Çalışma, “Derviş Gruplarının Açılıp
Serpilmeleri” bölümünde de vurgulandığı gibi üç grupta sınıflandırılabilecek
tarihsel kaynaklara dayandırılmıştır; derviş gruplarının toplumu reddedişlerine
paralel olarak işleyen bilgi rejimine de tavır alışları ve yaşam biçimlerine
dair pek yazmamaları sonucu onların sadece zahid pirlerinin menkıbelerini
anlattığı kayıtlar, kültürel seçkinlerin büyük çoğunluğu tarafından ancak başka
ilgi ve uzmanlık alanını ilgilendirdiği ölçüde derviş gruplarının ele alınmış
olması ve bunun sonucunda not edilmiş üstünkörü bilgiler, son olarak da toplumu
yok saymalarından ötürü rahatsızlık duyan aleyhtarlarının onları esasen yermek
için yaptıkları uzun ve bağımsız çalışmalar. Bu sonunculara elbette Avrupalı
gezginlerin dışsal bakış süzgeciyle ortaya koydukları metinler de eklenebilir.
Karamustafa’nın
çalışması esas olarak aleyhtarların ve Avrupalı gezginlerin yergi dolu
çalışmalarına odaklanmış, sonuç olarak Haşhaşilere dair yoğun spekülatif
tarihsel çıkarımların bir benzerinin derviş grupları için de yansıtılması söz
konusu olmuştur. Karamustafa bu problemi pirlere dair menkıbelere ve başka
alanlara dair çalışmalardan elde edilen bilgilere dayanarak aşmaya çalışmıştır.
Bir grubun tarihsel aleyhtarlarının iddialarına temkinli yaklaşmak gerektiği
ortadadır. Özellikle kuraltanımazlık boyutunda serdedilen örneklerin olumsuz
içeriklerinin genellikle son gruptaki eserlerle doldurulması söz konusudur. Bu
anlamda karikatürize bir örnek, Şeyh Kadı Zahireddin Muhammed’in Şehrizur’daki
bir camide yaşadıklarına dair tanıklığının İran’da Kalenderilerin varlığına bir
delil olarak gösterilmesidir; Akşam olunca on cavlak camiye gelip kapıyı
arkadan kitlemişler, haşhaş suyu hazırlayıp içmiş ve sema yapmışlar, en sonunda
Zahireddin’in anlatmayı uygun bulmadığı işlere –muhtemelen livataya-
girişmişler. Bu anlatının aktaranının sapkın zühdün aleyhtarı ve Moğolları
Kalenderlere karşı sert tutumlarından ötürü şiddetle öven Muhammed-el Hatib
olması dikkate değerdir. Keza el-Hatib’in Kalenderlerin ilk ortaya çıkışını
anlattığı kitabını Kastamonu’da yerel bir okuyucu kitlesine yönelik olarak
–muhtemelen bu kendini bilmez sapkınların tehdidine karşı uyarmak için-
yazdığını belirtmek gerekir. Ayrıca ünlü filozof Nasreddin Tusi’nin Kalenderler
için Hülagu’ya “bu dünyanın fazlalıklarıdır” tanımını yapmış ve öldürülmelerine
yol açmış olması çarpıcıdır ve günümüz Selefilerinin Şiilere müslüman
olmayanlardan daha fazla düşman kesilmesine benzer bir görünüm arz etmektedir.
Sapkın dervişler üzerine kitap büyüklüğünde bir suçlama yazmış seçkin Osmanlı
Sufisi Vahidi’nin de başvurulan başlıca isimlerden biri olması dikkat
çekicidir.
Yüksek kültüre
dahil sufilerin yargılarını tekrarlayan Menavino da zahidlerin bir kasabaya
topluca girerek ‘felaket oyunu’ oynayıp köylüleri kandırdıklarını ve paraları
cukkaladıklarını iddia etmektedir. Ancak Cemalleddin Savi, Kutbeddin Haydar ve
Otman Baba gibi kurucu pirler asla sadakayı kabul etmeyen bir profil
çizmişlerdir. Hatta Otman Baba’nın bu konuda fazla hassas olduğu da
belirtilmektedir. Seçkin sufilerin diğer sufi tarikatlarını zaman zaman
dilencilik yaptıkları için küçümsemesi de söz konusudur. Daha sonra Hacı Bayram
Veli’nin talebesi olacak Akşemseddin’in onunla tanışmadan evvel pazarda
dilendiğini görüp ayıpladığı ve yüz çevirdiği anlatılır.
Ancak
Karamustafa’nın sapkın zahidlik İslam tarihi içerisinde değerlendirilirken
konunun “halk dini” kategorisine sokularak karaktersizleştirilmesi noktasındaki
itirazı yerindedir. Bu yaklaşım, İslami literatürün diline de hakim olan
avam-havas ayrımının günümüze uzanan yönünü yansıtmaktadır. Köprülü’nün sapkın
zahitlik gruplarına tabi olanların genellikle alt sınıflar olduğu ve bu nedenle
hazmedilmemiş “panteistik” inançların onlarda reenkarnasyon, Tanrı’nın insanda
vücut bulması ve toplumun reddi gibi ‘ilkel’ inançları doğuracağını iddia
etmiştir. Genel olarak ise, İslam dindarlığı iki katmanlı modele indirgenmiş
sapkın zahidliğin arayışları “tektanrıcılık içindeki çoktanrıcı gereksinimlere
bağlanmış”, yani halk dini içinde barınan geçmiş inanışların birer dışavurumu
olarak kabul edilmiştir. Karamustafa’ya göre bu grupların açıklaması yine İslam
içinde bulunmalıdır.
Sapkın zahitlik
yanlısı dervişlerin de tersten inşa edilmek istenen toplumsal bir kimlik
arayışında oldukları söylenebilir. Çünkü toplumu yadsırken bile aslında toplumu
yıkıcı bir muhalefetle hedefe koymaktaydılar. Karamustafa, sünnetin zühdcü
görünümünü devreye sokarak dünyayı benimseyen müslümanlara meydan okumanın ve
peygamber imgesini özenle inşa ederek dünyayı benimseyen bir dindarlıkla yanıt
vermenin imkanlar dahilinde olduğunu belirtmektedir, dolayısıyla genelde
Ortodoksi-Heterodoksi çatışmasını, özelde Sufilik-Sapkın Zahitlik çatışmasını
bu pencereden değerlendirebilmek mümkündür. Kinberg’in mal ve servet kayıran
hadislerin ancak burjuvazinin yükselen iktisadi gücüne bir ortaya çıktığına
dair tezine benzer biçimde zühd karşıtı hadislerin de zahidlerin halk arasında
etkinlik kurmaya başladığı dönemde dolaşıma sokulmuş olması olasıdır. Bu
dolaşımın başını tutanların zahidleri Hristiyan keşişlerine benzetenler olması
da ilginçtir
Otman Baba’nın
manevi yetkiye dair görüşleri üzerinde tartışılmaya değerdir. “Alimler
peygamberlerin varisleridir” hadisiyle aktarılana yakın bir anlayışla –aslında
Şiilerin “veliler peygamberlerin varisleridir’ yorumunu da taklid ederek-
veliliğin peygamberliğin ‘çobanı’ olduğunu, yani geçerliliğini ebedileştirme ve
teyid etme görevi olduğunu belirten Otman Baba, bunun inkarının küfre denk
düştüğünü öne sürer. Bu imtiyazı da Kalu Bela’da sorulan “Ben sizin Rabbiniz
değil miyim?” sorusuna velilerin cevap vermeye tenezzül etmediğini iddia ederek
inşa etmeye çalışır. Çünkü, velilerin Allah’la olan bağları ayan beyan
ortadadır, ikrara hacet yoktur. Yine “Benim dostlarım benim cübbem altındadır”
biçimindeki hadis-i kudsiye dayanarak Sufilerin tekkeler üzerindeki gösterişçi
otoritesini sarsmak istemiştir. Cemaleddin Savi ve Kutbeddin Haydar’dan farklı
olarak Rum Abdalları’nın yıldızı Otman Baba sadece topluma değil, özel olarak Sufi
işletmelere ve politik dini seçkinlere de çatmaktan geri durmamıştır.
Rum Abdallarının
çalışmada belirtilen iki özelliği anılmaya değerdir; Genel olarak yerde uyuyup
İsrafil’in surunu çağrıştıran bir boru sesiyle uyanırlar, her sabah yeniden
dirilişi taklid ederlermiş. Ayrıca, öğle yemeği için dilenerek elde ettikleri
yemeğin artakalan kısmını geri vererek bunların yoksullara sadaka olarak
verilmesini sağlar ve bu davranışı her öğün için tekrarlarlarmış. Kanuni
döneminde Seyyid Battal Gazi tekkesi hakkında -İsmet İnönü’nün Şark Raporu
misali- bir rapor hazırlayan Eskişehir Kadısı İşreti’ye göre, hocasıyla kavga
eden talebe, ağasından kopan tımarlı sipahi, babasına kızan genç buranın adını
sayıklamaya başlıyor ve bazısı yollara düşüyordu.. Yani, söz konusu tekke,
hayal kırıklığına uğramış isyankar ruhlar için adeta bir cazibe merkezi haline
gelmiştir. Kanuni’nin rapor sonucu verdiği –nispeten ılımlı- yaptırım kararı
ise Rum Abdalları’nın toplumsal meşruiyetinin derinliğini yansıtmaktadır.
Karamustafa’nın
1584 yılına dair aktardığı bir vaka, farklı maddi çıkarlardan ötürü ‘dış
mihrak’ ve ‘vatan hainliği’ temalı suçlamaların nasıl da hemen işler hale
getirebileceğini leziz bir biçimde özetlemektedir; İstanbul kadısına dönemin
padişahı tarafından İstanbul’daki bir Haydari zaviyesini denetlemesi görevi
verilir. Daha evvel kimi kent sakinleri tarafından ‘Safevi İran ile temas
halinde olan dinsizler’ suçlamasına maruz kalmış dervişler dilekçe yazarak
arsalarını ele geçirmek için iftira atıldığını belirtip iddialarını
tanıklıklarla kanıtlamışlar ve zaviyenin kapatılmasını engelleyebilmişlerdir.
Sultan da kadıya gönderdiği fermanla dini hukuka aykırılık içeren kentli
iddialarının yeniden gözden geçirilmesini buyurmuştur. Heterodoksi
düşmanlığıyla maddi çıkarların iç içe geçtiği bu örnek günümüzün siyasal süreçleri
için de oldukça anlamlıdır.
16.yüzyılda
Osmanlı, Safevi, Özbek ve Moğolların imparatorluk düzenlerini perçinlemelerinin
sapkın derviş gruplarının daha sıkı örgütlenmelerine yol açtığını ileri süren
Karamustafa’ya göre, Sünni-Sufi ittifakının merkezi baskısıyla yüz yüze gelen Şii
yönelimli Osmanlı Abdalları’nın Bektaşilik içerisinde eriyerek tutunmaya
çalışmaları gerekmiştir. Burada önemli bir husus, Moğol İstilaları ve Haçlı
Seferleri ile istikrarsızlığa bürünmüş coğrafyalarda sapkın zahidlerin tomurcuklanmasının
hız kazanmasıdır. Ancak Karamustafa, bu tür derviş gruplarının belirgin birer
unsur haline gelmesini büyük ölçüde Sufi-sapkın zahid diyalektiği ile
açıklamakta ve politik atmosferin kaotik niteliğine pek değinmemektedir.
Sapkın derviş gruplarının
önde gelen şahsiyetlerinin seçkinlerden ve onların çocuklarından oluşuyor
görünmesi, bir bakıma Buda’nın saraydan çıkıp doğaya dönüşüyle, kitapta değinildiği
gibi 1960larda ABD’de ortaya çıkan Hippi hareketiyle ve hatta ailesinin
günahını üstlenmek istemeyen burjuva çocuklarının başka bir hayat güzergahı
tercih etmeleriyle özdeşleştirilebilir. Mevzubahis bakış açısı, çalışmada
baba-oğul temsiliyle açıklanan Sufi-sapkın zahid diyalektiğine de uygunluk arz
eder.
Rufailik,
Bedevilik ve Mağrib’de İsave gibi Arap toplumlarında ortaya çıkmış hareketlerin
zaman zaman toplumun genel dini yaşayışından büyük kopuşlar gerçekleştirseler
de topluma yönelik köklü protesto hareketleri olmadığını savunan Karamustafa,
sapkın derviş zahidliğinin Arap toplumlarında yankı bulmadığı tespitini yapar
ve Araplar arasında etkili olan Kalenderlik ve Haydarilik’in de Araplar
tarafından İran menşeili olgular olarak algılandığını savunur. Bu durum,
muhtemelen Arap toplumunun dinamikleriyle şekillenen ve dindarlığı temsili eden
kurumların sonradan Müslüman olan toplulukların kültürlerine yönelik
kapsayıcılığının eksikliğiyle açıklanabilir. Dolayısıyla, Arap olmayan
topluluklar Sünni-Sufi ittifakına daha gürültülü tepkiler vermeye eğilimli
olmuşlar ve muhalefetlerini kurgularken tarihi Şii itirazından da
beslenmişlerdir.
Karamustafa’nın
ileriki araştırmalar için vurguladığı mühim bir sorunsal, Sufiliğin içinden
sapkın derviş hareketlerini çıkaran toplumsal güçlerin, devlete angaje ulemaya
karşı da ‘öze dönüşçü’ tavır alışların sahibi alimleri türetip türetmediğidir. Bu-dünyaya
boğulmuş ve toplumsal, politik meşruiyetlerini korumaya çalışan ulemaya karşı İbni
Teymiye ve Mehmet Birgivi gibi ‘bağnaz’ reformcu kanat saldırılarının doğmuş
olması, gerçekten de geliştirilmeye ve genelleştirilmeye açık bir alan olarak
durmakta; hatta –el-Azmi’nin belirttiği üzre- 20.yy’da İslam toplumlarındaki
seküler devletlerin ikna ediciliğini yitirererek zayıflaması ve İslamcılığın
–günümüzde özellikle Selefiliğin- önce retorik, sonra fiili düzeyde merkezi
ve/veya resmi ulemayla kapışması, söz konusu izleğin devamlılığını
hissettirmektedir. Denilebilir ki; nasıl sapkın zahidliğin yayılması Moğol
İstilaları ve Haçlı Seferleri sonucu parçalanmışlığın derin etkilerini
taşıyorsa, Ortadoğu’da Selefi hareketin revaç bulması da toplumsal
meşruiyetleri zayıflayan ve hatta son dönemde kaba askeri gücünü de yitirmeye
başlayan devletlerin çözülmesi neticesinde oluşan politik
kaos ortamından büyük oranda faydalanmıştır.
Ali Altıntaş
0 yorum:
Yorum Gönder