Merhabalar, Anadolu'nun İslamlaşma sürecinde önemli bir tarihsel aralığa tekabül eden ve İslam'ın ikinci koşusu olarak adlandırılan 11. ve 13. yüzyıl arasındaki dönemde cereyan eden olaylara dair okuma notlarını paylaştığımız blogumuza hoşgeldiniz.

2 Şubat 2015 Pazartesi

Bizim Masal Kahramanımız: Ahmet Yesevi - YAVUZ SOYSAL

07:54 Posted by Bedri Münir , No comments
İslam’ın ikinci koşusu okumaları kapsamında okuyup anlamaya çalıştığımız kişiler (Ahmet Yesevi, Hacı Bektaş, Mevlana, Ahi Evren, Yunus Emre gibi) yaşam hikayeleri kesin olarak bilinmeyen adeta masal kahramanlarıdır. Etkileri çok büyük olmasına rağmen hayat hikayelerinin bu kadar bilinmez olmasının çeşitli sebepleri var. Biz akademinin ilgileneceği bu sebeplerden daha çok onların inşa ettiği iklimle, atmosferle, anlayışla ilgileniyoruz. Bunun için teorik çıkışlı bir okuma gerekir. Buna masal yazmak diyorum. Değilse bizde tarih resmi tarihtir hiç bir ufuk açmıyor, yeri ilkokul sıralarıdır. Solidarist çerçeveyi aşmamız şart. Bunun için masal yazıyoruz. Büyüklere masal.

Yalçın Küçük’ün sözleriyle söylersem “kaç kişi inanır; sayı, karpuz ticaretinde önemlidir. Ben bu masala bir kişinin inanması halinde de resmi tarihin tarih olduğuna inanıyorum.” Alıntıya devam, “ampirist bir yaklaşımdan uzağım, Einstein’in “önce teori” düsturuna bağlıyım; demek ki teoriyi kurduktan sonra maddeye iniyorum. O halde masal teoridir, tekrarlıyorum.” “Pek masalsız bir toplumuz. Derinlikten yoksunluk ve sığlık, bürokratizmin tarifleri arasındadır; bürokratizm güç giymiş sığlıktır ve masalsızlık da budur. Sığ toplumların masalı yoktur veya azdır; biz de Dede Korkut’unki bir yana bırakılırsa, nerede ise, masal fakiriyiz. Ütopyacılar geleceği gözlüyorlar. Masalcılar daha çok geçmişe bakıyorlar. Masal da aklın sınırlarını taşırma işidir. Masallar çok zaman gerçeğe çok daha yakındırlar.” Ahmet Yesevi de hayat hikayesinin menkıbelerle dolu karmaşıklığı ve muazzam etkisiyle bir masal kahramanıdır.

Ansiklopedik bilgileri vereceğim; lakin önce güzele ve umutsuzluğa dair birkaç alıntı. Belki açıklayıcı olur. Önce güzele ve ölüme dair Kamil Yıldız’ın yazısından alıntılar: “Kültürümüz ölüme hazırlık kültürü. Güzelin karşısında bir eğitimden geçmediğimiz için hayatı varlık olarak değil yokluk olarak kavrıyoruz. Umuttan ziyade korku duyarak… (…) Ölümün bir korku olarak ortaya çıkması daha önceki aldanışın sonucudur. Kötü bir yaşamın kıskançlık da öyle. (…) Güzellikten varlık, varlıktan umut doğar, yokluktan ise korku. (…)Kalabalık ya da halk başlangıçtaki emin yerimizdir, orada kendimizi eğitiriz, uçmayı öğreninceye kadar. “Güzel, bütün bunların Ahmet Yesevi ile bir ilgisi var. Türklerin dini hayatında çok tesiri olan ve aynı zamanda 63 yaşında girdiği kuyuda uzun yılar kalan bir adamdan bahsediyoruz.63 yaşında dervişlerine bir insanın sığabileceği bir kuyu kazdırıp rivayete göre orada 125 yaşına kadar yaşaması ölüm korkusuyla mı, umutsuzlukla mı, güzele dair fikriyle mi izah edilmeli. Bu davranışında inanan için bağışlanmanın emniyetini göremiyoruz. Kendini sürekli kınayan bir hal var. Bağışlanmayı ummanın sonucunda ortaya çıkacak emniyetle tatmin olmanın ötesinde, belki sadece ariflerin kavrayabileceği bir yücelmenin ve bunun verdiği neşe ve umudun izlerini görebiliriz. Kuşku ile başlayan bir korku ve bundan kaynaklanan bir emniyetsizlik. Ya da her aşamada aşkın olanla geliştirilen ilişkinin yeni sayfalar, yeni durumlar açması… Bizim umutsuzluk diye gördüğümüz belki de sadece muhatabının alabileceği bir lezzetle birleşen başka umutlardır. Burada Turgut Uyar’a gidelim, biraz umutsuzluğa.

Turgut Uyar şöyle diyor: “Herkes için geçerli, kadın, erkek, çocuk, yaşlı… Mutluluk, bir orta çağ duygulanmasıdır. Mutluluk duygusu tam bir budalalıktır… Bütün geçmişini ve geleceğini bütün umutsuzluğuyla içinde taşır. “Tanımlanabilen anlamıyla “yaşama sevinci” yok benim yazdıklarımda. (…) Ama insanın yaşamasını anlamlı kılan birim elbette vardır. Kimilerinin yaşama sevinci diye övüp bir yerlere oturtamadığı duygu bende (…) hayata övgü, hayata saygı ve yaşama direncidir. Bu direnç içinde sevincin payı, yarından azdır. “Niçin umutlu olayım! Çünkü umutsuzluğun, insanı umuttan daha güçlü bir iten, bir şeyler yapmaya zorlayan bir duygu olduğuna inanıyorum. En azından kendi adıma denedim, bildim. (…) Ben şiirin çıkmazda olduğunu söylediğimde, çıkmazın insanı bir çıkar yol bulmaya zorlayan en önemli durum olduğunu anlatmak istemiştim. Umutsuzluğun kişiyi umudu yakalamaya, bulmaya zorlayan bir duygu olduğuna inanıyorum.”

“Ben hep sıkıntılıyım. Yani bir adamın canı sıkılır, o benim. Çünkü bana en yaraşan durumdur sıkıntılı olmak. Ben silahsız bir askerim de ondan.(…)Bir sıkıntıyı ısrarla büyüterek, asıl büyük sıkıntıya ısrarla giden tümün attığı çekirdek. Pis bir köleliğe ve sonsuz çılgınlığa varacak bir oluşumu sıkıntıyla bekleyen bölünmez varlığın beni. Ondan severim sıkıntıyı. Sevincin o amansız, o aşağılayıcı bönlüğünden korur beni. (…) Ve mutsuzluk büyük bir umut gibi çekiyor kendine beni. Değişiyorum ve çoğalıyorum gibi.”

Turgut Uyar için aslolan mutsuzluk, can sıkıntısı ve uyumsuzluktur.

“Mutluluk evrenseldir kolayca bölüşülür/ Kolayca hazırlanır kendiliğinden”

“Mutsuzluktan söz etmek istiyorum/ Dikey ve yatay mutsuzluktan/ Mükemmel mutsuzluğundan insan soyunun/ sevgim acıyor.”

Dervişlerin, erenlerin arayışlarına bu satırları düşünerek bakmak verimli olabilir. Bu durum Yunus Emre’de zirvededir, Mevlana’da da öyle. Tasavvufun nice zorluklardan sonra hürriyete doğru insanı götüren yolu, bu çıkmaza, umutsuzluğa hayret makamından geliştirilen bir cevaptır. Gerçekten her şey hayret edilesidir. Kainat, hayat ve insan. Belki şaçmadır her şey. Albert Camus’nün saçması. Bu adamlar bütün bu karmaşanın, bunalımın aynı zamanda devam etmekte olan hayatın türlü sıkıntılarının ortasında insanlara insanca bir seçenek sunmuşlardır.
Umutsuzluk ve çıkmaz insanın sınırlarını iyice ona bellettikten sonra bir çıkar yol bulmak için azmetmesini sağlayan duygulardır. Nice arayışların, sıkıntıların, çıkmazların sonunda Allah’a doğru giden hürriyet yolunun kapıları aralanır. Bunun için çaba gerekir. Burada çaba, külli olandan parça taşıyan biz insanın potansiyelinin, imkanlarının açığa çıkmasıdır. Artık o aşamadan sonra her şey eşittir. Yaratılış varsa eşitlik olacaktır. Allah her şeyi eşit yaratmıştır. Çünkü Allah cömerttir insana karşı pek merhametlidir. Eğer Allah cömertse açlık yoktur, zulüm yoktur, kula kulluk yoktur.

Peygamberimiz Hira’da umutsuzluk ve çıkmaz içinde bir yol ararken bu çabaya karşılık olarak, vahiy, umut ve çare olarak gelmiştir. Artık Muhammet (as.) Mekke’nin bütün çıkmazları içinde okumaya çalıştığı hayatı, yaratan Rabbi’nin adıyla yeniden okuyacaktır. Böyle okuyunca perde aralanır, sorular cevap bulur.

Ahmet Yesevi’de ve diğerlerinde cahillere, dünyaya dalıp gidenlere, çıkarından başka bir şey düşünmeyenlere karşı sürekli bir eleştiri vardır. Herkesin bu dünya tantanası içinde çöküşüne karşı duyulan bir sızı, bir acı vardır. Diğer yandan sofular, müftüler eleştirilir. Divan- ı Hikmet’ten:

Dünya benim diyenler, cihan malını alanlar/ Kerkes kuş gibi olup, o harama batmışlar.
Molla müftü olanlar, yalan fetva verenler/ Akı kara kılanlar cehenneme girmişler
Kadı imam olanlar, haksız dava kılanlar/ Eşek gibi olarak yük altında kalmışlar.
Rüşvet alan hakimler, haram alıp yiyenler/ Parmağının dişleyip korkup durup kalmışlar
Tatlı tatlı yiyenler, türlü türlü giyenler/Altın tahta oturanlar toprak altında kalmışlar
Mümin kullar,sadıklar,sıdkı ile duranlar/ Dünyalığın saf edip cennet hurun kucaklamışlar
Kul Hace Ahmed bilmişsin, Hak yoluna girmişsin/ Hak yoluna girenler Hak didarın görmüşler.

ANSİKLOPEDİK BİLGİ

Türklerin dini-tasavvufi hayatında geniş bir tesir icra eden ve “pir-i Türkistan” diye anılan Mutasavvıf şair Ahmet Yesevi, Batı Türkistan’daki Çimkent şehrinin Sayram kasabasında doğdu. Babası Hz. Ali soyundan geldiği kabul edilen, kerametleri ile tanınan şeyh İbrahim, annesi Ayşe Hatun. Önce annesini ardından babasını kaybediyor. Yesi şehrine gidiyor ve oraya yerleşiyor. Menkıbelere göre, yedi yaşında Hızır’ın delaletine nail olan Ahmet Yesevi Yesi’de Aslan Baba’ya intisap ederek ondan feyz almaya başlar. Arslan Babanın vefatından sonra Buhara’ya gider. Şeyh Yusuf el-Hemedani’ye intisap eder. Şeyhi ölünce irşad postuna oturur.

Altmış üç yaşına geldiğinde geleneğe uyarak tekkesinin avlusunda müridlerine bir çilehane hazırlatır, vefatına kadar burada ibadet ve riyazetle meşgul olur. Çilehanede ne kadar kaldığı belli değildir, fakat ölünceye kadar buradan çıkmadığı ve hücrede vefat ettiği bilinir. Burada araya girip 63 yaşın artık tıbbın gelişmesiyle orta yaş olmaya başladığını, ölüme hazırlanmak şöyle dursun bu yaştakilerin kendilerini hala tığ gibi delikanlı görme telaşında olduklarını belirteyim. Devam edelim.

Kendinden çok sonra yaşayan Timur’un rüyasına girmiş ve ona zafer müjdesini vermiştir. Timur zafere erişince, Türkistan ve Kırgız bozkırlarında nüfuzu iyice yayılmış olan Ahmet Yesevi’nin kabrini ziyaret için Yesi’ye gelir. Kabrin üstüne devrin mimari şaheserlerinden olan bir türbe yapılmasını emreder. Yedi bin kişinin kelesini kesip üst üste dizen Timur’un öldükten yaklaşık 250-300 yıl sonra Ahmet Yesevi’nin Türkler üzerindeki derin etkisinden yararlandığını, onlar üzerindeki meşruluğunu böyle sağlamaya çalıştığını görüyoruz. Ahmet Yesevi’nin türbesi civarına gömülmek bozkır göçebeleri için –şimdi bile devam eden-ayrı bir değer taşır.

Ahmet Yesevi’nin Yesi’de irşada başladığı zamanlar aynı zamanda Türkistan’da kuvvetli bir İslamlaşma, yanı sıra yayılan tasavvuf hareketleri vardır. Bu yıllarda Meveraünnehir’i idaresi altında birleştiren Sultan Sencer vefat etmiş (1157), Harzimşahlar kuvvetli bir İslam devleti haline gelmeye başlamıştı. (Bu arada Büyük Selçuklu Devleti’nin yıkılışını başlatacak, Sultan Sencer’in esir düştüğü Oğuz isyanı var.)

Bu uygun şartlarda Taşkent ve Siriderya yöresinde, Seyhun’un ötesindeki bozkırlarda yaşayan göçebe Türkler arasında kuvvetli bir nüfuz sahibi olmuştu. Ahmet Yesevi İslam esaslarını, şeriat hükümlerini, tarikatın adap ve erkanını sade bir dille,hece vezninde hikmet adı verilen manzumeler söyleyerek halka anlatıyordu. Rivayete göre on iki bini kendi yaşadığı muhitte, doksan dokuz bini de uzak ülkelerde bulunan müritleri vardı. Muazzam bir güç. Bu arada Türler Anadolu’dadır ve hatta epey ilerlemişlerdir. Oğuz kitleleri akın-akın Anadolu’ya geliyorlar. Uzak ülkelerde denilen müritler bu kitle içinde olmalı.

ETKİLERİ

Elimizde Yesevi tarafından yazıldığı sabit olan bir eser yok. Tasavvuf kitaplarında ve menakıp mecmualarında ona atfedilen bazı sözler, menkıbeler var. Eserlerden birçoğu Orta Asya’da Nakşibendiyye tarikatının kuruluşundan ve 15.asırda Osmanlı memleketlerine yayılışından sonra vücuda geldiği için, Ahmet Yesevi’yi tamamıyla Nakşibendi görüşüne göre tasvir etmişler. Sünni İran kültürünün Türk-Moğol paganizmine karşı bir aksülameli mahiyetinde olan Nakşibendilik, bu kültür tesiri altındaki Türkleri de kolayca kendi dairesine almak için Yesevilik ile bazı rabıtalar tesisine çalışmış olmalıdır diyen Fuat Köprülü, Yesevi’nin sufiyane şahsiyetini, Yesevi tarikatının hüviyetini tamamıyla Nakşibendi tarikatının gösterdiği şekilde tasvir ettiğini belirterek bunun yanlışlığına işaret eder. Aslında Babai, Haydari ve Bektaşi ananelerinin Ahmet Yesevi hakkındaki rivayetlerinin tarihi hakikatlere daha yakın olduğunu ifade etmektedir. (Köprülü,”Ahmet Yesevi”,İA.,I.s.212)

Tasavvuf cereyanının başlıca merkezlerinden olan Horasan’ın tasavvuf ve tarikat gelenekleri Maveraünnehre geçmiş, 10.yüzyılda Buhara, Semerkand, Fergana ve Kaşgar gibi kültür merkezlerinde sufilik akımı yayılmıştı. 12. yüzyılda ise Türkistan’da Kulça civarında Yedisu havalisinde kuvvetli bir İslamlaşma vardı.

Bu dönemde Müslüman Arap ordularının hatta İslam’ı kabul eden ilk Türklerin savaş yoluyla yapmaya çalıştıkları işi, Ahmet Yesevi tasavvuf yoluyla daha kolay yapmıştır. Bunun sebebi, Yesevilik’in, İslam imanını Türkün inanış üslubuyla ve Türk inanışlarının yaşayan hatıralarıyla birleştirmiş olmasıydı. Yesevi tarikatı, Allah’a varma yolunda heyecan duyanların bu heyecanlarını, sazlarla beraber söylenen şiirle, musikiyle, hatta dini rakslarla ifade yoluna açtığından, öteden beri vicdan duygularını aynı güzel sanatlarla, ifadeye alışmış bir milletin ruhunda İslam imanına büyük yakınlık duymuştur. Aynı tarikat, her dini yeni kabul edenlerde görülen taassuba yönelişleri de geniş ölçüde yumuşatmış ve önlemiştir. Yesevi, törenlerinde, eski göçebe ananesinde olduğu gibi, zikr meclislerinde kadınlarla erkeklerin bir arada bulunmaları bu çehresine önemli bir örnek teşkil etmektedir. (Nihad Sami Banarlı, Resimli Türk Edebiyatı Tarihi, İstanbul 1971)

Yesevi Hanefidir, hikmetlerinde İslam itikadine aykırı bir şey yoktur. Hanefilik meselesini düşünmek lazım. Sanırım Hanefilik bir şemsiye, herkes kendini orada tarif edebiliyor. Çok Batıni diyebileceğimiz adamlarda Hanefi olduğunu söylüyor. Burada Hanefiliğin iman konusunda açmış olduğu esnek, geniş, hoşgörülü sahanın etkisi var. Aynı zamanda Hanefilik tarih içinde dönüşen bir şey. Ebu Hanife’nin bugünkü manada Şii mi Sünni mi olduğu bile tam manasıyla bir çerçeveye oturtulamayabilir. Daha sonra siyasi tartışmalar ve çatışmalar mezhepleri içerik olarak da belirlemiş. Yavuz-İsmail karşılaşmasından sonraki Alevilik-Sünnilik ile öncesi arasında ciddi farlar var.

Yesevilik’in 13. asırda Horasan’da doğan Haydarilik üzerinde tesiri var. Anadolu’da doğup gelişen Babai, Bektaşi tarikatları da Yesevilikten doğmuş, ondan nasip almıştır. Ayrıca Nakşibendilik üzerinde Yeseviliğin tesiri vardır.

Yesevilik tarikatının Türkistan’dan taşarak Horasan, İran, Azerbeycan ve Anadolu bölgelerine yayılması 1218’de başlayan Moğol istilası ile ilgilidir.

Ahmet Yesevi’ye bağlı babalar 13.yüzyıl başlarında Harzemşahlarla Karahıtaylılar arasındaki mücadeleler sırasında Anadolu’ya girmeye başlıyorlar. Türkmen boyları ile Anadolu’ya gelen Yesevi babalarının bu göçü Cengiz Han’ın istilası ile hızlandı. Maveraünnehir, Harezm ve Horasan’dan Anadolu’ya gelen bu dervişler, Yesevi’nin tasavvuf görüşünü ve menkıbelerini de beraberlerinde getirerek Anadolu’ya yaydılar. Din adamı, büyücü, hekim ve şair olan ve eski kam-ozanların devamı sayılabilecek bu dervişler, Anadolu’da eski Türk kültürünün ve geleneklerinin de yayıcısı oldular.

Türkmenler İslamiyet içinde Sünnilik, Şiilik şeklinde ortaya çıkan ilahiyatla ilgili tartışmaların, anlaşmazlıkların uzağında idiler. Onlar için, Türkmen babaların söyledikleri ve yaptıkları çok daha önemli idi. Bu durum 13. Yüzyıldan itibaren daha açık bir şekilde kendisini göstermektedir.(Hüseyin Gazi Yurdaydın,İslam Tarihi Dersleri,Ankara 1988,s.84)

Moğol istilası ile tarikat zümrelerinin bir kısmı Hindistan’a,bir kısmı da Horasan ve Azerbeycan üzerinden Suriye, Irak, Mısır ve Anadolu’ya geldiler. Bu zümreler içinde Sünni eğilimli Kübreviyye ve Suhreverdiyye olduğu gibi, Vefaiyyye ve Haydariyye gibi İslam öncesi inanç ve kültürünü taşıyan zümrelerde vardır. Babai, kalenderi, torlak, ışık gibi adlarla anılan zümreler ikinci gruba dahildir.

Horasan melametiliğinden kaynaklanan Vefailik ve Cavlakilik ve Haydarilik Anadolu’da en fazla tesir icra etmiş Kalenderi zümreler olarak görülmektedir.13. yüzyıl başlarında Baba İlyas’ın şeyhi olan Dede Garkın tarafından Anadolu’ya getirilen Vefailik kısa zamanda yayıldı. Bu tarikatın Baba İlyas, Hacı Bektaş, Şeyh Edebali’yi yetiştirmiş olması önemini gösterir.

Bektaşiliğin ayrı bir yeri var. Bektaşi tarikatı kendisini Ahmet Yesevi geleneğine bağlar. Vilayetname’ye göre, Hacı Bektaş Horasani’nin hocası Şeyh Lokman-ı Perende, Türkistan’ın doksan dokuz bin pirinin piri Hoca Ahmet Yesevi’nin halifelerindendir. Hacı Bektaş’ın manevi piridir. Günümüzde pek çok baba ve dede soyunu Yesevi’ye dayandırır. Yaşayan Bektaşi-Alevi halkın bir bölümü Yesevi’yi pir kabul etmekte ve ona büyük saygı duyar. Özellikle Sıraç kolu, tarikata ait bütün töre ve törenleri Yesevi’den aldıklarını söylerler. Bunlar, bazı hayvanların adlarını dahi hakaret sayılmaması, hayvanın hakir görülebileceğinin düşünülmesi endişesiyle doğrudan söylemezler. Zikirlerinde kadın-erkek bir arada bulunur, dualarında Horasan ve doksan dokuz bin Türkistan ereni vardır.

Yesevi’nin Türkistan’da sistemleştirdiği ilkeleri kendine ilke edinen Hacı Bektaş’ın kurduğu yapı günümüzde yaşamaktadır. Tekkede kadınların yer alması, cem törenlerinde kadın erkek bir arada bulunması, törenlerin saz eşliğinde şiirle devam etmesi, semah dönülmesi, kurban kanının ve kemiklerinin toprağa gömülmesi gibi inanış ve uygulamalar devam etmektedir.

Yesevi tarikatının sürdürücüleri, eski kam-ozan tipinin devamı durumundaki baba ve atalardır. Anadolu’da bu işlevi Bektaşi dede ve babaları sürdürmüşlerdir. Bektaşi inancında dünya ve insan Tanrı’dan ayrı değildir. Tüm varlıklar Tanrı’nın bir yansımasıdır. İnsan Tanrı’nın halifesidir. Tanrı’nın özü insanda gizlidir. Tüm varlıkların Tanrı’nın yansıması olarak görülmesine “cem” denir. Bu cem törenlerini, Türkistan’da kam-ozan tipinin bir benzeri olarak Anadolu’da dede, baba olarak adlandırılan ve soylarını ve ocaklarını Yesevi’ye oradan da Hz. Ali’ye ve Hz. Muhammed’e dayandıran kişiler yürütmektedir. Seyidlik ve dedelik soydan geçmektedir. (Mehmet Eröz, Türkiye’de Alevilik ve Bektaşilik)

OSMANLI’YA ETKİLERİ

Ahmet Yesevi’nin Osmanlı dini hayatı üzerindeki etkileri Nakşibendilik ve Bektaşilik üzerinden izlenebilir. Yesevi Osmanlı coğrafyasında hem Sünni hem Alevi bakış açılarında etkilidir. Yeseviliğin Osmanlı dönemindeki izlerini sürmemizi sağlayan tarikat esasen Nakşibendiliktir. Ahmet Yesevi’nin takipçileri tarikata Yesevilik derken, Yusuf Hamedani’nin halifelerinden Gücdivani’nin tarikatına ise Hacegan ismi verilmiştir.

Horasan’ın melamet anlayışı ile Buhara’nı Sünni anlayışını birleştiren bir tasavvuf ekolü olarak kurulan Hacegan tarikatı, 14. Yüzyılda Bahaeddin Nakşibend’in (ö.1389) tarikatın unutulmaya yüz tutan prensiplerini tekrar ortaya koymasından dolayı Nakşibendiyye adını almıştır. Nakşibendiliğe kaynaklık eden Hacegan tarikatının prensiplerinin unutulmaya yüz tutmuş olması, Anadolu’nun en hareketli yüzyılında uykuda olduğunu gösteriyor. Bu uyku döneminde anlamaya çalıştığımız çok önemli tiplerin gelip-geçtiğini unutmayalım. (Yunus Emre, Hacı Bektaş, Ahi Evren, Baba İlyas, Mevlana ve diğerleri) Anadolu’nun İslamlaştığı ve Türkleştiği ve aynı zamanda hem Moğol istilası hem de Selçuklu taht kavgaları zamanlarının büyük çöküntü döneminde Nakşiliğin uykuda olduğu anlaşılıyor. Halk bu büyük bunalım devrini Anadolu’da ortaya çıkan dervişleri, erenlerin kurdukları yapılar sayesinde sağlıklıca atlatabilmiştir. Kısacası Anadolu’nun büyük değişimi olan 13. Yüzyılda Nakşilik yoktur yahut çok etkisizdir.

Yesevi’nin diğer bir izini Osmanlı tarih ve kültüründe derin izler bırakan Bektaşilikte görürüz. Yesevi’nin tasavvuf sisteminin merkezinde yer alan dört kapılık makam anlayışı, Anadolu’da Hacı Bektaş tarafından aynen devam ettirilmiştir. Ahmet Yesevi’nin Hacı Bektaş’ın mürşidi olduğuna dair rivayetlere Gelibolulu Mustafa Ali’nin Künhül Ahbar’ında ve Evliya Çelebi’nin Seyehatnamesinde rastlanmaktadır. Ayrıca Evliya Çelebi, kendisinin de Ahmet Yesevi soyundan geldiğini yazar ve “Ceddimiz Türk-i Türkan Hoca Ahmet Yesevi Hazretleri” ifadesini kullanır. Çelebi buna çok samimi bir şekilde inanır. Bu durum Yesevi’nin 17. yüzyılda canlılığını koruduğunun delilidir.

TARİKAT ESASLARINDAN KISA BİR DEMET

Fuad Köprülü tarikat esaslarını sayar. Benim dikkatimi şeyhe itaat, zikr ile ilgili olanlardan ziyade müstehaplarının sayıldığı yerdir: Sürur ve beşaşetle misafir gözetmek, kendi halince misafir kabul etmek, misafir ne kadar fazla durursa ganimet bilmek, misafirliği uzatmak, misafir ne isterse yapmaya çalışmak…

Tarikat adabı da altıdır :iki dizi üzerine çöküp tevazu ve edeple oturmak, kendisini herkesten alçak görmek, herkesi kendinden efdal görmek, cümle şeyhleri ve azizleri bilip karşılarında sakinane durmak, şeyhler meclisinde destursuz lakırdı söylememek, kendi şeyhinin ve başka şeyhlerin sırlarını ve keramet rumuzlarını hatırasında saklamak.

Ahmet Yesevi’ye göre mübtediler müruru, mutasavvıflar suduru ve müntehiler zuhuru dört şarta bağlıdır: Birincisi mekan, ikincisi zaman, üçüncüsü ihvan,dördüncüsü rabt-ı sultan. Saliklerde tefrika-i hatır olmamak ve evrad ile meşgul bulunmak için evvela mekanın mamur olması lazımdır. Talipler arasında ve memleket içinde işsizlik ve ihmali gerektiren bir usanç olmaması için, zamanın arızalarından masun olmak lazımdır. Bütün makamatta ve halvet ve erbainlerde sevkı mucip olmak için, fakr-ü fenaya talip hakiki ihvan da bulunmalıdır.

Ahmet Yesevi’ye göre hakiki bir sufinin riyazet ve mücahedeye alışması, yeme-içme nimetinden, halvet ve şehvet ve işretten uzak kalması lazımdır: dünya alayişini bırakarak, teveccüh ve murakabeyi kendisine sanat kılmalıdır ki, halis sufi olabilsin…

Yesevi’ye tarikatında “Halvet”in bilhassa ehemmiyeti ve kendine mahsus adabı vardır. Halvet esnasında nefse ve şeytana ait hazlar yanıp mahvolur. Hak cezbelerinden nar ve nur zuhura gelir; insanlık karanlıkları ve başka kederleri kalkar; batın tabakaları nurlanır ve temizlenir ve daha bunun gibi nice-nice feyizler hasıl olur.

Tarikat yolunda zühd ve riyazeti şiddetle ileri sürer. Hakikat mertebesine erişmek için zühd ve takva, riyazat ve mücahede elzemdir; Hak yoluna girmek kolay değildir: Aşk yolu çok feyizli olmakla beraber, sonu müşküller ile doludur; “Bu çok azaplı yollara girenin hali haraptır, o yollarda ne kadar aşık toprak oldu…”Aşık olmak için muhabbet bağına girmelidir; fakat onun için de daha önceden nefsi öldürmek lazımdır; halbuki bütün bu uzun azaplara, bu büyük felaketlere katlanmalıdır ki, bu mümkün olsun. Aşk incisini bulmak isteyen bir katraya kanaat etmelidir. Aşk ateşine yanan hakiki aşıkların rengi uçar; kendisi hayran, gönlü viran, gözleri yaşlarla adeta pür-tufan olur.

NETİCE

Yesevi hakkında araştırmalar sürüyor. Elbette her yeni bilgi Yesevi’yi yeniden değerlendirmemizi sağlayacaktır. Türkiye’de el yazması kütüphanelerdeki eserler okundukça tarihimizin bu çok sisli dönemi anlaşılacaktır. Yeter ki çerçeveyi aşacak çalışmalar yapılsın ya da teorik bir okuma olsun. Ben Ahmet Yesevi hakındaki okumalarımızın 3. koşuya nasıl bir etkisi olacağı ile ilgileniyorum. Yesevi’nin etkilerini ve bize bıraktığı mirası söyle sıralayabiliriz:

1. Türkler arasında ilk defa bir tasavvuf mesleki vücuda getirerek ruhlar üzerinde asırlarca hüküm sürmüştür. Ondan önce tasavvuf mesleklerine girmiş olan Türkler varsa da, ya Acem kültürünün tesiri altında Acemleşmişler veya yeni dinin umumileşmesi için Türk kitleleri atasında unutulup gitmişlerdir. Hiçbiri devam etmemiştir. Yesevi Türkler arasında bir Türk tarafından kurulmuş olan ilk tarikattır.

2. Ahmet Yesevi’nin diğer sırrı Türkçedir. Yeni İslamlaşmaya başlamış olan Türklere, Türklerin anlayışına uygun olarak basit, sade ve en önemlisi Türkçe olarak dini anlatmıştır. Bunun yolu şiirdir. Şiirin Türk hayatındaki muazzam yeri ayrıca tartışılmaya değerdir. Adeta söz şiirdir. Geleneğimize baktığımızda şiirin konuşmanın, anlatmanın en önemli yolu olduğunu görüyoruz. Bu konuda İsmet Özel’in tezlerini ciddiye almak lazım.

3. Bir Hanefi olan Ahmet Yesevi’nin dini dünyanın karmaşık ve düşmanlaştırıcı argümanlarına uzak olan Türklere, Hanefiliğin iman konusundaki esnek anlayışına paralel olarak bir anlama sahası açmış olmasıdır.

4. Ahmet Yesevi halkla beraber mütevazı bir hayat sürmüştür. Dervişlerine tavsiyesi açları doyurmak, çıplakları giydirmek, az halkı çok yapmaktır. Burada az halkı çok yapmak demografik bir mesele değildir; insanın külli olandan bir parça olduğunun idrakine vardıktan sonra kendi imkanlarını keşfedip ilerlemesidir.

5. Diğer bir mesele kadın-erkek eşitliğidir. Yesevi’nin bize en önemli mirası kadınların hem dini ritüellerde hem de toplumsal yaşamda gerekli yerini almasıdır.

6. Yeseviliğin tarikat adabında ve zikirlerinde kolektif bir hayatın ve eşitliğin izlerini sürebiliriz.

7. Yesevilik İslamiyet’in Türkçe yorumudur. Aşkın, ihlasın, insan sevgisinin, hoşgörünün, kadın erkek eşitliğinin, emeğe ve ilme saygının esas olduğu bir İslam anlayışı.

Türk dini düşüncesi panteizmle tıka-basa dolu olan eski dini anlayışın derin etkileri düşünüldüğünde, doğayla kopmaz bir bağa sahiptir. Her şiirde, türküde, nefeste doğanın bir unsuru mutlaka vardır. Karacaoğlan “Çukurova bayramlığın giyerken” diyerek baharı tarif eder. Yunus Allah’ı dağlar, taşlar, kuşlar ile çağırır. Biz de ihtiyarlar ormana çürük bir ağacı kesmeye giderken baltasını çuvalın içine saklarlar. Çünkü ağaç görür, onlar da canlıdır. Rize’de kadınlar yaylaya selam verir. Bizim Toroslarda bir felaket ihtimali söz konusu olduğunda kadınlar, “dağlara,taşlara,ulu ağaçlara” derler; uzatmayayım 2. koşudan alınacak en önemli ders yahut anlayış insanın doğayla olan bu muazzam ilişkisi ve uyumudur. İnsanın doğayla iç tamamlanışıdır. Şimdi her şeyini orman keserek inşaat sektörüne bağlayanlar 3. koşudan söz ediyor. İslam’ın 3. koşusu piyasa İslam’ı değil, doğayla uyumlu bir yaşamdır, eşitliktir.

0 yorum:

Yorum Gönder