TÜRK DİNİ
DÜŞÜNCESİNİN TEŞEKKÜL DEVRİ
Fatih Şeker
Kitabın değerlendirmesini yaparken ilk kalemde aklım
gelenler;
1-) Günümüzden döneme bakışla ilgili yazılan ve çizilenlerin
üzerinden genel bir bakışta bulunuyor,
2-) Türk düşüncesinin teşekkül ettiğin devrin dünya görüşüne
doğru bir yolculuk yapıyor ama oraya giderken yine burayla ilgili atıflar var
ve meseleyi bugünden kurmaya çalışıyor.
3-) Dönem içinde yaşananları İbn Haldun’un Mukaddime’sinde yazdıklarıyla
örtüştürmeye çalışıyor.
4-) Maturidi ve Maturidilikle ilgili epey külliyatlı bir
bölüm var ve burada bir yandan bugünün dünyasından görülen Maturidik ile o
günkü olan Maturudiliği kıyaslama gayretine giriyor.
5-) Son bölümde ise
Selçuklu, Gazali ekseninde Türklerin İslamlaşması meselesini irdeliyor ve
Sünniliğin(Hanefiliğin) önemi ve vazgeçilmezliği ile kitabı bitiriyor.
Kitabın kritiklerine girmeden birkaç şey söylemek isterim. Fatih
Şeker henüz 39 yaşında ve şu anda yaptığı çalışmalarla son derece önemli işler
yapmış olarak görünüyor. Yazdığı eserlere bakarak oldukça önemli bir bilim
adamı olma yolunda ilerlediğini söyleyebiliriz. Özellikle Türklerin İslamlaşma
sürecini hem teolojik hem de tarihi olarak inceleyen metinleri peş peşe kaleme
almış.Şu ana kadar çıkardığı 10 civarında kitabıyla çok iyi bir çalışma külliyatı
meydana getirmiş. Kelimenin tam anlamıyla çok sağlam bir işçilik var, müthiş
bir literatür taraması yapıldığı görülüyor. Bu çok önemli bir özellik ve
görünen o ki Fatih Hoca daha uzun yıllar iyi çalışmalar yapacak, Allah uzun
ömürler versin.
Benim naçizane buradaki eleştirimlerim aşağı yukarı şu
minvaldedir;hoca çubuğu a kitabi ve Sünni İslam yönüne büküyor ve Türklerin
İslamlaşmasını yalnız bu kanaldan akmış olarak görüyor.Mesela bütün kitap boyunca
Hacı Bektaşi Veli’nin adının anıldığı bir tek yer var ve bunun dışında
literatürde Heterodoksi olarak ifade edilen Müslümanlık ile ilgili çok az yerde
bahsedilip geçiliyor. Ana iskeletin Sünni İslam anlayışı üzerinden aktığını
düşünüyor.
Bir diğer husus da özellikle İbn-i Haldun konusunda yaptığı
tespitler ki bana göre pek yeterince temellendiremediği bir tez. Büyük
düşünürün Mukaddime’yi Türklerden esinlenerek ve onlara bakarak yazdığını
söylüyor. Bunun en önemli delilini de İbn-i Haldun’un Büyük Timur’la
tanışmasını getiriyor, bunun dışında bilimsel bir kanıt çabası görünmüyor..
Gördüğümüz kendi bulunduğu konumdan bir teori geliştirmeye çalıştığıdır. Eğer
iddia ettiği gibi bir durum olsaydı bu kitap Türk Düşünce Tarihi’ne ilk
çevrildiği tarih olan Cevdet Paşa çevirisinden önce girmesi gerekmez miydi?
Kaldı ki Mukaddimeyi ilk önce batılılar çevirmiş ve ona Sosyoloji bilimininkurucusu
demişlerdi. Şimdilik burada bu kritiği kenarda bırakarak bölüm bölüm ilerlemeye
çalışalım;
İlk önce Türkiye’de bu konularda yazı yazanların dönemleri
incelerken, onları konuyu belirli disiplinlere sokmaya çalıştıklarını fakat
dönemin hem hikayesinin hem de düşünürlerinin bu kalıplara sığmadığını ifade
ediyor. Bu dönemin düşünürlerinin dönemlerini nasıl etkilediklerinin muallakta
kaldığını ifade ediyor.
“Maturidi
üzerine çalışanların hangi disipline mensup olursa olsun, yaptıkları
değerlendirmelerle muayyen bir güzergahta buluştukları görülür. Gazali ile
ilgili yapılan çalışmalara gelince onun kesinlikle bir Selçuklu mütefekkiri
olduğuna dair emareye nadirattan da olsa tesadüf etmek mümkün değildir. Mevlana
etrafındaki çalışmalara intikal ettiğimizde ise Mesnevi nazımı, çünkü bunların yersiz yurtsuz, düşünceyle uzaktan yakından alakası olmayan bir
manzaraya bürünür.”s.17-18 Görüldüğü
üzere hem bir fikir karmaşası olduğunu, hem de hiçbir şeyin yerli yerine
oturmadığını söylüyor. Daha sonra bu insanların günümüzden bakılarak herhangi
bir kalıba sokulamayacağını çünkü bunların birinci sınıf kafalar olduğunu birçok
şeyle birden ilgilendiklerini o yüzden herhangi bir disiplin içinde
değerlendirmenin hatalı olduğunu söylüyor. Daha sonra Türklerin İslamlaşması
meselesine bir girizgah yapıyor.
“ Türkler kültürlerinin çekirdeğini teşkil edecek olan İslam’ı
ayrı ayrı zamanlarda ve daima başka coğrafyalar arasından geçerek almış, her
yerleşme ve teşekkül başta geçilen yol ve yerleşilen kıta olmak üzere ayrı
şartlara bağlı olmuştur.” S.23
“İslamlaşma Ebu Hanife’nin bir şarihi olmasına rağmen çok
daha derin ve sistematik bir güzergahta ilerleyen Maturidi’de çok ileri bir
merhaleye varır, Dede Korkut’ta pek çok şey yeni başlar görüntüsü verir, yoğun
bir intikal havası mevcuttur. Gazali her iki boyutu şahsında toplar.” S.23
diyor ve buna Mevlana’nın durumunu da örnek olarak gösteriyor.
Daha sonra günümüzde yazılanların eleştirisine geçiyor ve
özellikle Sönmez Kutlu’nun bu alanı Mürcie’ye tahvil ettiğini söylüyor. Hanefilerin zaman zaman Mürcie bir tavır
göstermelerine karşın böyle bir genellemenin yapılmasının söz konusu
olamayacağını söylüyor. Madem ki Mürcie bu kadar etkili idi, neden Selçuklu ve
Osmanlı asırlarında bu kadar karşılık bulmuyor diye soruyor. Bu çalışmaların ideolojik ve çok üstünkörü
yapıldığını söylüyor. Burada Ahmet Yaşar Ocak’ı farklı bir yere koyarak
kendisinin metni zamanın içinden okuma özelliği ve yaptığı çalışmalara bakarak
farklı bir yerde değerlendiriyor. Aslında yapılan tüm çalışmaların bu minvalde
olması gerekmesine rağmen yapılmadığını ve bunun altında başka şeyler olduğunu
söylüyor. Klasik kaynakların heteroks
İslam’ı yıkıcı özelliği olması nedeniyle hakim çizginin dışında bıraktığını
söylüyor ama günümüzde bu çizgiye bir meşruiyet arayışı olduğunu belirtiyor. O
dönemlere bakıldığında dışlanan bu unsurların bugün Sünniliğin yanına
eklenmesinin siyasi bir durum olduğunu söylüyor. Tabii burada kendisi de
tamamen bu çizgiyi dışlayarak eleştirdiği insanların aynısını yani siyasi bir
tutum almış oluyor. Şöyle devam ediyor. “ İslamlaşma sürecinde Alevilik tabiri
Sünnileşememiş unsurlara tekabül eder; zira resmi düzeyde İslamlaşmayı
yürütenlerin gözünde bu böyledir. Müslüman olmak Sünni olmakla eşdeğerdir.
Batıni, Rafızi ve Kızılbaş gibi ünvanlar altında resmi otoriteye dolayısıyla
yaygın İslam algısına karşı mücadeleye kalkışan unsurlara karşı resmi otorite;
Sünniliğin meşru yegane oluşum olduğunu ihsas eder” Görüldüğü gibi hoca resmi
devlet duruşunu meşru kabul edip, diğerlerini yani “sivil toplum” inancını
gayri meşru ilan ediyor. Bu konu çok uzun uzadıya tartışılması gereken bir konudur.
Neden Sünni İslam bir şekilde yakasını resmi devlet baskısından kurtaramamıştır
bunun bir görülmesi gerekiyor ve bu özgürleşme mücadelesinde zindanlarda şehit
edilen Mezhep imamlarından hiç bahsetmiyor. Sonra devam ediyor “Alevilik kendi
başına bir bağımsız bir değerler silsilesine sahip bir akım olarak görülmez.
Sünniliğin onayının alınıp alınmayacağı sorgulanır, bu yapının neresine denk
düştüğü esas alınır. “s27 Buna delil olarak da Cumhuriyetin Aleviliği tanımamasını
delil olarak getiriyor. Benim anlayışıma göre bu bakış tarzı tarihide son
derece yanlış bir değerlendirmeye tabi tutmaktır. Yavuz Sultan Selim’e kadar
çok iç içe geçmiş bu İslam tasavvurları daha sonra siyasi değerlendirmelerle
ayrılmıştır, hatta ben o ayrışmayı Fatih’e kadar dayandırıyorum. İstanbul’un
fethi bu kırılmanın başlangıcıdır diye düşünüyorum. Ahiliğin kaldırılması ile
başlar.
Daha sonra Türkiye Cumhuriyeti’nin başlangıç tarihinden itibaren
özellikle Hanefilik ve Maturidiliğin resmi din anlayışı haline getirildiğini
ama bu konuyu işleyenlerin bir çoğunun aslında selefi bir yorumdan buraya
geldiklerini ve Maturidiliğin çok akılcı bir hal olduğunu söylediklerini
halbuki Maturidi’nin özellikle Mutezile akımı ile mücadele ettiğini yazıyor.
“Üzerinde en çok ısrar edilen husus şudur: Hanefilik akılcı
bir mezheptir. İnsanda iradeyi tanıyarak İlahi emri akıl ve delillerle ispata
cevaz verir”s. 64 İbrahim Kafesoğlu, İsmail Hakkı İzmirli, Yörükan gibi
tarihçilerin Türk İslam karakteristik özelliğini akılcılık olarak ifade
ettiğini söylüyorlar diyor ve bu meseleyi akılcılığa indirgemenin Türklerin
İslam’ı kabul ettiği coğrafya ve tarihteki mistik havayı inkar etmek olacağını
söylüyor.
“ Türklerin İslamlaşma süreci askeri, siyasi, tasavvufi,
kitabi, şifahi muhtelif cephelere sahiptir.” S.65
Bölümün sonunda Fatih Şeker diyor ki; “ Türk Düşünce
tarihini ve ruhunu yeni bir ufuktan görmek için tarihin ve kaynakların bizzat
kendisine dönerek muhtevayı doğrudan orada aramalıyız. Geçmişteki hadiseleri idrak ettiğimiz zamana uygun
neticeler çıkarmak üzere yorumlamaktan da mümkün olduğu kadar uzak durmalıyız.”
Son derece makul bir öneri olan bu görüşlerine kendisi bağlı
kalabilmiş mi? Yazının devamında bunu irdeleyeceğiz.
TÜRK DÜŞÜNCESİNİN TEŞEKKÜL ETTİĞİ DEVRİN DÜNYA GÖRÜŞÜ
Türk Düşünce tarihinde iki kavşak olduğundan bahsederek bu
bölüme giriş yapıyor. Birincisi Türklerin İslamlaşması süreciyle başlayan
Müslümanlaşma aşaması; İkincisi de Türklerin Cumhuriyet öncesi başlayan ve
Cunhuriyetle beraber iyice görünür hale gelen Modernleşme aşamasıdır.
Türklerin ilk İslamlaşmasını Emevilerin sonu ve özellikle
Abbasiler devrinde İslam topraklarına giderek asker olarak bu dine girmeye
başladıklarını söylüyor. Diğer yandan da fetihlerle birlikte İslamiyetin
Türklerin yoğun yaşadığı Maveraünnehir ve Türkistan’a doğru geldiğinden
bahsediyor.
Yazar iki geçiş döneminde de kırılmalar yaşandığını ve hem
eskinin bir şekilde muhafaza edilmekle birlikte yeniye dönüştüğünü hem de bu yeni
dönemlerin bir çeşit hale ile sarmalandığını söylüyor ama Türkler için en
önemli dönüşümün İslamlaşma çağları ile birlikte başladığını bunun çok önemli
bir kırılma olduğunu söylüyor. Şöyle
devam ediyor:
“İslamlaşmaya muhatap olan kişinin iç dünyasını doğrudan
ortaya koyan verilere sahip olmadığımız için dönemi idrak eden kişilerin nasıl
Müslüman olduklarından ziyade İslamiyet’e dahil olmalarının neticeleri ve
tezahürleri üzerinde durmayı deneyebiliriz. Bazı şeyleri kalemin havsalası
almasa da biz masabaşı spekülasyonları
ve ikinci elden ve sünnetten sayılan hususları bir kenara bırakarak,
mümkün mertebe intikal devrinde oluşan inanç haritası refakatinde Türklerin
dünya görüşünün nasıl bir yolda ve ne gibi görüşlerle teşekkül ve tekamül
ettiğine dikkat kesilerek İslamlaşmanın eşiğine adımını atan bir iklimin tarihi
çerçevesini, şekil ve ruhunu ortaya koymaya çalışacağız.”s.72
Daha sonra o devrin dünya görüşünün dayandığı temelleri
irdelemeye başlar. Burada şöyle bir iç içe geçen olgudan bahseder, bu coğrafyada
yaşayan unsurların bir yandan Müslümanlığı Türkleştirirken diğer yandan da
kendi milli kimliklerini İslam’ın içine gömdüklerini söylüyor.
“Halkın ruhunu saracak fikirler, onlara kendi fikirlerinin
devamı imiş gibi görünmelidir. Bu nedenle Türklerin İslamlaştığı süreçte
itikadın şekli zannedildiğinden daha mühimdir. Geçiş devrini besleyebilecek
mahiyetteki ve vasıftaki fikri ve kültürel değerler, efsane ve menkıbe
halesiyle kuşatıldığı için Müslümanlık da bir manada yaşananın ve görünenin
altında sır olmuştur. Bu nedenle görünen yok edildiği zaman çoğu kez altındaki
şey de inkar edilmiş olmaktadır. Burada medeni hayatın getirdiği
alışkanlıklarla yozlaşmadığını ihsas eden Sultan Alparslan’ın ‘Biz bidat ortaya
koyacak kadar eski değiliz’ ifadesini hatırlayalım. Onun bid’at ve hurafeyi bize ait güzellikleri bozan
şeyler anlamında kullandığı malumdur. Bölgede mistik bir kisveye bürünen hemen
her fikrin kendisine geniş bir saha açması da bugün dikkatten kaçan veya
kaçırılan bir noktayla ilgilidir.”s.75
“Türkistan coğrafyasındaki ciddi her meşguliyet mistisizme
paralel hareket etmek zorunda kalır. Çünkü İslam’dan evvelki dönemin düşünce
yapısına renk veren muharrik unsur efsaneler/ esatirdir. Türkler tabiatta
gördükleri kuvvetlere rahmani bir paye vermişlerdir. Haliyle bu kültürün en
halis tarafı ve cevheri orada hülasa edilebilir”s.75 Görüldüğü gibi Fatih
Şeker’in söylediği şey Türkler kendi kültürleri içinde var olan renkleri
İslam’ın içine taşımışlardır diyor. Bu en tabii olaydır çünkü insan dediğin
varlık sosyal bir varlıktır ve kendi tarihinden soyutlanamaz ki o yüzden
Türkler kendi menkıbelerini İslam’ın içine taşımışlar ve gerçekten kendilerine
has bir dini anlayış ortaya çıkarmışlardır. Bu ne Fars’lıların, nede Arapların
dini anlayışına benzemiştir. Onlardan parçalar vardır ama hepsi o kadar, asıl
unsur kendilerinin süzgecinden damıtılarak geçen tarihi kültürdür ve işte bu
unsur tam anlamıyla İslam’ın içine yedirilmiştir. Kaldı ki yapısı itibarıyle
İslam böyle bir olguya açıktır. Kolay kolay reddetmez, kendi bünyesi içine
alır.
Kaldı ki o dönemin en populer din anlayışı Tasavvuf dahilindedir.
Bu ise yazarın ifadesi ile bu dönemin mistik anlayışının at sırtındaki Türk’ün
hayatına tesir edebilecek şekilde olması gerekir. O nedenle derki Manas
Destanı’na Bahaeddin-i Nakşibendi’nin isminin dahil olması şaşırtıcı değildir.
Devamında ise Mevlevilik’in Mevlana ismi ile vücut bulmadan önce Nakşilik ile
birlikte anılmasının nedeninin bu irtibatın bulunmasının olduğunu söyler.
Modernleşme döneminde Mevlevilik’in yerini tekrar Nakşibendiliğe bıraktığını
söyler.
Fakat burada yazar Yeniçeri ocağının Bektaşi ocağı olduğunu
söylemekten imtina eder ve adeta o tarihi yok sayar. Gerçi kitap boyunca bunu sürekli
yapar.
“İntikal aşamasında karşımıza çıkan bir başka realite şudur.
Türklerin İslamlaşması Hanefileşme
şeklinde cereyan eder. Burada yaşadığı dönemden geriye baktığında Oğuzları
dünya milletlerinin en büyüğü olarak selamlayan İbn-i Haldun’un bütün
mezheplerin menbaı olarak Ebu Hanife’yi gördüğünü, İslam’ı yorumlamada en kadim
okul olan Hanefiliği bir manada Müslümanlıkla aynileştirdiğin hatırlayalım. Bu
bakımdan tarih boyunca İslam yorumumuzun üzerine bina edildiği Hanefiliğin
Türklere mahsus bir mezhep olarak görülmesi tesadüf değildir.”
Fatih Şeker ileride daha da ayrıntılı olarak göreceğimiz
üzere İbn-i Haldun’un Mukaddime’sini Türklere ithaf ettiğini iddia ettiğini
göreceğiz. Onun öncüsü olarak Oğuzları en büyük millet olarak selamlamasından
bahseder. Gerçi Hanefilik konusundaki söyledikleri doğrudur tabi ki bu da İmam-ı
Azam’ın ilk İmam olmasından kaynaklıdır. Onun muhteşem aklı ve bilgisi bütün
İslam coğrafyası için öncü olmuştur. Fakat İbn-i Haldun hakkındaki iddiaları
bana göre çok da bilimsel değildir. Kendisi öyle bir çıkarımda bulunuyor.
Yazar daha sonra Müslümanlaşma sürecindeki yorumları üç esas
etrafında değerlendirmek gerektiğin söylüyor. Kitabi, şifahi ve Mistik olarak
diyor ve Kitabi İslam’ın Hanefilik- Maturidilik doğrultusunda hareket ettiğini
ve bu anlayışın İslam öncesi Türk geleneklerinden ve inançlarından oldukça uzak
durmaya çalıştığını söylüyor. “Evrensel
bir yapıyı hedefleyen kitabi İslam tasavvurunun aksine şifahi İslam tasavvuru
milli ve mahalli hususiyetlere sahiptir. Türk İslam anlayışının kendisinde
billurlaştığı mistik İslam tasavvuru ise lokal olan ile evrensel olanı aynı
pota içinde telif ederek eritir.” S.80
Yazar böyle bir tasnif yaptıktan sonra “Bölgedeki İslam
algısını daha rasyonel ve realist bir zemine çekmeye çalışan kitabi İslam
tasavvuru zaviyesinden İslam’dan evvelki devrin zaaf teşkil eden yönleri,
Müslümanlığın şifahi yorumunda kudrete dönüşür. Aynı şekilde mistisizm
Batınılerin elinde bir zaaf haline gelirken Sünnilerde kuvvet kaynağı olur”
diyor. Görüldüğü üzere kendi durduğu yerden o da eleştirdiği insanların yaptığı
gibi davranıyor.
Daha sonra bu devrin zihni ve itikadi yapısını incelemeye
başlıyor.
Bu devirde Türklerin İslamlaşmasının kitabi boyutunun Ebu
Hanife üzerinden olduğunu ve bununda onun şarihi olan Maturidi tarafından
gerçekleştirildiğini söylüyor.
“Maveraünnehir’in İslamlaştığı dönemde iman anlayışının
esasını, kalb ile tasdik ve dil ile ikrar oluşturur. Ebu Hanife’nin
perspektifini aktüelleştiren bu yaklaşıma göre Allah’ın birliğini ve Hazreti
Muhammed’in peygamberliğini dil ile ikrar eden ve bunlara gönlü ile de inanan
kimse mümindir. Bunu tamamlayacak bir başka
tanım ise doğrudan doğruya tasavvuftan gelir: ‘İman dil ile ikrar, kalb ile
tasdik, şeriatla ameldir.’ Ebu Hanife iman anlayışını inşa ederken dil ile
ikrar ve kalb ile tasdik üzerinde dururken, Maturidi sadece tasdike vurgu yapar, onu
imanın en büyük rüknü olarak görür”s.83. Aslında İmam-ı Azam’ın daha önce diğer
halkların Müslümanlaşması noktasında yürüttüğü bu akıl, Maturidi ile Türk
coğrafyasında Türklerin daha rahat Müslümanlaşmasını sağlamıştır. Kaldı ki
Türklerde mevcut olan Boy- Bey ilişkisinin yani Beyin dinine Boyun tabi olması
çok önemlidir ve ayrıca göçebe Türk toplumlarında Boy ile Bey arasında sınıfsal
olarak bir ayrışmadan ziyade daha çok beyin konumu açısından bir farklılaşma
vardır. Bu nedenle Boy beyinin tercihlerini tatbik eder.
Daha sonra yazar Türklerin Tanrı tasavvuru ile ilgili bir
tartışma yürütür. Tanrı tasavvurunun somuttan soyuta doğru uzandığını söyler.
“Tanrı bir taraftan İhlas Suresi tercümesinde görülebileceği üzere selbÎ yolla
yüceltilir ve her türlü sınırdan kayıtsız hale getirilirken, diğer taraftan bu
selbÎ anlayışın sebep olduğu Tanrı’yı soyut ve fonksiyonu olmayan bir varlık
haline dönüştürecek unsurlar, onun içkinliğine ait vurgularla aşılır. Bunun
muhtemel sebebini Maturidi’nin Kitabüt Tevhid’inde buluyoruz. Buna göre zaruri
olarak tevhid kavramının başlangıcı teşbih, nihayeti tevhiddir.”
Türklerin Tanrı kavrayışını bu şekilde aşılmaya
çalışıldığını anlattıktan sonra Türklerin Peygamber deyince ne anladıklarını
anlatmaya başlıyor. Çünkü Türkler Tanrı olgusunu bilmelerine rağmen Peygamber
olgusuna son derece uzaktırlar. Nübüvvet telakkileri çok farklıdır ve
Peygamberi savcı, sevüg savcı, habib savcı, agır savcı ve yalabag gibi
ifadelerle anarlar diyor ve şöyle bağlıyor.
“ Onu bir Türk hakimi gibi telakki ederler. Olağanüstü
fiziki niteliklere sahip, kendisinden öğüt alınan “ağ sakallu” Dede Korkut, Er
Manas, Oğuz Kağan ve Sarı Saltuk Hazret-i Peygamberin bütün niteliklerine sahip
olarak görülür.”.s85
Bir diğer konu ise Ahiret olgusudur ve yazar Türklerin daha
önceden taşıdıkları inanç biçiminde de böyle bir anlayışın olduğunu ve
Müslümanlaşma çağında öteden gelen bu inancın kucaklandığın ve evvelki devirle
adeta bağları koparıldığını ifade ediyor.
“Eski dünyaya rengini veren unsurlar, şeklen hayatiyetini
korur, muhteva itibarı ile ise orayla irtibatını koparıp yeni bir şekle
bürünür. Gerisin geriye dönerek ileri doğru gitmenin imkanları yoklanır. Bir
cezir ve med halinde aynı hamleler tekrarlanır. Kitab-ı Dedem Korkut’taki “ağ sakallu baban yeri uçmağ olsun, ağ
bürçekli anan yeri behişt olsun” ifadesi bu gerçeği dile getirir.”s.85
“Şamani devirden süzülüp gelen unsurlar eşliğinde, ölüm ve
ölümü hatırlatan unsurlar, devamlı surette kara kelimeleriyle nitelenir. ‘Bu
kara yer bizi dahi yiyecektir’ diyen konar göçer zümre, mutlak surette ölümün
geleceğini bildiği için düşmanla karşılaşmaktan yılmaz. Ölüm düşüncesinden
kaçan modern hayatın aksine, onu Hakk’a vasıl olmak şeklinde vasfeder. Tanrı ve
Azrail başta olmak üzere ahiret ve ölümü tanzim eden unsurların hepsi
kişileştirilir ve ehlileştirilir. Ölüm meleği insanların idrakine
yaklaştırılarak, al kanatlı, ak sakallı ve çökük gözlü bir ihtiyar olarak
tasvir edilir.”s.86
Bu şekilde ahiret olgusunun da aşıldığını söyleyen yazar
iman meselesinde İman esaslarının esasen kendini Amentü’de ifade ettiğini
söylerken, Maturidi’nin halefi olan Ebu-l Muin en-Nesefi’nin inanç esaslarını
5’e indirdiğini, kader prensibini görmediğini söylüyor. Son olarak ise bu Hanefi Maturidi çizginin
Allah’ın rolünü bütünüyle inkar eden Mutezile ile insanın iradesini yok sayan
Cebriyye arasında konumlandığını söylüyor. Yani ne bütünüyle her şeyin akla
bağlı olmadığını ne de insanların iradesiz olmadığını ifade ettiğin söylüyor.
Bu çizginin son derece ifrat ve tefritten uzak olduğunu ifade ediyor.
Yazar daha sonra kitabında Mukaddime ile Türklerin
İslamlaşma tarihi arasında bir teleoloji kurmak amacıyla yazmış olduğu bölümle
devam ediyor. Yani Mukaddime ve onun Türk tarihi ile olan ilişkisi üzerinden
bir neden sonuç ilişkisi kurmaya başlıyor.
“Geldikleri dünyanın meseleleriyle, yöneldikleri alemin
tecrübelerini bütünleştiren ve derinleştiren Oğuz Türkleri, Müslümanlaşma
sürecinden başlayarak İslam dünyasının çehresini değiştirmişler, gelecek zamana
şahsiyetlerini vurmuşlardır.”
“İslamlaşma tecrübesine kaynak vazifesi görecek kavramsal
haritayı bünyesinde barındıran Mukaddime’nin müellifi, bu asırları, kendi
hakikat ve imkanları içinde değerlendirerek Türkleri keşfeder ve İslam tarih
tecrübesine yörünge değiştirten kudret ve potansiyelin onlarda olduğuna inanır.
Türk tarihine bakmasını bilen mütefekkirlerden olan İbn-i Haldun’un
fikirlerinin tatbikat sahası, göçebe hayatın terbiye ettiği ve kolektif mesaiye
zannedildiğinden daha çok kıymet veren Türklerdedir. Bir başka ifadeyle
Mukaddime’ye esas yön veren zümre Türkler olduğu gibi, oradaki ana fikirlerde
bu milletin realiteleriyle tam bir uygunluk içindedir.”s.95
Yukarıdaki paragraflarda da görülebileceği gibi Fatih Şeker
İbn-i Haldun’un Mukaddime’yi yazarken Türklerden esinlendiğini ve hatta bu
kitabın Türkleri anlattığı savıyla bu bölüme başlıyor ve bunu desteklemek üzere
bir takım iddialarla devam ediyor. Devamında şöyle bir iddia ortaya atıyor.
“İbn-i Haldun, dünya görüşünü mücerret fikir etrafında
oluşturmaz. Düşüncelerinin bir aynası gibi gördüğü Selçuklu Türklerinin vücut
verdiği realitelere bakarak Mukaddime’deki fikirlere doğru gider”s.96
Doğrusu bu çok iddialı bir sözdür ve devamında bunu
ispatlayacak yeterli bir tezi olduğunu düşünmüyoruz. Aslında bakıldığı zaman
bir Türk olarak bu bizim gururumuzu okşayan bir şeydir ama gerçekliği nedir
tartışmalıdır ve burada yazar kesin bir şey olmamasına rağmen bir niyet
okumasında bulunmaktadır. Devamında iddiası şudur ki Cabiri ile Barthold’un söyledikleri
bir şey üzerinden Türk tarihine atıfta bulunarak onlar tersini söylemesine
rağmen Türk tarihi İbn-i Haldun’u doğrulamıştır demektedir. Yani sonuç
üzerinden bir nedensellik okuması yapmaktadır ki, bu ne kadar bilimsel
değerlere uygundur doğrusu tartışılır.
Bir diğer iddiası da İbn-i Haldun’un Timur ile tanıştığı ve bu tarihi
ondan öğrenerek bu kitabı yazdığı üzerine bir tezdir ki, bunun da
doğrulanabilir bir yanı yoktur. Şu konuda yazarla aynı yerdeyim, Rosenthal’den
bir alıntı yaparak; İbn-i Haldun’un tarihi ve siyasi prensipleri şahsi
gözlemlerinden ve tarihe ilişkin okumalarından inşa eder diyor. Evet bence de
İbn-i Haldun Mukaddime’de tam da öyle bir şey yapıyor ama bunu belki Türk
tarihine de bakmıştır ama daha çok kendi yaşadığı coğrafyaya yakın olan
Berberi’lere ve Arap bedevilerine ve hadarilerine bakarak kurmuştur diye
düşünüyorum. Bu daha akla yakın geliyor yoksa zaten Mukaddime’de o günkü İslam
Coğrafyası dahilindeki bütün halklarla ilgili tespit ve değerlendirmeleri var.
Daha ileride bunu neden yapmaya çalıştığını izah ediyor. “İddiamız;
Müslümanlaşma odaklı materyalleri mütefekkirimizin tarihe ilişkin analizleri
üzerine oturtarak Mukaddime’yi aktüel bir okumaya tabi tutmaktır. İbn-i Haldun
tarafından icat edilen kavramsallaştırmanın göstereceği üzere, tarihte geçerli
olan usuller, Türklerin İslamlaşmasının ruhunda saklıdır.”s.99
Bundan sonra teoriyi kurmaya başlıyor önce İbn-i Haldun
üzerine bir takım analizler yapıyor ve onun en önemli özelliğinin ana çerçeveyi
korumak için, tasfiyeci olduğudur. Yani İslam dairesi içine girmiş olan yabacı
şeyleri temizlemeyi ana gövdeyi korumak amacıyla yaptığını söylüyor. Burada da
takip ettiği kişinin İbn-i Teymiyye olduğunu iddia ediyor. İbn-i Teymiyye’nin
daha yumuşak başlı bir hali olduğunu ve onun yolundan kendisi itiraf etmese de
gittiğini söylüyor. Diğer yandan ise asırlardır devam eden geleneği de şerh
etmek ve böylece korumak gerekli olduğunu düşündüğünü söylüyor ve bu yönüyle de
Gazali’ye benzediğini iddia ediyor. Dolayısı ile şöyle bir analiz yapıyor:
“Mukaddime’de biri İbn-i Teymiyye’den gelme, öbürü Gazali’yi
hatırlatan, nihayet bir üçüncüsü de doğrudan doğruya kendi fikri sistemine bağlı
üç manzarayla karşılaşırız.”s.102 diyor. Daha sonra Türklerin tarihi ile
Mukaddime’yi birbiriyle ilişkilendirmeye başlıyor. Bundan sonrasını Mukaddime’den
aldığı esinle kendi paylaştığı cümlelerden takip edelim.
“İbn Haldun, Nuh’un oğlu Yafes’in neslinden gelen Türklerin
İslam dünyasının gelecek hayatında tam hüküm süren bir realite olmasının asıl
mekanizmasını deşerken kendi üstüne kapanmış gibi görünen bir coğrafyanın nasıl
da birden bire elektriklenmiş gibi açılıverdiğini ortaya koyarak bu iklimin en
halis tarafını şöyle hülasa eder; Kendilerini bileyleyip keskinleştiren
bedavetleri sebebiyle şecaate sahip olan göçebe Türkmenler, yerleşik hayat
sürenlerin aksine, savaşma kudretiyle diğer milletler üzerinde hakimiyet
kurarak onları köleleştirme gücüne sahiptir. Geçimlerini temin etmek amacıyla
benimseyip yerleştikleri muayyen bir sınır ve yer olmadığı için, gidebildikleri
yere kadar giderek uzak milletleri tagallüb yolu ile hakimiyetleri altına
alırlar. Bu nedenle hanedanlıklarının sahalarının çok geniş olduğu gibi,
sınırları devlet merkezinden son derece uzaklara kadar yayılır.”s.109
“Ona göre göçebe hayat tarzı Müslümanlaşmaya imkanlar
verebilecek potansiyeldedir. Ahlakları ifrat ve tefritten uzak, zihinleri bilgi
elde etme ve bir şeyi idrak etme hususunda keskin olan göçebeler; gaflet,
kasvet ve kalp katılığı verecek bir yeme içme tarzından uzak oldukları için,
din ve ibadet hususunda da bolluk ve refah içinde yaşayanlara göre daha ileri
bir seviyededir.
Refahın sebep olduğu şeylerle nefisleri kirlenen hadarilerin
aksine bedeviler ilk fıtrat üzere bulundukları için kendilerine gelen şeyi
kabule hazır olurlar”s.110
Tabii ki İbn-i Haldun’un ana
fikrini oluşturduğu şey asabiyet kavramıdır. Yazar bu kavramın üzerine
oturtarak Türkleri Mukaddime’nin merkezine koyuyor. Çünkü diyor onlara kadar
gelen Müslüman fatihlerinin de ve daha sonra üç kıtaya hükmeden ve İslam
dünyasına yön veren Türklerin yaptığının sebebi burada yatar. İslamlaşmanın ilk
dönemindeki fatihlerde bir temkinlilik hali vardır ve bu yüzden Hz. Ömer orduyu
Ceyhun nehri sınırlarında durdurur. Çünkü hükmedemediğin topraklara fetih
amacıyla gitmenin hiçbir anlamı yoktur. Bunların önemi aşağıdaki hikâyede çok
çıplak olarak kendini gösterir. Bu Nizamülmülk tarafından anlatılan bir
hikayedir. “Sultan Mahmûd Irak’ı fethettiği zamanlarda Kirman taraflarından
gelip Deyr-i Geçi kervansarayında eşkiyaların malını gaspettiği bir kadının
şikâyeti üzere bölgeyi soran Sultan’a, kadının verdiği ‘Hakkında malumat sahibi
olup idare ve muhafaza edebileceğin kadar memleket fethet, mademki tebaayı
kollayamıyorsun, cihanın jandarmalığına ne diye soyundun, daha koyunları
kurttan koruyamıyorken bu ne çobanlık davasıdır.’ cevabı, İbn-i Haldun’un ve
Yusuf Has Hacib’in memleketin nasıl fethedileceğini ve nasıl elde tutulacağına
dair fikirlerini hatırlatmaktadır.”s.116
Fetihleri yaşatacak olan iki
unsurdan bahsediyor ve bunların sebatlı yani istikrarlı bir kuvvet veya uzlaşma
siyaseti olabileceğini söylüyor ve ilk maddenin yeteri kadar olmadığı için Müslüman
Fatihler belirli bir yerden öteye geçemez ve bir fetret dönemi başlar diyor. O
yüzden başlangıçta Arapların elinde olan iktidar iplerinin bir müddet sonra
Oğuz Türkleri’ne bıraktığını söyler. Sonra şöyle devam eder.
“Kavimlerinin metin ve bahadır
tâifesinden gönderildiğine göre, Peygamberlerin Allah’ın emirlerini tebliğ etme
imkanı, mensubu oldukları asabiyetin gücüne bağlıdır. Dini bir hareket için
asabiye zorunlu olduğuna göre, dini bir dava, esas unsur olan asabiyeye ilave
bir kudret temin eder. Cevdet Paşa, Peygamber zamanında Arap kabileleri
‘kelime-i imaniyede yek zeban ve yek-dil olup’ İslam’ın yayılması için gayret
sarf etmişlerdir derken bu gerçeği ifade eder”s.119
Bu fethin zahiri yönüdür, İbn-i
Haldun buna bir de manevi boyut katar. Hadisenin semavi boyutlarından da
bahseder. Müslümanların harblerde genellikle daha az olmalarına rağmen galip
gelmelerinin temelinde bu maneviyatın yattığını söyler. Her devleti güç zeminine
oturtur. Eğer der Bedevi zümreler sosyal hayatın hemen her sahasında hadari
zümrelere tâbi olduğu vakit, durum tersine döner ve bu uyma asabiyetin çöküşünü
hazırlar. “Bedevi zümreler, taze ve kudretli asabiyeleriyle devlet kurduktan
sonra içlerinde infirad hadisesi, yani bugünkü tabir ile monarşi baş gösterir
mirasına konulan devletin bütün ihtişamı taklid edilir.”s.121
Önceleri Abbasiler tarafından
daha çok orduda istihdam edilen Türklerin daha sonra bu istihdam edildikleri
zümrenin asabiyeti içinde yer aldığını söyler. Sonra Fatih Şeker şu iddialı
paragraf ile devam eder. “İslam tarih tecrübesine istikamet verir bir merhaleye
ulaşan Türkler için, İbn-i Haldun’un mevcut izah çerçevesiyle yetinilemeyeceği
aşikardır; zira onlar Abbasi’leri aşarak Müslümanlıkla Türklüğü aynileştiren
bir güzergaha yerleşmişler, Mukaddime müellifinin asabiyet kavramına yüklediği
anlamları barındıran yegâne zümre olarak İslamiyet’in geleceği için vazgeçilmez
bir yere sahip olmuşlardır.”s121
Türklerin İslamiyeti kendi meşreplerince
kabul ettiklerini söylüyor ve bu İslam’ı şifahi İslam olarak nitelendiriyor ve
zaman içinde bu İslam’ın sürekli bir şekilde kitabi İslam’a doğru aktığını
ifade ediyor. Böylece pagan karışımların giderek daha da azaldığını düşünüyor.
Başlangıçta kendi asabiyesini Arap
unsurlardan sağlayan Emeviler ve Abbasilerin daha sonra bu gücü mevaliden
aldığını söyleyen İbn-i Haldun burada herhangi bir ırktan bahsetmemişken Fatih
Şeker, bu cümleden hareketle bu zümrenin Türkler olduğu sonucun çıkarıp buradan
bütün tezi tekrar Türkler etrafına kilitliyor. Zannımca evet Türklerin nüfus
olarak kalabalık olduğu ve Ordu ve saray içinde de görev almalarına rağmen
buradaki mevaliden tek onların çıkarılamayacağını düşünüyorum. Fatih Şeker
maalesef bu fasıl boyunca devamlı o noktaya düşüyor. Bu tezin defaatle
tekrarlandığını ileriki sayfalar boyunca da görüyoruz. Bence bunlar çok iddialı
ve çok ideolojik tezler.
Tabii ki Türkler de, tıpkı diğer
göçebe bedeviler gibi İbn-i Haldun’un asabiye kavramı için çok önemli bir figürdür
ama sırf mukaddimenin yazılışını Türkler etrafına kilitlemek de son derece
ideolojiktir ve kendi eleştirisine kendisi maalesef düşmektedir.
Daha sonraki bölümlerde hep
Türklerin İslamlaşması, fetihleri ve kurdukları bütün devletleri, bu strateji çerçevesinde
analiz etmeye devam etmiştir.
Sonraki bölümde Türk İslam
tasavvurunun hususiyetleri şeklinde bir bölümle devam ediyor ve burada beş asır
süren bu devrin analizini yapmaya çalışıyor.
Öncelikle Türk’le, Müslümanın aynileşme sürecini analiz etmeye başlıyor.
Türklerin İslam tasavvurunu tarif
ederken şöyle bir cümle kullanır. “Türklerin İslam tasavvuru Ortadoğuya akar
gibi gözükürken Maveraünnehir’e bakar; Türkistan’a bakarken aslında Basra-Bağdat
hattına Ortadoğu’ya akar.”s.168
Kaşgarlı Mahmud’un Müslüman olan
Türkler’in kendilerini Türk, dahil olmayan Uygurlar’ı ise tat yani gayri Türk
olarak nitelendirdiğinden bahseder ve Modern zamanlardaki Müslüman ve Türk
özdeşleşmesinin aslında ta Divan-i Lügatüt Türk’ten beri geldiğini söyler.
Oğuzların Müslümanlaştıktan sonra Türkmen ismini almalarının da bunun bir diğer
ispatı oluğunu kaydeder. Daha sonra Türklerin Müslümanlığının nasıl bir şey
olduğunu tariflemeye çalışır.
“Türkler herşeye ilahi bir
mahiyet vermişler, hemen her şeyi rahmaniliğin sınırına kadar götürmüşlerdir.
Bölgeyi bir iç nizam sahibi kılan sufiler ise bu çerçeveyi ve zemini mekanlar
yığını haline dönüştürerek İslamlaşma sürecinde tasavvuftan
bahsetmenin esasında doğrudan İslam’dan bahsetmekle eşdeğer olduğunu ortaya
koymuşlardır.”s.171 Buradaki bahsedilen Tasavvuf meselesi Türklerin
İslamlaşmasının her döneminde kendine hayat bulmuş önemli bir yoldur. Allah
inancını şamanlıktan gelen alışkanlıkla içselleştiren Türklerin peygamberi ise
daha çok bir bilge gibi hayatlarına yansıttığını söylüyor ve Dede Korkut,
Er-Manas, Oğuz Kağan ve Sarı Saltuk’un Peygamberin bütün özelliklerini
yansıttıklarından söz eder.
“Yesevi, Peygamberi tıpkı Şinkar
diyerek, Türk kültüründe izzet, otorite, her şeye malik olma sembolü olan
Doğan’a benzetir. Türk İslam tasavvuru Tanrı, Peygamber ve ahiret mevhumlarının
çehresinin Türkistan coğrafyasına göre değişmesinde görüleceği üzere bölgenin
dilini ve üslubunu taşır.”s.172
Görüldüğü gibi kendilerine has
bir tavır geliştirmişlerdir. Yazar bundan sonra Türklerin kitabi İslam
anlayışının en önemli mimarlarından biri olan İmam-ı Azam’ın şarihi olan
Maturidi üzerine bir bölüm açar. Maturidi’nin eseri olan Kitabü’t Tevhid’in çok
önemli bir eser olduğunu, Türklerin o dönem kitabi din anlayışlarını ana
kaynağı olduğunu fakat çok uzun bir süre gündeme gelmeyip modern zamanlarda
biraz daha öneminin anlaşıldığından bahisle “Bir yandan İslam’ı İslam öncesi
unsurlardan arındırmış, önceki devrin kalıntılarıyla hesaplaşmış; diğer yandan
da Mutezile’nin İslam öğretilerini akli bir temele oturtarak aklı neredeyse
hakikatin yegane kaynağı olarak gören ve tamamen spekülatif bir mahiyet
kazanmaya doğru izleyen duruşlarıyla; tepkiselliğin bir ifadesi olan Mutezile
karşıtı olan tavrı uzlaştırmıştır.”
“Polemiğe yol açan bu tarafı, onun
vahyin otoritesini savunurken karşısına aldığı Mutezili perspektife
yaklaşmasına neden olmuştur.”
İliklerine kadar Sünni olan
Maturidi, fikirlerini Mutezile ile hesaplaşarak kaleme alır; özellikle de
doğrudan muhatap aldığı Ka’bi ile sanki aynı medresede imiş gibi kavga eder.
Öyle ki Ka’bi üzerinden hesaba çektiği Mutezile’yi devrin kalıp retoriğiyle
İslam öncesi devre nispet eder, onları zındıklar ve Mecusiler’le
aynileştirir.”s.191
Görüleceği üzere Maturidi
Mutezile ile Cebriye arası daha dengeli bir din anlayışı üzerinde hareket
etmiştir ve dini meseleleri akıl ile vahyin onayını alabilecek bir perspektifle
çözmeye çalışmıştır diye yorumluyor ki bu çok güzel bir analizdir ve
Maturidi’nin Ebu Hanife’den aldığı o mutedil anlayışı gösterir. Daha sonra klasik dönemde ve modern dönemde
Maturidi’ye nasıl bakıldığı ile epey bir akademik analiz yapar. Buradaki bana
göre en önemli analizi Modern zamanda Maturidiliği gerek analiz etmeye
çalışanların, gerekse de devletin dini bir anlayışı haline getirmeye
çalışanların hemen hepsinin selefi bir damarlarının bulunmasıdır. Maturidi’nin
çoğunluk tarafından Türk olarak bilindiğini ancak kendisinin Arap olduğunu ama
Türkler arasında öyle bir meşruiyet kazanmış olduğunun görülmesinden dolayı, Türk
zannedildiğini söylüyor. Sonuçta yazar
bu bölümü de şöyle bağlıyor.
“Kutadgu Bilig, Divan-ı Lügatüt
Türk ve Dede Korkut gibi Türk İslam Tasavvurunun en halis ayarda tecelli ettiği
kaynaklardan beslenerek Hanefilik ve Maturidi’likle tasavvufun asırlarca işlene
işlene tekamül etmek suretiyle aldığı görünümü ve geldiği merhaleyi ihmal
etmemek gerekir. Esaslı olanı yakalama amacıyla ayrıntıları bütün imkanlarıyla
yoklayan, Türk İslam tasavvuruna hayat veren menbalara birbirlerinden ayrı
kaynaklar gibi bakmayan ve daha da önemlisi asıl ağırlık merkezini dikkate alan
bir tarihi perspektif yakalamanın lüzumu ortadadır.”s.224
Fatih Şeker bu bölümden sonra
Selçuklular meselesinde giriyor ve son olarak neden Sünniliğin Türk halkı için
önemli olduğunu anlatan bir röportajla kitabı bitiriyor. Biz bu önemli
paragrafla bu kitap için yaptığımız kritiği burada bitirelim diye düşünüyorum.
Bu son paragrafta da belirttiği gibi, Türklerin İslamlaşma süreci ile ilgili
hiçbir detayı ihmal etmeden yapacağımız bir çalışma bu gün bakıldığında bu
kadar selefi bir damarın İslam dünyasını kavurduğu zamanlarda vahada bulunana
bir su gibi bize hayat verecektir.
Doğrusunu ancak Allah bilir.
0 yorum:
Yorum Gönder