyor, İstanbul: Yapı Kredi Yayınları.
Ünlü, B. (2012), ‘‘Türklük Sözleşmesi’ ve Türk Solu’,Perspectives,http://tr.boell.org/sites/default/files/perspectives_toplu_3.pdf, Son Erişim Tarihi: 13 Ocak 2015.
— (2013), ‘Türklük ve Beyazlık Krizleri: Türkiye ve Güney Afrika Üzerine Karşılaştırmalı Notlar’, Birikim, 289/290, 103-111.

Kaynak: https://modusoperandidergi.com/2016/04/02/sayi1-unlu/

0 yorum:

Yorum Gönder